Son birkaç yılda, Dünya politikasındaki dramatik gelişmeler, Devletlerarası Hukuku, hukuk kavram ve prensiplerini, tüm canlılığıyla tekrar gündeme getirdi. Birleşmiş Milletler Anlaşmasında Devletlerarası Hukuk kitabı, hukuki kavramları ve prensipleri detaylarıyla incelerken, Halkların Kendi Kaderlerini Kendi Tayin Etme Hakkı, Saldırganlık, Müdahale ve Sanksiyon (Yaptırım) gibi başlıklar altında, Devletlerarası Hukuk perspektifinde incelemektedir. Biz çok kapsamlı bu yapıtın sadece Anlaşma maddelerinin Milletlerin Kendi Kaderlerini Kendi Tayin Etme Hakkı hakkındaki bölümü ve Kürdistan örneğini sunuyoruz.

Giriş:

Milletlerin kendi kaderleri hakkında karar verme düşüncesi, Fransız devrimi günlerine kadar uzar. Paris’teki anayasal meclis, mayıs 1790 tarihinde bir kararnameyle, insanlığın bir kurum oluşturduğunu ve bu kurumda halkın ve aynı zamanda devletin bazı tabii haklardan faydalandığını belirtir. Bu münasebetle “Les droits des peuples” tezi Avrupa’da sadece politik gündemde stabilize oldu1. Büyük devletler Viyana Kongresinden sonra, prensip olarak kendi kaderini tayin hakkına, önem vermediler, ilerletmediler. Ancak İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Türkiye’nin Yunanistan’dan vazgeçmesini talep etmeleri bir istisna idi; ve bu da, 1830 Londra Konferansında Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olmasıyla gerçekleşti.

Devrim yılı 1848, Alman, İtalyan, Macar ve Polonyalılar arasında milli düşünceyi güçlendirdi ve giderek kapsamlı sonuçlara yol açtı. Kendi kaderini tayin hakkı prensibi bundan sonra, milli devlet birliği doktrini ile iç içe yürüdü. Moldavyen ve Valakyen beyliklerinde yaşayan halkların istemleri göz önünde tutularak 1856 Paris Barış Anlaşmasıyla (Kırım savaşından sonra), günümüz Romanya’sının temeli atıldı. Ancak ilk olarak 1873 Berlin Kongresinde Romanya’nın bağımsızlığı resmen kabul edildi. Bundan böyle, kendi kaderini tayin hakkı prensibi politik süreçte rolünü oynadı; 1861’de İtalya’nın birliği ve 10 yıl sonra da Alman Krallığının temeli atıldı. Prensipler, aynı zamanda da Aland Adaları’nın* tarihlerinde büyük rol oynadı 1917-19212.

Kendi kaderini Tayin Etme Hakkı prensibi, sadece burjuva milliyetçiliğinin bir ürünü değildir. 1913’te Josef Stalin “Marksizm ve Milli mesele” adlı bir broşür yayımladı. “Ulus” kavramından hareket eden Stalin, olayı bir kültür tarihi olarak görüyor ve Kendi Kaderini Tayin Hakkının, bir ulusa, Ana devletten otonomi veya tam ayrılma hakkı verdiğini savunuyordu. Ertesi yıl V.I. Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” makalesi yayımlandı3. Aynı prensiplere, 1917 “Rusya’da Ulusların Hakları Deklarasyonu”nda ve 1918’de yayımlanan Rus Anayasası’nda da tekrar rastlanır. Rusya’da Rus olmayan uluslararasında ulusal bir devrim başladı. Finlandiya 1917’de bağımsızlığını ilân etti. Bunu, 1918 yılında Estonya, Litvanya, Letonya, Polonya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan takip etti. Yeni ulusal devletler daha sonra Sovyet Rus birliklerinin önünde boyun eğdiler, teslim oldular.

İttifak  Devletleri, Birinci Dünya Savaşında, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkını, kendi propagandalarında belirgin bir şekilde kullanmışlardır. Bunun, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının sınırları içinde bulunan ulusal grupların milliyetçi duygularını kabartmakta ve onları kullanmakta çok büyük rolü olmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’un ocak 1918’de yayınladığı “14 maddelik” ünlü deklarasyonunda, “War Aims and Peace Terms” (Savaş Amaçları ve Barış Koşulları) mesajı şeklinde, sömürge halkların bağımsızlık sorunu vurgulanıyordu:

“Gördüğüm kadarıyla Dünya barış programı aşağıdaki gibidir:

V. Bütün sömürge dönemi taleplerinin hür, açık fikirli ve gerçek anlamda tarafsız düzenlenmesinde bağımsızlıkla ilgili tüm sorunların cevaplandırılması esasında ilgili halkların çıkarlarının, görevleri tarif edilerek hükümetin benzer şekildeki talepleri ile eşit ağırlıkta olması gerektiği prensibi mutlak şekilde dikkate alınmalıdır.”4

Wilson, devamla, AvusturyaMacaristan ve Türkiye’deki halklara da “Opportunity of outonomous development” (Özerk gelişme imkanı) hakkının da kayıtsız şartsız verilmesini  belirterek, mesajını aşağıdaki sözlerle tamamlıyor:

“Tarifini yaptığım programın her safhasında açık bir prensip hâkimdir. Bu, bütün halklara ve milliyetlere adalet prensibi, ve birbirleri ile eşit bazda hür ve emniyet içinde yaşama hakkıdır”.5

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya 1919 ve Türkiye 1920 ile İtilaf Devletleri arasındaki barış şartları, sömürge imparatorluklarının likidasyonunu ve Milletler Cemiyeti NF’nin imtiyazında manda sisteminin kurulmasını içeriyordu. Manda devletler, Milletler Cemiyeti’nin kontrolünde seçilecekti ve eski sömürgelerdeki halkların sosyal, kültürel, ekonomik ve politik düzeyleri göz önünde bulundurularak idare edileceklerdi. Bu Manda sistemine göre, Büyük Britanya ve Fransa, kendi aralarında Orta Doğu’da Türk bölgelerini, aynı zamanda Belçika ve Güney Afrika Birliği’yle de birlikte Afrika’daki Alman sömürgelerini idare edeceklerdi. Almanların Pasifik Okyanus’u Adalar Dünyası da, aynı şartlarla, Avusturalya, Büyük Britanya, Yeni Zelanda ve Japonya arasında taksim ediliyordu.

Milletler Cemiyeti, manda sistemindeki sömürgeleri de, A, B ve C diye bağımsızlık derecelerine göre kategorilere ayrılmıştı. İlk kategorilere giren sömürgeler nispeten bağımsızdılar, son kategoride yer alanlar ise zamanla tam politik bağımsızlıklarına kavuşacaklardı. Irak, Suriye, Lübnan ve Transürdün’de  böyle olmuştur. İngilizlerin Filistin üzerindeki A kategorisindeki manda hakkı, 1948’de Birleşmiş Milletlerin kuruluşuyla son bulmuş, ancak bu, Filistin halkının bağımsızlığıyla sonuçlanamamıştır.

B ve C kategorindeki sömürgelere gelince; Milletler Cemiyeti buralarda ataerkil bir tavır takınıyordu. Afrika ve Pasifik’teki eski Alman sömürgelerinin durumu böyleydi. Mandacı güçler, yerli halkın menfaatlerini koruyacak ve sosyal gelişmelerinde onlara yardımcı olacaktı. Bu,  Birlik belgesinin 22. maddesinde şöyle ifade edilmişti: “sacred trust of civilisation.”6 (uygarlığa duyulan kutsal güven)

Birleşmiş Milletler Anlaşması* ve Pratiğinde Halkların Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı

Anlaşma

Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın I. Bölüm, 1(2) maddesinde, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının prensipleri olan amaç ve hedef, madde 55’te ise Birleşmiş Milletlerin ekonomik ve sosyal çalışmalarındaki amaç belirtilmektedir. Aynı zamanda kendi kendini yönetmekten yoksun bölgeler ve Uluslararası idare sisteminin yetkisi altındaki bölge halklarının Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme hakları da tüzüğün değişik maddelerinde ele alınmaktadır (XI. ve XII. Bölümler).

Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın amaç maddesi 1(2)’de, halklar arasında kardeşlik münasebetlerin gelişiminde “Halkların hak eşitliği ve kendi kaderini kendi tayin hakkı prensibine riayet ve saygı temeli üzerinde” kararlaştırılmıştır. Ön çalışmalarda “Halk” kelimesiyle ne kastedildiği ve bu ifadenin “Uluslar” veya “Devletler” ilişkisinde hangi manaya geldiği açıklık kazanmamıştır. Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 1(2) maddesinin esas temeli olan, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, öncelikle, sadece coğrafi olarak idare eden devletten uzak bölgelerde yaşayan ve Ana Devletten kültürel ayrılıkları olan halkları kapsar gibidir. Yani, tam ayrılma hakkı geleneksel olarak Deniz aşırı sömürge (Overseas territories) bölgelerine uygulanır bir şekilde tercüme edilmiştir.

Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibinde, bu coğrafi esas 1960’larda Batılı devletler tarafından tartışma konusu olmuştur. Bu, şu anlama geliyordu; Sadece “mesafeli” sömürgeler Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı’ndan faydalanacaklardı. Ancak, bir Devletin sınırları içinde yaşayan ve baskı altında olan ulusal azınlıklar, “Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibini” güncelliğe çıkaramazlardı (mesela: Türkiye İran ve Irak sınırları içinde kalan Kürdistan’daki Kürtler). Bunu şu şekilde ifade edebiliriz: Batılı ülkelerde “Tuzlu Su sömürgeciliği” suç anlamına gelirken, diğer tip sömürgeciliğe “göz yumma” anlamında ele alınmaktaydı. Hatta (Kongo krizi döneminde) Belçika, bu çifte standardın tüm hukuk devletlerinde düşünceye ters düştüğünü müdafaa ediyordu.

Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibi, Anlaşmanın IX. Bölümü, Uluslararası Ekonomi ve Sosyal İşbirliği başlığının altında da, Anlaşmanın esas temel sistemini oluşturduğu belirtilmektedir. Ayrıca aşağıdaki ifadeler Anlaşmanın 55. maddesinde yer almaktadır:

“Birleşmiş Milletler, uluslararası planda Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibine riayet etmek şartıyla, barış ve kardeşlik için gerekli olan kararlılık ve refahı gerçekleştirmek amacıyla, kararlaştırılmış münasebetleri yaşatmak için şu doğrultuda uğraş verir:

  1. a) Hayat şartlarını yükseltmek ekonomik ve sosyal gelişmeye önem vermek;
  2. b) Ekonomik, sosyal, sağlık, eğitim ve buna benzer uluslararası problemleri çözmek ve;
  3. c) Kişi hak ve özgürlüklerine, ırk, cins, din ve dil farkı gözetmeksizin kabul etmek ve saygı göstermek,”

Anlaşmanın XI. Bölümü, kendi idaresine sahip olmayan bölgeler hakkındadır. Bu bölgeleri idare eden Birleşmiş Milletlerin üyesi devletler, bu bölgelerde yaşayan halkların, vatandaşlarının istemlerini her zaman göz önünde tutmak ve onların refahlarını geliştirmede yardımcı olmaları kararlaştırılmıştır. Madde 73’te, İdareci Devletlere şu sorumluluklar yüklenmiştir:

“Özgür idareyi geliştirmek, halkların politik gayretlerine saygılı kalmayı her zaman göz önünde tutmak, bağımsız politik kurum ve kuruluşların oluşum ve gelişiminde yardımcı olmak, bunun bölge halklarının şartlarına uygun ve uyum içinde yapmaya, gelişim evrelerine özen göstermek.”

Yukarıdaki metinde, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı kelime olarak geçmemektedir ama, Hakkın varlığı da vurgulanmaktadır. Burada, coğrafi olarak ayrı bölgeler kastedildiği aşikârdır ve bundan, bölge halkının, Ana Devlet halkından etnik ayrılığı belirtiliyor.

XII. Bölümde, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı yine kelime olarak yer almıyor ama bölüme dahil edilen, Milletlerarası yöresel idare sisteminde, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibi ele alınmaktadır. Bölüm XI de, kendi idaresinden yoksun bölgeler ele alınırken, bölüm XII’de ise Milletlerarası yöresel yönetim sistemi için esas belirlemeler yer almaktadır. Milletlerarası yöresel yönetim sistemi eski Milletler Cemiyeti’nin Manda sisteminin yerini almaktadır. Milletlerarası yöresel yönetim uygulanan bölgelerde ise, idare eden Devlet, yönetimini Birleşmiş Milletlerin antlaşmalarına ve kayıtlarına uygunluk içinde sağlar. Bu esasa göre üç bölge mevcuttur. Eski Milletler Cemiyeti Manda yönetimindeki bölgeler, İkinci Dünya Savaşı’nda düşman devletlerde alınan bölgeler ve kendi rızasıyla Birleşmiş Milletlerin kontrolünde İdareci Devlet yönetimine bırakılan bölgeler. Madde 76’da Milletlerarası yöresel yönetim sisteminin amaç ve gayelerinin temelini belirlemekte ve Birleşmiş Milletlere ve üye devletlere, vesayet altındaki halkın gelişimi için, şu yükümlülükler öngörülmektedir:

“Her bölgede,  bölge halkının somut şartlarına ve serbest istemlerine saygılı kalmak ve riayet etmek; kendini yönetmede tam bağımsız olmada, politik ekonomik ve sosyal ilerlemede ön ayak olmak desteklemek.”

Anlaşmanın 76. maddesinde, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının nasıl gerçekleşeceği iki şekli belirtilmektedir. Kendi kendini yönetmeye doğru gelişim “Self Government” ve; tam politik bağımsızlık “Independence”. Metinde bu iki seçenek üzerinde durulmakta; ancak politik ve Anayasal olarak; Otonomi, Federasyon ve bağımsız Devlet gibi seçeneklerle, söz konusu halka kabul edilebilir çözümler olarak sunulmaktadır.

Madde 2(7)’de, Birleşmiş Milletleri örgüt olarak Devletlerin “Kendi salahiyetleri” veya iç meselelerine müdahale etmede men eder. Pratikte bu madde, Birleşmiş Milletleri, Avrupa sömürgeciliğinden kurtarmak için sömürge halkların yanında yer almada alıkoymadı, fakat diğer yanda kendi ulusal azınlıklarını baskı altında tutan az gelişmiş ülkelerde bu madde toprak bütünlüğü için bir garanti (Status quo) görevini görüyor ve öyle de anlaşılmaktadır. Aynı şekilde madde 2(1) deki, Devletlerin bağımsızlık hakkı (Devletlerin toprak bütünlüğüne saygılı kalma) aynı şekilde işlev görmektedir. Yani ayrılma hakkı, ayrılışa karşı da bir güvencedir.

1950 Sömürgeler Deklarasyonu

Sömürgeler Deklarasyonu, başka bir deyişle, Genel Kurulun 14 Aralık1960 tarih ve 1514 (XV) sayılı “Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi*” Resmi kararı, Anlaşmanın 1(2) maddelerinde ifade edilen prensipleri daha da geliştirmektedir. Deklarasyonun 7 maddelik talepler dizisinin 2. maddesi şöyledir:

“Bütün halklar Self-Determinasyon hakkına sahiptir. Bu hakkın tabii sonucu olarak politik statülerini tayin ve ekonomik sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe takip ederler.”

Deklarasyonda, anlaşmanın 1. ve 55. maddelerinde Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibine  karşın, hakların hakkı olan Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı saptanmakta ve kesinlik kazanmaktadır.

Genel Kurulda çoğunluğun kararıyla alınan Deklarasyon, Hukuki herhangi bir bağlayıcı yönünün olmamasına rağmen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda hakim olan genel anlayışı aksettirmektedir ve birçok kez verilen önergelerle gerçekleştirilmiştir. Halkların Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, Başkan Wilson döneminde politik bir prensip iken, Birleşmiş Milletler döneminde, Anlaşma ile milletlerarası Hukuki bir statü kazanmıştır7. Sömürgeler Deklarasyonundaki 6. maddenin de hukuki doğruluğu su götürmez bir değer taşımaktadır:

“Bir ülkenin milli birliğini ve ülke bütünlüğünü kısmen veya tamamen bozmaya yönelik davranışlar Birleşmiş Milletler kuruluş yasası (Carter of the United Nations) amaç ve prensiplerine ters düşer”.

Bu hüküm, dış ülkelere yöneliktir (Ulusal kurtuluş hareketlerine değil). Birleşmiş Milletler Anlaşması, başkalarının iç işlerine müdahale etmeme talebiyle uygunluk içindedir. 6. madde ve onun prensipleri, Birleşmiş Milletler çoğunluğu tarafından, toprak bütünlüğü dokunulmazlığını koruma, yani mevcut Devletlerden ayrılmamayı müdafaa anlamında yorumlanmaktadır. 1963’te OAU, «Afrika Devletleri Birliği» kurulunca, organizasyon Tüzüğü’nün 3(3) maddesinde üye Devletlerin toprak bütünlüğü ve bağımsızlıklarına saygı ve sömürge Devletler tarafında belirlenen sınırların dokunulmazlığı belirtilmiştir8.

İnsan Hakları Konvansiyonları

‑Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 1966 yılında, İnsan haklarını teminat altına almak için 2 “Convenant” bildirge kaleme alınmıştır. “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi**”ve “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesine (Ek) Seçmeli Protokol”***. Bunlardan birincisi, insanın, vatandaşlık ve politik haklarını, diğeri ise ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını teminat altına almaktadır. 1976 yılında yürürlüğe giren bu Bildirge, İnsan haklarını koruma konusunda bağlayıcıdır. Günümüzde geçerli olan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları evrensel Bildirgesi, 95 üye Devlet tarafından kabul edilmekte, onları bağlamakta ve 1. noktası hemen elen müşterek Sömürgeler deklarasyonunun bir tekrarından ibarettir:

“1) Tüm halklar kendi Kaderlerini Kendi Tayin Etme Hakkına sahiptirler. Bu haktan ötürü, kendi politik statülerini kendileri özgürce belirlerler ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerine kendileri karar verirler.

2) Tüm halklar, karşılıklı yarar ilkesine dayalı uluslararası ekonomik işbirliği ve uluslararası hukuktan doğan herhangi bir yükümlülüğü zedelemeksizin kendi doğal kaynaklarını, kendi gelecekleri için özgür olarak kullanabilirler. Bir halk, hiçbir koşulda kendi geçim kaynaklarından mahrum edilemez.

3) Üye Devletler, kendini yönetemeyen ve vesayet altında olan ülkelerin yönetiminden sorumlu olanlar da dahil, halkların Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkını gerçekleşmesini aktif olarak teşvik eder.  Uygulamada Birleşmiş Milletler Anlaşma maddelerine saygı gösterir.”

İnsan Hakları Bildirgesine böylesi bir metinin yerleştirilmesi ilgi çekicidir. Çünkü bu hak talebi, ister sömürge karakteri idare ve yönetim olsun, ister olmasın genellikle merkezi idare veya Devletlere yönelik bir istemdir. İnsan Hakları Bildirgesi, geniş uygulama alanından dolayı Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı hukuki ve politik konsepti ile kapsamlı ve dinamik bir çalışma gücü kazandırmıştır. Genel anlamda kelime olarak madde 1’den çıkarılan netice hiç olmazsa bu yöndedir. Diğer yandan, Bildirgenin ön çalışmalarına katılan delege Devletler çoğunlukla “Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, ayrılma hakkını kararnameli fikrinde birleştikleri görülmektedir”9. Ancak, bir defasında Sovyetler Birliği tarafından yapılan bir açıklama, bunun tam tersini  savunmuştur.

Kardeşlik Bağları Deklarasyonu

1970’lerde, Genel kurul tarafından Kardeşlik Bağları Deklarasyonu (KBD) kabul edildiği sıralarda, Anlaşmada, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının eskiye nispeten geliştirildiği ve hassasiyet gösterildiği göze çarpmaktadır. Deklarasyona göre, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı “her Halkın” hakkıdır. Bu hakkın sonucu, hür ve hiç bir dış müdahale olmadan, kendi politikasını kendisi belirlemelidir ve “her devlet” bunu korumalıdır. Anlaşma maddeleriyle uygunluk içinde olmalı ve saygı göstermelidir. Bu esasa bağlı kalarak, Devletler hiç bir zaman ve durumda, kendi haklarını kısıtlamada güç kullanmayacaktır. Buna maruz kalan ezilen halklar “direniş gösterme hakkına sahiptirler ve Anlaşma temel amaçlarına uygun olarak yardım hakkı talep edip almalıdırlar.”

“Kardeşlik Bağları Deklarasyonu’ndaki, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı ve yardım hakkı talebi, halkların eşitlik ve Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibine riayet eden bağımsız Devletlerin sınırlarını ihlal etmek ve politik birliklerini eritmek anlamında müsaade veya cesaret verme manasında değildir.”

Merkezi güçten, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibine saygı göstermede dikkatli olma talebi; kendi iç siyasetlerinde bu prensibi tamamen veya kısmen göz ardı eden, kendi toprak bütünlüğü ve dokunulmazlığını gerçekleştiren veya başka bir deyişle: Kendi toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı hakkını kullanarak tüm Dünya devletlerinde hoşgörü ve saygı bekleyen devletler hakkında ilginç sorunlar söz konusu olmaktadır. Böyle bir durumda, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibine angaje olmuş diğer Devletlerin müdahalesi gayri kanuni bir olay değildir. KBD (aynı şekilde Anlaşmanın 76. maddesi), olay vuku bulmadan önce tüm zorunlu kabuller göz önüne alınarak, gerçekler önceden sezilmek kaydıyla, bir halk grubu tam politik bağımsızlık yerine birden fazla çözüm çeşitleri düşünebilir. Tabii ki, sonuç gerçekleşmeden önce, dikkatle önlemler alınmalıdır. Sorunu çözmeye açık hassas merkezi devlet, çözüm beraberinde hakiki bir otonomiyi getiriyorsa, toprak bütünlüğü hakkını kullanma idaresinde zaten bulunmaz.

Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının Birleşmiş Milletler Anlaşması’nda ve diğer dokümanlarda kazandığı statü, bir yandan Halkların Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, diğer yandan Devletlerin toprak bütünlüğü ve bağımsızlık hakkı ile çelişip güçleşmektedir: Biri diğerini engellemektedir. Eğer sömürge baskısı söz konusu değilse, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı koruma hakkı, kişi hak ve özgürlükleri ve aynı şekilde politik sebepler göz önünde bulundurularak, mevcut devletten ayrılma hakkından daha yüksek belirginliğe sahiptir ve öncelik taşır. Aksi halde, mevcut devlet, varlığını ve bağımsızlığını ve kalıcı barışı tehlikeye düşürmektedir. Diğer yandan, mevcut devletin toprak bütünlüğü ve bağımsızlık hakkı, kendi sınırları içindeki diğer halkların haklarına saygı göstermesi ve onları hor görmemesi de, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkına riayet etme şartı ile söz konusudur. Mevcut devlet, söz konusu olan halk grubunun istemlerine politik çözümlerle ve hoşgörü ile yaklaşmalıdır.

KBD’nu sonuç olarak bilinen başka bir temayı da son nokta olarak ele almaktadır:

“Her devlet, başka devletlerin milli beraberliğini ve toprak bütünlüğünü tam veya kısmen yok etmeye yönelik hareket ve amaçlardan kendini alıkoymalıdır.”

Yukarıdaki paragraf Halk olma öznesini taşıyan uluslararası örgüt veya Halk olma öznesini taşıma statüsüne yükselen örgütlere yönelik değil, devletlere yönelik öğüt ve tembihlerdir. Burada şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü KBD başlık itibariyle “Devletlerarası” ilişkileri kapsamına almaktadır. Fakat kaleme alınış şekli, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibi kapsamına giren ulusal azınlıkların tam ayrılma hakları için kapıyı açık tutmaktadır.

“Halk” ve Ulusal Azınlıklar

Birleşmiş Milletler metinlerinde “Halk” kavramı kullanılmaktadır. Buna göre hangi gruplar kanuna uygunluk içinde, Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkını talep edebilir? O halde, “Halk” nedir? Veya başka bir deyişle: Bir grup insan arasında ne gibi birleştirici özelliklerin olması gerekli ki, “Halk” diyebilelim. Kavram, alelade bir yorum ötesinde, gerçekten halk belirtilerini taşımalı; yani ortak etnik menşe, müşterek bir dil, müşterek kültür mirası ve müşterek bir tarih vb. Bu özellikler, Birleşmiş Milletler pratiğinde yüksek bir nitelik taşımaktadırlar. 1800’lü yıllarda, keyfi olarak çekilmiş olan ve bölgenin etnik yapısıyla yakından uzaktan alakası olmayan sınırlar, sömürgelerin kurtuluş döneminde, gelecekte var olma ve değiştirilmemelerinin dışında herhangi bir tartışma söz konusu olmamıştır. Bu bölgelerdeki halkların sömürge olma geçmişlerinin dışında ortak herhangi bir yönleri yoktur.

Birleşmiş Milletlerin 1966’da imzaladığı kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili konvansiyon “Bütün halklar Selfdeterminasyon hakkına sahiptir” gibi deyimler içermektedir. Elbette bazı değişikliklerle; fakat bununla beraber bu bir gerçektir de. Gerek Başkan Woodrow Wilson’un başkanlığı döneminde (O zaman Britanya ve Fransa sömürge dünyaları henüz tehdit altında değildi) veya 1960’larda sömürgecilikten arınma süreci döneminde (O zaman da, Irak’ın, Etopya’nın, Sovyetler Birliği’nin veya Çin’in toprak bütünlükleri tehdit edilmiyordu), Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibi tüm istemleri karşılar görünümdeydi. Yani tüm halkın bu haktan faydalanması veya sahip olma sorunu söz konusu değildi. Politik realizm iki durumda da kesin sınırlar belirliyordu.

Bunun dışında, gerek 19181919 yıllarında ve gerekse 19601970 yıllarında sınır koymada “Halk” kavramının yorumu bir işlev görüyordu. Wilson dönemimde “Halk”, müşterek kültür ve tarihe sahip olan etnik grup ve cemiyetler “Ulusları” ifade etmekteydi. Daha sonraları 1960’lı yıllarda sömürgecilikten arındırma döneminde ise, etnik kimlik geçersizdi. Geçerli olan faktör, politik ve bölge bütünlüğü birliği, sömürge idaresinin altında olmasıydı. Sadece politik birliğe sahip olan bu bölgelerde yaşayan halkların (veya vatandaşların), Kendi Kaderlerini Kendi Tayin Etme hakları vardı ve bunun dışındakilerin bu hakkı yoktu. Mevcut Devletten ayrılma hakkı, Wilson Konseptinde etnik azınlıklar için mevcut iken 1960’ta Birleşmiş Milletler çoğunluğu tarafından, sömürgeler ile alakası olmayan ulusal azınlıkların ayrılma hakları inkâr edilmiştir.

Birleşmiş Milletler uygulamalarında, sömürge idaresindeki bölgeler ve o bölgelere sınır teşkil eden mıntıkaların politik bağımsızlıkları için çalışması, burada belirtelim ki, tamamen tabiidir. Fakat etnik öz istemlere saygı gösterilmemiştir. Örneğin; Afrika’da çok sayıda etnik grup mevcuttu ve bunların çoğu kendi başına bir Devlet cihazını taşıyacak kapasitede değildi.

Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı talebi, eğer ulusal birlik teşkil eden bir halk için söz konusu ise, günümüzde önemli bir sağlamlık kazanmıştır: Yukarıda söylenenler buna engel teşkil etmez. 1950’lerin insan hakları tartışmaları sırasında, kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibinin uygulanmasında, ulusal azınlıklar ayrımı yapılmaktadır. Aynı dönemde, “Halk” ve “Ulus” terimlerinin, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibinde, eşanlamlı olduğu belirtilmektedir. O dönem toplantısında bulunan Suriyeli bir delege şunları söylemiştir:

“Selfdeterminasyon hakkı prensibi maddesinin temeli olan ‘Halk’ kelimesi bir milleti oluşturan insan kümesini veya tek otorite tarafından yönetilen muhtelif milli gruplar karışımını ifade eder.”

Bazen “Halk” ve “Ulus” kavramları arasında ayrılık belirlemeleri yapıldığında, kavramların gelişkin bir birliği temsil ettikleri görülür.

Birleşmiş Milletlerin dokümanlarında “Halk” kavramı hukuki münasebetlerde olduğu gibi (bazen harf yorumu bile çok önemlidir) tabii olarak ağır basmaktadır.

“Halkın” Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibinin hukuksal yorumu, bir halkı belirleyen özellikleri (ırk, dil, kültür ve tarih) göz ardı edemez. Söz konusu halkın “Selfdeterminasyon” talebi, tarihte daha önceleri bir devlet veya politik bir birlik oluşturmuşlarsa daha da güçlü bir nitelik kazanır.

Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkına aday olan bir halk, kural olarak kendini güç bir durumda bulur. Söz konusu halk, bir yandan Dünya Devletlerini Kendi Kaderini Kendi tayin hakkına laik bir toplum olduğuna ikna etmek, diğer yandan da, Ana devletin toprak bütünlüğünün korunmasının gerekli olmadığına (çünkü Ana devlet sömürgeci durumundadır, çünkü Ana devlet mutabıktır, veya merkezi idarenin baskıcı politikası diğer güçlerin desteğini engellemektedir) çalışır. Ana devletin toprak bütünlüğü ve bağımsızlık talebi pratikte öncelik hakkı ile yorumlanır.

Buradan çıkarılacak netice şudur: Bazı hukuki durumlarda, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, mutlak bir hak değildir. Bağımsız Devlet anlamında, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, Devletlerarası hukuki kurallarla korunan (toprak bütünlüğü, milli birlik ve çelişkilerin barışçıl çözümü gibi) değerlerden önce gelemez ve akla uygun hükümler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibinin aleyhinde ve lehinde olan olguları göz ardı etmemek gerek.

Diğer bir yanda, bir Devletin sınırları dahilinde Otonomi ile ilgili Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, bir önceki duruma karşın o kadar da komplike değildir. Bu durumda merkezi devlet, bağımsızlık ve toprak bütünlüğü talebinde bulunamaz, yalnız otonomi talebinin lehinde veya aleyhindeki olguların karşılaştırılması ve talebin geçerliliği de söz konusudur.

İsyan Hakkı (Başkaldırı Hakkı)

Birleşmiş Milletler Anlaşması ve Birleşmiş Milletlerin pratik uygulamaları, bilhassa azgelişmiş ülkelerce (geri bıraktırılmış ülkelerce) sömürgeci Devletin baskısına karşı serbest olmada (kurtuluşta) sadece prensipte değil aynı zamanda fiziksel hakkın; diğer bir değişle, isyan hakkının olduğu yorumlanır.11

Devletlerarası hukuk, bir hukuk düzeni olarak, Devletler ve devletlerarası hukuki temsile sahip gruplar arasında, değişik devlet sınırları içerisindeki bölgelerde politik gelişim düzenleyemez. İsyan hakkı veya devrim hakkının potansiyel olarak mümkün olmasını, devletlerarası hukuki kurallar takip etmez, tam tersine, merkezi devlet ve muhalefet gruplarının bir iç meselesi olarak, devletlerarası hukuk kurallarının yokluğunda cereyan eder. Devrim hakkını, genellikle “yüksek hukuki prensip çağrısı” takip eder.12

Bir kurtuluş hareketi, Devletlerarası arenada, gerek örgütsel yapısıyla ve gerekse statüsüyle, Devletler ve devletlerarası organlar tarafında kabul edilirse, De Facto (ve belki de De Jure) devletlerarası hukukta muhatap olarak itibar görür. İnformel olarak, kendi halkı üzerinde politik yetkiye sahip (kendi topraklarını kontrol etmelerine rağmen), devletlerarası camiada kabul edilen ve Birleşmiş Milletlerde gözlemci statüsü olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), buna iyi bir örnektir.13

Devletlerarası hukuk kurallarının beraberinde getirdiği karakter ve statüde (tabii ki, bir devletinki kadar belirleyici değildir), kurtuluş örgütünün, en azından devletler için geçerli, devletlerarası hukuki prensipleri kabul ve riayet etmesi de gereklidir. Örneğin; şiddetten men ve sorunları barışçıl yollardan çözme yükümlülüğü gibi. Devletlerarası hukuki normlar sistemine göre, yalnız sömürge çelişkileri ve ulusal azınlıkların sorunları değil, aynı zamanda yabancı işgalci güçler ve o ülke halkı arasındaki sorunlar da dahil, barışçıl yollarla çözülmesi esası doğrultusundadır. Bir halk haksız olarak işgale uğrarsa, silahlı mücadele hakkından men edilemez; aynı şekilde devletlerarası hukuki muhatap statüsüne sahip ulusal kurtuluş hareketleri, devletlerarası hukuk sistemi içindeki sorumluluğundan kaçınarak, mevcut sorunun barışçıl çözümüne engel olamazlar. Fakat buna rağmen mevcut sorunlar silahlı çatışma durumuna dönüşürse, kurtuluş hareketleri de, savaş kanunlarına göre hak ve sorumluluklar esasına göre muhakeme edilir ve aynı zamanda silaha davrandığı için de devletlerarası prensiplerle uygunluk içinde eleştirilir.

Devletlerarası hukuki temsilci statüsü olan ulusal kurtuluş örgütleri, Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın, şiddetten men kapsamına girmesine rağmen, bu görüş, Üçüncü Dünya ülkeleri tarafından destek görmemektedir. Birleşmiş Milletler, 1974’te oybirliği ile kabul ettiği bir karar metninde, saldırganlık kavramı tanımlanırken (consensus tekste), şöyle denmiştir:

“Bu tariftekiler hiç bir şekilde … zorla bu hakları ellerinden alınan ve Dostça ilişkiler ile ilgili Uluslararası Kanun Prensipleri üzerine Deklarasyon’da (Decleration on principles of International Law concerning Friendly Relation) kendilerine atıfta bulunulan halkların, özellikle sömürgeci halkların Selfdeterminasyon, özgürlük (freedom) ve bağımsızlık (independence) ve yasada (carter) ifadesini bulduğu şekli ile, haklarını ortadan kaldırmaz, yine aynı şekilde, yasa’nın prensipleri doğrultusunda ve yukarıda bahsedilen deklarasyona uygun olarak, bu insanların haklarını elde etmek için mücadele etmeleri ve destek arama ve alma haklarını etkileyemez14”.

Ezilen halklar, mücadelelerinde haklı olarak, gerek politik ve gerekse silah kullanma hakları açık olmazsa da, kapalı olarak yukarıdaki metinde belirtilmektedir. Burada şiddet, idare eden gücün silahlı baskısına karşı, sadece nefsi müdafaada, tabii bir reaksiyon olarak yorumlanabilir. Devletlerarası Hukuk prensibi, Kurtuluş örgütlerine devletlerarası temel ölçüler hakkını uygulama ihtimalini beraberinde getiriyorsa, Birleşmiş Milletler Anlaşmasında söz konusu şiddet yasağı ve genel anlamda kendini müdafaa etme hakkı, hareketin tüm çalışmalarında geçerlilik kazanır.

Savaş kanunları hakkında 1977’de düzenlenen bir konferansta, diplomatlar inatla Cenevre Konvansiyonuna, savaş kurbanlarını kapsayan bir ek protokol imzaladılar. Protokol 1’in uygulama sahasına şunlar girmektedir:

“4… Birleşmiş Milletler Anlaşmasında belirtilen Devletlerarası beraber çalışma ve kardeşlik bağları yasası, yine Birleşmiş Milletler Anlaşma ve açıklamalarında yer alan Devletlerarası Hukuk prensibine uygunluk içinde, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı için, sömürgeci baskı, işgalci güç ve ırkçı rejimlere karşı güdülen silahlı çatışmalarda15”.

Savaş Kanunları veya İnsani Yasa’lar, silahlı çekişmelerde, savaşta silah kullanma hakkı olan bir veya bir diğer gücün yanında prensip olarak yer alıp taraf tutmaz. Bu, şu anlama gelir; savaş devam etmektedir ve bu durumda standart bazı insani ölçüler geçerlidir.

Savaş, Devletlerarası hukuk yasasına uygunluk içinde, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı için ise, Ek protokol, kurtuluş hareketlerini savaşta, savaş yasalarına göre hakları ve sorumlulukları olan bir güç olarak kabul eder. Kendi Kaderlerini Kendi Tayin Etme Hakkı için burada silahlı mücadele hakkı belirlenmektedir. Ancak bunun kapsamı, Protokol’de kurallarıyla belirlenmemektedir. Şu kadarı açıkça belirlenmektedir ki, sömürgeci devlet veya silahlı saldırıya karşı, nefsi müdafaada silah kullanma hakkı, devletlerarası modern hukuk prensibinde açıkça yer almaktadır. Her türlü sömürgeci baskı, az gelişmiş ülkelerce (hatta silah kullanılacak bir durum sözkonusu olmazsa bile) saldırganlık olarak yorumlanıp, buna karşı kendini koruma belgesi ileri sürülmektedir. Bu yorum olduğu gibi Ek protokol 1 de, madde 1(4)’de yazılıdır. “Halklar, sömürgeci dominans (hakimiyetine) ve yabancı işgaline” karşı mücadele etmelidirler deyimi, kendini müdafaada şiddeti de kapsamına almaktadır. Fakat aynı karar, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı eriminin (menzilinin), Birleşmiş Milletler Anlaşması ve Kardeşlik Bağları Deklarasyonunun kurallarına uygunluk içinde olmasını da açıkça yorumlamaktadır. Burada, yine barışçıl çözümler, Kurtuluş Hareketlerinin potansiyel uygulamalarında odak teşkil etmektedir.

Yardım (Assistance) Etme Hakkı

Merkezi devlet/Ana devlet, başka halkların Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkını silah zoruyla elinden almamakla yükümlüdür. Bu konuda silah kullanmama prensibine de, şartsız saygılı olmalıdır. Yükümlülüğe rağmen bir Devlet zor kullanıyorsa, böylesi bir durumda, Kardeşlik Bağları Deklarasyonu, zora maruz kalan halka, Dünya Devletlerinden yardım talep etme ve alma olasılığını öngörür.

“Selfdeterminasyon hakkının elde edilmesi sürecinde, hakim harekete karşı, harekette bulunan ve direnç gösteren halklar, yasa’nın prensiplere ve gayelere uygun olarak, devlet arama ve alma hakkına sahiptir16”.

1974’te “Şiddet” kavramını tarif eden Genel Kurul, yardım hakkını tasdik etmiştir. Bir önceki satırda görüldüğü gibi tarifte sözkonusu halkların, haklarına olumsuz tesir edecek bir şey yoktur. “Yasa’nın prensipleri ve gayelerine uygun olarak destek arama ve alma hakkına sahiptirler.”

Bir Devletin, Kurtuluş Hareketlerine, silahlı yardım vermesi sözkonusu olunca, sorun gündeme gelebilir. O zaman büyük bir olasılıkla 77’ler Grubu diye tanımlanan Devletler (Birleşmiş milletlerdeki az gelişmiş ülkeler grubu), soruna olumlu cevap vereceklerdir. Şiddete açık bu tavır Anlaşmanın 2(3) maddesiyle bağdaşmamaktadır. Bundan böyle, günümüzde tüm üye Devletlerin “Kendi uluslararası sorunlarını, barışı, güvenliği ve adaleti tehlikeye düşürmeden barışçı yollarla   çözerleri” prensibi öngörülmektedir.

Kurtuluş hareketlerine askeri yardımda bulunan bir Devlet, diğer Devlet ile Kurtuluş hareketi arasında sorun yaratır ve eğer varsa, mevcut sorunu daha da derinleştirebilir. Böylesi durumlarda,  Devletlerarası ilişkilerde askeri boyut yerine, diplomatik nüfuz ve barışçıl metotlar denenmelidir. Bu tip davranış ve düşünce tarzı, sadece Birleşmiş Milletler Anlaşmasına ters düşmemekte, aynı zamanda mizacına da ters düşmektedir. Birleşmiş Milletler Anlaşması maddeleri 2(3) ve 33’teki, barışçıl çözüm talebi, Dünya politikasında, kiminin haklı, kiminin haksız olduğunu anlatmak için değildir. Aynı şekilde, sömürgeci veya başka türden işgalci sorunlar da, yine barışçıl yolda çözülmelidir. Bu belirlemeler de, bir halkın Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkını kısıtlama anlamına gelmez. Sözkonusu halka yönelik olarak yapılan politik yardım, tüm Dünyada ve Birleşmiş Milletler’ de dikkate alınmalı ve yapılmalıdır da. Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, sadece bir iç sorun olmadığı gibi Devletlerarası bir husus ihtiva ettiğinden, Birleşmiş Milletler Anlaşmasının 2(7) maddesi, onu, angaje olmaktan alıkoymaz. Eğer Ana devlet ve ezilen Halk arasındaki sorun, Dünya barış ve güvenini tehdit eder bir düzeye gelirse, o zaman Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Anlaşmanın VII. Bölümüne dayanarak, askeri müdahalede bulunabilir.

Dünya politikasında, silah yardımıyla müdafaa edilmesi gereken Sömürgeci baskı altındaki bir halka yardım, aşırı bir örnek olarak 1961’de vuku buldu. Aynı yılın Aralık ayında, Portekiz’in sömürgesi, Hindistan’ın batısındaki Goa mıntıkası, Hint kuvvetleri tarafından işgal edildi. Yeni Delhi’deki Hint makamları, Goa’nın Hindistan’ın bir parçası olduğunu ve Goa halkına, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının yasaklandığını iddia etmekteydi. Hintliler, Portekiz sömürgesini, Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 2(4) maddesi’ne aykırı olmasına rağmen, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibi esasına dayanarak işgal ettiler. Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı elinden alınan bir halkı, silah zoruyla kurtarma, Yeni Delhi’de, Birleşmiş Milletlerin şiddet yasağının dışında kaldığı görüşü hâkimdi. Burada, Goa için Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, Hindistan’a bağlanmasının ötesinde bir başka anlama gelmedi (yani Hindistan’ın yanı sıra bağımsız bir Devlet olmadı). Israrla, her Hintli’nin, kendi ülkesinin tam bağımsızlığı için mücadele etme hakkına sahip olduğu iddiası ileri sürülüyordu ve o düşünce de hakimdi. Diğer yandan, Yeni Delhi’de karar vermeye  yetkili merciler, madde 2(4)’de karşı, iki açık durum dışında daha fazla istisnaları iddia etmenin zorunlulukların farkındaydılar. Bunlar şunlardı: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, silahlı yaptırım hakkı madde 42 ve üye devletlerin nefsi müdafaa etme hakkı madde 51. Bundan böyle, resmi açıklamalarda, Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının, delil ispatı iddiasında Anlaşmanın 51. maddesiyle açıklanıyordu. İlk bakışta, Goa’yı 1510 yılından bu yana sürekli işgal altında tutan Portekiz’e karşı, Hindistan’ın nefsi müdafaada bulunması gibi görünen bu müzakere şekli, temelde hukuki zorunluluklarla karşı karşıyadır ve belirtmek gerekir ki dayanaksızdır.

Burada ilk sorunumuz, “ara zamanla ilgili Hukuki hak” sorunudur. Bir kere devletlerarası Hukuk gereği, işgalci savaşlara 1920’den evvel yasak konmamıştı, aynı şekilde bu tip sorunların çözümünde, barışçıl yaklaşımlar ancak 1945’te ilk olarak yerine oturtuldu. Bu durumda, modern Devletlerarası Hukuk kuralları, bir devlete, daha evvel olmuş olayları kapsayan bir durumda, devletlerarası saldırganlık yasağına dayanarak, bir bölgeyi kurtarma tedbirlerinde, zor kullanma hakkı tanınamaz.

İkinci sorunumuz, devletlerarası hukukun etkinlik gücü prensibidir. Gerçek şu ki, Portekizliler, yüzyıllardan beri Goa’ya etkili bir şekilde hükmediyorlardı. Aynı zamanda bu bölgeye, geçerli bir hukuki hüviyet de vermişlerdi. Bu durum 1945’te Birleşmiş Milletlerin Tüzük esaslarına uygunluk içinde son bulacaktı. 1947’de Hindistan’ın Ulusal bağımsızlığından sonra “de Facto” bir ateşkes barış antlaşması mevcuttu ve Anlaşmaya göre bu, zor kullanarak kesilemezdi.

Hintlilerin, 1961 Goa müdahalesinde karşılaştıkları kapsamlı üçüncü esas sorun, Birleşmiş Milletler Anlaşmasında Devletlerarası Hukuki düzenlemelerindeki engellerdi. Bunlar, sorunların barışçıl çözüm esası ve, nefsi müdafaada silah kullanma talebindeki sınırlılık prensibiydi. Yalnız, “sömürgeci baskıya ve işgale” karşı kendini korumada ona müstakil hak verip hariç tutar.

Dışsal ve İçsel, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı

Tartışmalarımızın şimdiye kadar olan bölümünde, Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının dışarıyla ilgili bölümünü işledik. Yani Devletler arasında, daha önceleri politik bağımsızlıklarından men edilmiş ulusların durumuyla ilgiliydi. Bu sorun dış/devletler arası bir sorundur, çünkü bir halkın, uluslararası statüye erişme adaylığı üzerine kuruludur ve gayretleri de dışa yöneliktir.

Diğer yanda, İçsel Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı ise, mevcut devlet içindeki bazı münasebetlerde, meşru talepleri kapsamaktadır. Sözkonusu halkın Otonomiye adaylığı veya (eğer kendi Devletini kurmuş ve yerine oturtmuşsa), başka Devletlerin etki ve nüfuzu ile idare edilmemek Hakkı. İçsel Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkında kasıt, son söylenen görüş kastedilmektedir. Yani dışardan müdahale etmeme talebi, dışsal, Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkını gerçekleştiren bağımsız bir devlet, kendi politik yolunu seçme hakkına sahiptir ve diğer Devletler o halka saygı göstermekle yükümlüdürler. Son sömürgelerde, Kaderini Kendi Tayin Etme ile bağdaşan bu talep, aynı şekilde daha önce işlenen başka devletlerin iç siyasetlerine müdahale etmeme prensibi ile de bağdaşmaktadır.

Dışsal Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı, yapı itibariyle farklılıklar göstermektedir; bu bapda, tüm dünya devletlerine sorunu çözmede aktif rol olma yükümlülükleri düşer. Yani bir halkın bağımsızlığa kavuşma talebine, Ana devlet kolaylık sağlamalı ve diğer Devletler de, bu talebi desteklemelidirler. Öte yandan, İçsel Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı talebinde, Dünya Devletlerinin pasif bir tavır takınmalarının yanı sıra, o devletin iç işlerine müdahale etmemek ve sözkonusu halkın, kendi gelişim sürecine kendi karar verme talebi de sözkonusudur(18). Bu görüşe göre, dışsal Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, aynı zamanda otonomi hakkını da kapsamaktadır. Tüm Dünya ülkeleri,  Halkların Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı ve İnsan hak ve özgürlüklerinin gelişiminde yardımcı olmakla yükümlüdürler (Birleşmiş Milletler Anlaşması madde 56). Bu da, ancak halkların bağımsız ve Otonomi hakkını desteklemekle gerçekleşebilir.

Dışsal Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı tarif edilirken, 1974’te saldırganlık kavram tarifine göre üç ayrı Halk tipini kastetmektedir: Sömürgeci baskı altında olanlar, ırkçı bir rejimin baskısı altında olanlar (burada Güney Afrika’daki bir beyaz azınlığın siyahlar üzerindeki tahakkümü kastedilmekteydi), ve yabancı hakimiyeti (dominance) altındaki halklar (burada İsrail tarafından işgal edilen bölgelerde oturan Filistinliler kastedilmektedirler). Burada anlaşıldığı gibi, Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının antikoloniyal prensibi, bir yerde değerini yitirmiş durumdadır. 1955’te 11 nispi idare bölgesi, Birleşmiş Milletlerin kaydında mevcut iken, 1991’in başında sadece Mikronesia’da küçücük bir ada olan Palau, Amerika Birleşik Devletleri’nin nispi idaresi altında görünerek, bu idari bölgelerin sayısı bire inmiştir. Diğer nispi idari bölgeler şu veya bu şekilde özerklik kazanmışlardır. Eski İngiliz ve Fransız sömürgelerinden ancak birkaç ada veya ada grupları mevcuttur (İngiliz Bakire Kadınlar Adası, Pitcaim, Mayotte, Yeni Kaledonie, Fransız Polinesiyası, Wallis & Ftauna). Günümüzde, Halkların Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibi için, uygulamada yeni tip halk kuşakları ve bölgeleri sözkonusudur: Geleneksel Sömürge Devlet ve Sömürgeci Devlet karaktere sahip olmayan devletlerin sınırları dahilinde yaşayan, baskı altında tutulan Halklar veya Ulusal azınlıklar söz konusudur.

Kürdistan

Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, mevcut Koloniyal içeriğinin dışında, sözkonusu halkın bilhassa kendisi ve diğer Devletler tarafından bir devlet olma varsayımının kabul edilmesi gerekir. Günümüz Dünya politikasında, aktüel adaylardan Filistinliler/FKÖ, gerek devlet, gerek ulus ve gerekse devletler arası bir aktör olarak kabul edilmeleri için, özel bir konum taşımaktadır. Diğer uluslara gelince, Dünya Devletleri daha hassas tutumlu ve dikkatlidirler.

Günümüzde sayıları 20 milyonu aşkın insan kendini Kürt olarak kabul etmektedir. Kürtler aşağı yukarı 500.000 km 2’ lik bir alanda yaşamaktadırlar. Bu alan Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunu Suriye’nin Kuzeyini, Irak’ın Kuzey ve Kuzeydoğusu’nu, İran’ın Kuzeybatısını ve eski Sovyet sınırları içinde bir kaç ufak bölge bu alanın kapsamına girmektedir. Bu alan tarihte çok eskilerden bu yana Kürdistan diye adlandırılmaktadır.

Tarihine göre Kürtler, bölgede M.Ö. 3400 yıllarından beri yerleşik, çeşitli Hint-Avrupa halklarının uzantılarıdır. Yüzyıllardan beri, bölgedeki başka halklarla da karışan Kürtlerin, etnik ilintilerini, ilişkilerini kestirmek oldukça güçtür.

Hint-Avrupa dilerinden olan Kürtçe, Farsça ve Afganca ile İrani diller grubuna girer. 600’lü  yıllarda, bu dillerde edebi metinlere rastlanır. Kürt edebiyatında ustaca bir çalışma olan Mem û Zîn’ de 1600’lü yılların ürünüdür.

Zamanla bölgede yaşayan diğer halklar, coğrafik olarak onlara sınır teşkil eden halklarla kaynaşıp kaybolmalarına rağmen, Kürtler kendi kültürel kimliklerini korumuş ve kendi bağımsızlıklarını sürekli olarak talep etmişlerdir. 1898’de tarihte ilk olarak bir Kürt basını gün ışığını görmüştür. Kürtler herhangi bir ortak alfabe kullanmamaktadırlar. Türkiye ve Suriye Kürtleri Latin alfabesini, Irak ve İran Kürtleri Arap alfabesini ve Transkafkasya Kürtleri kiril alfabesi kullanmaktadırlar.

İslam’ın yayılışı 600’lü yıllarda Kürdistan’a da yetişti ve ondan sonra Kürtlerin çoğunluğu Müslümanlığı kabul ettiler.

Kürt toplumunu, güçlü aile bağları ve aşiret reisliği idaresi teşkil eder; toplumda, Aşiret ve Kabile yapısı sosyal yaşamda belirleyicidir. Aşiret yapısı ve Aşirete bağlılık, gelişen Kürt milliyetçiliğinde karmaşık bir durum yaratmıştır. Çağlardan beri, gelişerek şekillenen bir çeşit ulusal karakter, edebi eserlerle güçlenerek, Kürt (Aşiret emirliklerin) Aşiret beyliklerinin birliği, bir ulusu oluşturma fikri doğrultusunda neticelenmiştir. Osmanlı İmparatorluğunu zayıflatmak için, Rus Çarı, Kürtler arasındaki bu gelişime kendi menfaatleri doğrultusunda destek vermiştir. Fakat Kürtler arasında, birleşik bir Kürdistan’a olan inanç, İslam’a olan inançtan ve bağlılıktan daha ağır basmayınca, bu düşünce de neticesiz kalmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nda, Türkiye savaştan yenik çıkan Devletler arasında idi. Başkan Wilson Deklarasyonu 12. maddesi, dağılan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki azınlık ve Milletlere, Otonomi verilmesi hakkındaydı. 1920’de Sevr (Versay’ın yakınında) barış antlaşmasıyla Türkiye’nin büyük güç olması tasfiye edildi. Antlaşmanın 3. bölümü “KÜRDİSTAN” başlığını taşıyordu ve Kürtlere, Kürdistan’da bölgesel Otonomi hakkını şart koşuyordu19. Hatta, savaşı kazanan güçler, bağımsız bir Kürt Devletini tanıyacaklarını beyan ettiler; fakat gelişmeler o yönde olmadı. Türkiye’deki inkılap hareketlerinden dolayı, Sevr Antlaşması hiç bir zaman uygulamaya geçemedi. Ancak Irak’ta, İngiliz Manda sisteminin çerçevesinin içinde 1922’de bir Kürt Otonomisi gündeme geldi. Ahalisinin %85’i Kürt olan eski Musul Vilayetine, kendi idaresini oluşturma teklifi yapıldı. Resmi olarak, bu hususta Milletler Cemiyeti’nin Genel Kurulunda, Manda idaresiyle yükümlü İngilizlere bir Deklarasyon verildi.

1925’te (Türkiye ve Irak arasındaki sınır kesinlik kazanınca), Musul sorunu da karara bağlandı. Bölgedeki Kürt halkına bölgesel Otonomi hakkı verildi ve İngilizlere, bu plânı nasıl uygulayacakları hakkında Genel Kurula devamlı bilgi verme tembihinde bulundu. Netice itibariyle, 1929’a kadar nispi bir Otonomi vardı. Ancak, 1932’de tam bağımsızlıklarına kavuşan Irak’ın Bağdat yönetimi dışında, Kürtlere teklif edilecek, ikinci bir seçenek artık kalmamıştı. Fakat Iraklılar, Milletler Cemiyetine, Irak sınırları içerisinde, Kürtlerin özel azınlık haklarından faydalanacaklarını taahhüt ettiler20.

Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, Kuzey Irak’ta efsanevi lider Mustafa Barzani’nin liderliğinde, İkinci Dünya Savaşı döneminde, tekrar bir isyan şeklinde başladı. Barzani, kuvvetleriyle İran topraklarına geçmeye mecbur edildi. İran’da 22 Ocak 1946’da Mehabad Kürt Cumhuriyeti ilân edildi. Yeni Cumhuriyet,  kuruluş döneminde Sovyetler Birliğinden politik ve askeri yardım gördü. İran birlikleri 17 Aralık 1946 da bölgeye zorla girerek hükümeti düşürdüler ve Cumhuriyete son verdiler. Haziran 1947’de Barzani seçkin askerlerle (Permerge), sınırı aşarak Sovyetlere giriyor. Kürt ulusal tarihinde “Beş yüzlerin dönüşü” efsanevi bir yer almaktadır. Barzani maiyetindekilerle birlikte Sovyetler’de siyasi mülteci olarak 11 yıl kalır. Barzani 1958’de Irak’a döndü ve daha sonra Peşmergeleriyle (ölümü hiçe sayan) tekrar bağımsız Kürdistan için silahlı mücadele başlattı.

Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Halkların Kendi Kaderlerini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibi, Kürtlerin durumuna ve tarihi gelişmenin şu ana kadar gösterdiğine göre, bir yönüyle uygulanmak istenmiş gibi görünmektedir (Sevr barış antlaşmasıyla ve Milletler Birliğinin 1925 kararıyla). Diğer yandan pratikte bu prensibin vasıtasıyla bazı otonomi girişimlerin (Irak’taki bölgesel idare) dışında başka bir anlam taşımadığını da görüyoruz. Buna bağlı olarak daha 1926’da, Bağdat’ta yayımlanan bir bildirgede, azınlık halkların, kendi dillerinde serbest olma hakkı taahhüt ediliyordu. Ancak bu da, daha sonra politik gelişmelerin sonucu baskıyla sonuçlanıyordu. Bu tür baskıların en büyüğü de Türkiye’de olmuştur.

Kurumlaşmış Devletler Birliği, Sevr Barış Antlaşması hükümlerini hayata geçirmediğinden, bölgedeki Kürtlerin, Devletlerarası Hukukun muhatabı olarak, statüsünün varlığının gündem dışında  kalması, Kürtlere yönelik herhangi geliştirici faaliyet güdülmesine imkân sağlamamıştır. Yani Kürtler, kabul edilir bir politik birlik sağlamada veya dışarıya karşı dayanıklılığını ispatlamada ve aynı zamanda Devletlerarası ilişkiler sağlamada yoksun kalmıştırlar. Eğer öyle bir durum olmuş olsaydı, bugün Kürt Ulusal Hareketi, şöyle durup geriye bakabilecek bir perspektife sahip olacaktı. Diğer yandan Mehabad Kürt Cumhuriyeti bir yıl yaşamıştır (OcakAralık 1946). Fakat gelgelim ki, bir Devletin, göstereceği dayanıklılığı ve politik bağımsızlık talebini gösterebildi mi?… Bu husus tartışmaya değer. Bu esastan hareket ile bu gün yaptığımız araştırmalarda ve gözlemlerde, Mehabad Cumhuriyeti’nin, politik birlik ve bağımsızlığın yanı sıra Devletlerarası ilişkilerde de başarılı olduğu şüphe götürmez. Bu anlamda Kürtleri Devletlerarası Hukuk muhatabı olarak görmemek mümkün değil. Kürt Milliyetçiliğinin bu somut ifadesi, legal bir perspektifi göz ardı edilmeyecek derecede önem taşımaktadır.

Eğer bir ulus tarafından, bölgesel kontrol ve kendini idare etme vakaları, kendi devletleri veya Otonomi kurma taleplerinin, daha evvelki tarihlerde olduğu ispatlanır ise, istem, sağlam temel üzerine olur.

Günümüzde yaşadıkları Devletin sınırları içerisinde politik baskılara uğrayan (bir ulus), ortak dil ve kültür mirasına sahip, kendine has özel izlenimleri olan Kürt halkının, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkını ciddiye almak mecburiyetindeyiz. Devletlerarası hukuksal hakkın minimal talebi doğrultusunda, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkını, bölgesel Otonomi şeklindeki Kürt istemi, aynı zamanda Milletler Cemiyeti’nin 1925 bildirgesi ve Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 76. maddesiyle aynı doğrultudadır. Böylesi bir çözümü beklerken, Merkezi idareden, Birleşmiş Milletler 1966 Konvansiyonu’nun 27. maddesine istinaden, vatandaşlık ve politik hak ve özgürlüklerini kesinlikle isteme talebinde bulunmalıdırlar21. Yani Kürt ulusal azınlıkları, yaşadıkları çeşitli ülkelerde, kendi Dil, Kültür ve Dini haklarını kullanmada tamamen serbesttirler ve ülkedeki diğer vatandaşların sahip oldukları, kişi hak ve özgürlükler hakkının korunması garantisine şartsız sahiptirler.

(* Stockholm Üniversitesinde Devletlerarası Hukuk Profesörlüğü yapmaktadır. Daha önce Dışişleri Bakanlığında uzun bir dönem Bakanlık müşavirliği yapmıştır.)

Kaynak: Serbestî degisi

İsveççe’den Çeviren: Bilal Görgü

*) Aland Adaları, Güneybatı Finlandiya’da Ahvenanmaa Özerk Bölgesi’ni oluşturan takımadalar. (Serbestî)

*) Charter of the United Nations” Charte des Nations Unies” (Serbestî)

*) “Declaration on the Granting of Independence to Colonial Countries and Peoples” ( Serbestî)

**) Intenatinal Covenant on Civil and Political Rights” (Serbestî)

***) Optional Protocol to the International Covenant on Civil and Political Rights” (Sesbestî)

Kaynaklar

1) Ian Browline, An Essay in the History of the principel of SelfDetermination, Grotian Society Papers, 1968, The Hafie, s. 92.

2) Johannees Eriksson & Wilhelm Virgin Ilandefnger 19171921, Stockholm 1961, s. 2934.

3) Browlie a s. 93. Eyassu Gayim, The United Nations Law on SelfDetermination an Indigenous Peopels, 51 nordiek Tidskrift för International Red 1982, s. 53.

4) The Fourteen Points, Wilson’s Address to Congress January 8, 1918, Documents of American History, New York 1949, s. 318.

5) İbid, s. 319.

6) Brita Skottsberg, FN och Kolonialproblemen, Vşridapolitikens dagefriger 1956, Nr. 89, s. 618.

7) Rosalyn Higgins, The Development of International Law Through the Political Organs of the United Nations, London/New York/ Toronto 1963, s. 90103. Rige Sureda, Teh Evolution of the Right of Self Determination, s. 26.

8) Feliç Chuks Okoye, International Law and teh New Afrika States, London 1972, s. 106.

9) Manoucher Ganji, International Protection of Human Rights, Geneve 1962, s. 197.

10) Cit av Ganji, a a, s. 198.

11) Roselyn Higgins,  a a, s. 211.

12) Rupert Emerson, SelfDetermination, 65 American Journal of International Law 1971, s. 474.

13) Yüz devleti aşkın, Türkiye’de dahili olmak şartıyla, Filistinleri Birleşmiş Milletler nezdinde Devlet statüsüyle kabul ettiler.

14) General Assembly esolution 3314, December 1974.

15) Genèvekonventionerna 12 augusti 1949, artikel 1(4), SOU 1979; 73, s. 265.

16) General Assembly Resolution 2626, Oktober 24, 1970.

17) Guincy Wright, The Gao Incident 56.

18) Lee C Buchheit, Secession, The Legitimacy of SelfDetermination, Neü Haven & London 1976, s. 14. Rupert Emerson, 65 Ajil 1971, s. 465. Patrick Thornberry SelfDetermination, Minorities, Human Rights, 38 ICLG 1989, s. 869.

19) Lee C. Buchheit, Secession, The Legitimancy of SelfDetermination, New Haven 1978, s. 153162. (Official Dokuments).

20) 13 League of Nations Official Journal 1932, s. 134260.