Bu duruma Kürtlerin cephesinden bakıldığında çok net olarak görünen, bunun “aile içi’’ bir kavga, Kürtlerin de bu kavganın dışında olduğudur.

Sosyolog Mücahit Bilici’nin “Hamal Kürd” kavramsallaştırması (aynı adla kitabı yayınlanmıştı) ve  akademisyen Sharo Garip’in 2018 yılında Gazete Duvar’da yayınlanan “Kürt Siyasetinde Sol Kayyımlar” başlıklı yazısı ile HDP’nin “Türkiyelileşme” konseptine dönük başlayan ve zaman zaman yeniden gündemleşen tartışmalar, geçtiğimiz günlerde Mücahit Bilici’nin bir yazısı üzerinden bu kez  seyri değiş(tiril)erek   “Kürt sağı”  tartışmalarına döndürüldü.

Eleştiri sahiplerinin HDP’nin Kürt kimliğini yeterince temsil etmediği vurgularına rağmen, onları sağ kimlikle tanımlamak ve bu tanımlama üzerinden saldırıya varan ithamlarda bulunmak, bu yaklaşımların niyeti hakkında kuşkular yaratıyor. Nitekim Bilici, bu tanımlanmadan duyduğu rahatsızlığını ifade ettiği son yazısında toplumun sağ ve solun dar kalıplarına hapsedilerek kategorize edilemeyeceğini ifade etti.

HDP’yi Kürt kimliğinin temsiliyetinin yetersizliği üzerinden eleştirmek, kişiyi kendi kimliğinden bağımsız olarak Kürt kimliğinin tarafında konumlandırır. Dolayısıyla bunu yapanın sağcı, solcu, demokrat ve hatta Türk olması neyi değiştirir?

Bu tartışmalara katılan HDP PM Üyesi Ender Öndeş’in Mücahit Bilici’ye cevaben yazdığı, alaycı üstenci yazı “aslanı kediye boğdurmak” olduğu halde Öndeş’in yazısına, partinin içerisinden hiçbir tepki gelmedi. Vaktiyle HDP’nin Eş Genel Başkanlığını yapmış olan Sezai Temelli’nin Mesud Barzani için sarf ettiği “puşt” ifadesine karşı da aynı tutum-suzluk sergilenmişti.

 ‘’Sağ’’ kimlik üzerinden yürütülen ve adeta düşmanlık içeren bu tavrın kaynağına değineceğiz elbette. Ancak sağ ya da başka bir kimlik olmasından ziyade, şunun şurasında birkaç yıldır Kürt meselesinde görünür olmaya başlayan kimliğin/kimliklerin sol olmaması ve bu alanda bir tekelin kırılmasıdır asıl mesele. Aksi halde Kürtler de diğer milletler gibi sol dışında çok farklı kimliklere sahiptir. Bu durumda solun dışında başkaca itirazların yükselmesi, bu itirazları haklı bir yerde konumlandırmaktadır. Bu itirazlar aynı zamanda bugüne kadar sol ideolojinin Kürtler üzerinden görünür kılınarak Kürt kimliğinin bir ideoloji için araçsallaştırılmasına yöneliktir. Bu tartışmalarda bile Kürtleri “Kürt” kimliği dışında bir kimlikle tanımlama ısrarı, Kürt kimliğini görünmez kılan bir nitelik (aslında amaç) taşıyor.

Nitekim ‘’Türkiyelileşme’’ konseptine dönük itirazlar, HDP’li Kürtler ve Türkleri ayrıştırarak Kürtleri her türlü farklılığına rağmen ortak bir zeminde buluştururken,  sağ kimlik tartışmaları ise Kürtlerin farklılıklarını bir çatışma nedenine dönüştürerek, HDP’li Türk ve Kürtleri birleştiren bir nitelik taşıyor.

Hatta bu konunun kullanışlılığı fark edilmiş olunacak ki iş, açıklamalarından dolayı Osman Baydemir’i, hatta söz konusu yazıları yayınlayan Gazete Duvar’ı sağa hizmet etme ithamına kadar vardırıldı.

Öte yandan açıklamasında HDP’yi hedef almaksızın eleştirilerini devletin temel niteliklerine yöneltmesine rağmen, Baydemir’e saldırılması, saldıranların konumlandığı yeri netleştirdiği halde nasıl oluyor da HDP’li Kürtler hemencecik manipüle olabiliyorlar?

Bu sorunun cevabı; Kürtlerin Türk soluyla birlikte ortak bir zeminde (HDP) bulunurken egemen kimliğin baskısına maruz kalmasından başka bir şey değildir. Hatta bu temas Kürtleri solculaştırmanın ötesinde Türkleştirmiştir de. Bahsettiğimiz baskı taşla, sopayla değildir elbette. Mesela bir görüş sahibinin serdettiği fikirleri görmezden gelerek ona kimlik atfeden üsttenci tavrın kaynağı ne olabilir? Türk soluyla birlikte hareket eden Kürtlerin de neredeyse her sakallıyı, namaz kılanı, başörtülüyü sağda konumlandırma refleksinin nedeni ne olabilir?

Sanırım bu soruları yanıtlamak için kısa bir tarih okuması yapmak yeterli olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, Kemalistler ve Osmanlıcı – muhafazakâr iki ana akım arasında yaşanan iktidar mücadelesinin de tarihidir aynı zamanda. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana siyasal iktidar gerek seçimler, gerekse de darbeler yoluyla bu iki kesim arasında el değiştirip durmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eril yapısı, yukarıdan aşağıya dizayn edilmiş bu toplumun reflekslerinde de belirleyici olmuştur. Otoriterlik, tekçilik, yayılmacılık, kendi dışındakileri hasım tanımlayarak kendini dayatma politikaları ve ona reva gördüğü muamelede sınır tanımazlığın ulaştığı nokta, devlet-toplum ayırımından söz edebilmeyi dahi imkânsız hale getirmiştir. Öyle ki, aynı millet mensubiyeti dahi, bu toplumun farklı kesimlerinin birbirlerine akılla, vicdanla izah edilemeyecek her türlü kötülüğü yapmasına engel olamamıştır. ‘’Tek millet” mensubiyeti/kardeşliği “dışarı”dan bir düşmanın varlığıyla açığa çıkarak varlığını sürdürebilmektedir.

İktidar sopası Kemalistlerin elinde muhafazakâr kesimin bütün hak ve özgürlüklerini gasp etmenin ve “Cumhuriyet değerlerine bağlı Kemalist bir nesil yetiştirme” aracı olmuşken, muhafazakârların iktidarında ise Kemalistlerin yaptığı zulümlere adeta rahmet okutarak, “dindar ve kindar bir nesil yetiştirme”nin aracı haline gelmiştir.

Bu süreçler doğal olarak Kemalistleri İslamofobik, Muhafazakârları da Kemalistfobik hale getirmiş ve bu amansız kavga günümüze kadar semboller üzerinden varlığını devam ettirmiştir.

Sözgelimi Karl Marx’ın (genelde söylediği bağlamından kopuk ele alınan) “din afyondur” tespiti doğrultusunda Türk Solunun “İslam” dışında herhangi bir dine dönük eleştirilerine tanık olduğumu hatırlamıyorum. Onlarla karşılaşmalarınızda şayet başörtülü iseniz, namaz kıldığınız biliniyorsa veya konuşmalarınız İslami bir jargon içeriyorsa, sakallıysanız, kendinizi onlara açıklamak, onlarla bir iş yapmak veya bir konu etrafında tartışabilmenin ilk koşulu oluyor adeta.  Aynı şekilde Muhafazakar İslamcılara emek, ekoloji gibi alanlardaki hak taleplerinden söz ettiğinizde bu kez de dine karşı yaklaşımınızı açıklamak zorunda kalıyorsunuz. Kuşkusuz bu hastalıklı tutum kendi içlerinde sorgulanmalı, ancak konumuz bu değil. Konumuz dışarıdan iktidar-muhalefet gibi görünen bu iki kesimin mücadelesinde Kürtlerin konumudur.

Bu duruma Kürtlerin cephesinden bakıldığında çok net olarak görünen, bunun “aile içi’’ bir kavga,  Kürtlerin de bu kavganın dışında olduğudur. Son tahlilde Türk kimliğinin egemenlik sınırlarının tehdit edildiği meselelerde bu kesimlerin arasındaki iktidar-muhalefet ikilemi, yerini “tek millet”in iktidarına bırakır ve bu noktada sağcı, solcu, Kemalist, Müslüman, liberal, feminist gibi kimlikler silikleşir. Çünkü onlar, artık “aynı gemide’’dirler! Hatta sistemin niteliği, aynı gemide olmayı adeta zorunlu kılar.

Bütün farklı kimliklerin aynı potada eritilmesi ve egemenliğin sınırları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendini tanımladığı kimlikler üzerindendir.

Devlet gerek anayasası, gerekse de uygulamalarıyla kendini tanımladığı Türk, erkek, İslam, Sünni, Hanefi, beyaz, burjuva vb. kimlikler üzerinden bir hiyerarşi kurar. Bu hiyerarşide yer alan bütün kimlikler, hiyerarşinin en tepesinde yer alan Türklüğün dar çerçevesinden yorumlanır. Buna göre; Müslüman, önce Türk, sonra Müslüman’dır.  Solcu önce Türk sonra solcudur. Feminist önce Türk, sonra feministtir. Evrensel olan ne kadar değer varsa, Türkleştirilir.

Yukarıdan aşağıya her bir kimlik, bir altındakini baskılar ve böylece “ideal vatandaş” tipolojisi oluşturulur. Devletin bütün imkânları bunu oluşturmak ve korumak için seferber edilir.

Bunun sonucu olarak da bir gayrimüslimin Müslüman olduğu durumlara çok rastlarız ama aksi durum söz konusu olsa dahi görünür kılınmaz (Geçmiş yıllarda eşiyle beraber Hıristiyan olma kararı alan biriyle tanışmıştım. Kendisinin ve eşinin bütün akrabalarının kendilerini reddettiğinden söz etmişti. Nedeni ise Bir Türk’ün nasıl olup da Hıristiyan olabileceği!).

Kimlikler arası bu denklemde salt değerler Türkleştirilmez. Kadınlar da erkekleşir mesela. Kimlikler arasında kurulan bu egemenlik ilişkisinde benzeşmenin(yer yer aynılaşmanın) egemen olanın lehine olması kaçınılmaz olur.

Kürt meselesi söz konusu olduğunda ise çok sık dile getirilen ve artık klişeleşmiş bir argüman vardır; “efendim sadece Kürtler değil ki, hepimiz eziliyoruz.” Burada “hepimiz’’den kastedilen devletin kendini tanımladığı kimliklerin dışında kalan Türk,  Müslüman,  Sünni, Hanefi, Erkek ya da Burjuva vs. olmayan aidiyetlerdir kuşkusuz. Bu aidiyetlerin dışından kalan ötekiler büyük kalabalığı oluşturmalarına rağmen, geride kalan bir avuç azınlığa asla güç yetiremeyeceklerdir. Zira bir birey birden fazla kimliğe sahip olduğundan, bir ve ya birkaç kimlikle ezilen olsa da, bir veya birkaç kimliğiyle egemen konumunda olabilir. İşte bu aşamada egemen kimlikleri ve bu kimliklerle olan aidiyetleri onları manipüle eder ve bütün örgütlenme imkânını ve ihtimalini tamamen ortadan kaldıran bir niteliğe bürünür.

Bu aşamadan sonra bu ‘’ötekiler’’i bir araya getirebilecek yegâne şey ancak Türklük aidiyeti ve onun ‘’birlik beraberlik’’ argümanı olabilir. Kürt, Arap, Laz, Çerkes gibi Türk olmayan kimlikler içerisinde birçok tarihsel ve güncel nedenden dolayı Kürtler özel olarak ayrıştırılıp başat düşman konumuna yerleştirilir. Dolayısıyla Türk kimliğinin tahkimi ve bu kimlik etrafında örgütlülük sağlanması ancak Kürt kimliği karşıtlığı üzerinden sağlanabilir.

Kürt kimliği söz konusu olduğunda, ortada ne solculuk, ne Müslümanlık, ne feministlik, ne özgürlükçü düşünce, ne de adalet kalır. Bu yanıyla hakikati çırılçıplak ortaya çıkaran bir turnusol işlevi vardır Kürtlüğün. Kürtlük salt içerideki evrensel anlayış iddiasında olan kesimlerin tavrını belirlemekle kalmaz, Türk Devleti’nin uluslararası politikalarının da belirleyicisi olur.

 Bu durum, çoğu zaman kendileri açısından da farkında olmadıkları (farkında olmamakla suçlanamayacakları) son derece dezavantajlı bir durumdur.  Barış Ünlü, ‘’Türklük Sözleşmesi’’ kitabında bu sözleşmenin dışına çıkmanın zorluğunu, tek istisnasının Sosyolog Dr. İsmail Beşikçi olduğu örneğiyle ifade eder.

Şüphesiz ki devlet, Türklük ve devletin ayrılmazlığının toplum tabanı tarafından içselleştirilmesi için bütün araçlarını kullanmıştır. Ancak bu ideolojinin topluma bu düzeyde nüfuzu, Cumhuriyet tarihiyle açıklanamayacak kadar uzak olduğu fikrini verir. Nitekim yayılmacılık, kan, toprak ve iktidarla yoğrulmuş kadim bir din geleneği de mevcuttur. Nitekim bundan hareketle Dr. Ali Şeriati Türklerin İslam’ı kabulüne dair “onlar İslam’a teslim olmadılar, İslam’ı teslim aldılar.” der.

Yukarıda sözünü ettiğim bu tarihsel çekişmede Kürtler, Barış Ünlü’nün deyimiyle, hiçbir zaman bu “milli mutabakat”a dâhil olamadıkları gibi, bu kavgayı yürütenlerin kendilerine karşı tek blok olduğunu görememelerinden dolayı da her biri bir tarafa konumlandı/rıldı. Böylece taraflarca araçsallaştırılarak gündemleri de “aile içi kavga’’da kimlerin iktidar, kimlerin muhalefet olduğu biçimde şekillendirildi. Aynı zamanda tarafların vekili olarak da birbirlerinin karşısında konumlandırıldılar.

Kuşkusuz Türk ve Kürt kimlikleri arasındaki bu egemenlik ilişkisinin ortak zeminlerde Türk kimliğinin lehine şekillenmesi alışıldık bir durum olup, HDP’ye has bir durum da değildir. Sıradan bir evlilikte dahi, süreç Türk olanın lehinde olacaktır. Hatta bu Türk olan taraf, egemen kimlikler hiyerarşisinde kendine yer bulamamış kadın dahi olsa durum farklı olmayacaktır. Çünkü kadın, kadın olarak kendi toplumunda dezavantajlı konumda olsa da, bir Kürdün karşısında Türk kimliğiyle egemen konumundadır. Bu tarz bir evlilikte çocukların Kürtçe konuşma olasılığının ne olduğunu tahmin etmek güç değildir. Dilerseniz çevrenize bir şöyle göz gezdirin, bırakın çocukları, Kürt olan tarafın dahi kendi kimliğinden uzaklaştığını, en iyi ihtimalde dahi Kürtçeyi gündeminden çıkardığını görürsünüz.

Bu tür ortak zeminlerde benzeşmenin, yer yer aynılaşmanın egemen olanın lehine olduğunu HDP üzerinden de görebiliriz. Çünkü konu buradan başladı. Ancak pek tabi ki bu durumun HDP’ye has olmayıp tüm evrensel önermeler için söz konusu olduğunun, tekraren altını çizmek isterim. Örneğin bu tarz zeminlere bir insan hakları alanında çalışan Mazlumder’de (takip edenlerin bildiği üzere) benzeşme veya aynılaşma sağlanamayınca yargının atadığı kayyım eliyle orada bulunan Kürtler otuz yıl emek verdikleri yapıdan tasfiye edildiler. Ya aynılaşırsınız ya da sizi kusarlar; arası deresi yoktur bu işin.

Konunun en başına dönecek olursak; HDP’nin Kürtleri, Türkleşmiş sol anlayışlarla ortaklaştırması onu süreç içerisinde sola değil, Türklüğe hizmet eden bir konuma getirdiği gibi, Türk sağının da, dindar Kürtleri onun karşısında konumlandırarak istismar etmelerine imkân sağlıyor. “Zerdüst’ün torunlarına karşı, Selahaddin’in torunları” sloganını hatırlayalım. Mele Mistefa Barzani’nin mücadele sürecinde Saddam da peşmergelerin karşısına “Selahaddin’in Aslanları”nı çıkarıyordu mesela!

Kürdistan’da din olgusunun neye tekabül ettiğini görmek için Türk muhafazakârlarının Kürdistan’da aldıkları desteğe bakmak yeterlidir.

Peki HDP’nin bu istismarı boşa çıkaran bir çalışması ya da argümanı var mı? Birkaç yıl önce kurulan Demokratik İslam Kongresi’nin hangi koşullarda nasıl kurulduğu bir yana, bu oluşum nasıl bir işlev taşıyor, hangi çalışmaları yürüttü?

HDP’nin milletvekilleri ve Parti üyeleri içerisinde başörtülü dindar Kürt kadınlarını kaç kişi temsil ediyor mesela?

HDP sürecine kadar Kürtleri dinleri ve milli kimlikleri arasında tercih yapmak zorunda bırakan bu siyasi gelenek,  HDP süreciyle beraber bırakın dindar kesimin temsiliyetini kaygı edinmeyi, Kürt kimliğinin temsiliyetini dahi tartışılır duruma getirdi.

HDP’nin söylemleri, uygulamaları, temsiliyet oranları ve çalışma alanlarının yoğunluklarının bize bu tartışmaların yerinde olup olmadığına dair yeterli veri sunacağı kanaatindeyim.

Sözgelimi, kurumsal çalışmalarda Kürtçe ve Türkçe’nin kullanılma oranları nedir?

Bileşenleri arasında kaç Kürt örgütü vardır?

Parlamenterleri ve PM yöneticileri arasında Kürtlerin oranı nedir?

Parlamenterleri ve PM üyeleri arasında bulunan Kürtlerin kaçı Kürtçe biliyor?

Kürt olan yöneticileri arasında Kürtlerin hangi farklı kesimleri, hangi oranda temsil ediliyor?

HDP programında Kürt ifadesi hangi bağlamda ve kaç kez geçiyor?

Çalışma alanları arasında yoğunluk oranı nedir?

Çalışma alanlarının oranına dair açıklayıcı bir örnek olarak; Sayın İdris Baluken, 2017 yılının Şubat ayında Cumhuriyet gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajda muhabirin sorusu üzerine: ‘’…. çalışmalarımızın yüzde 30’u Kürt meselesi ile ilgili, yüzde 70’i Türkiye’nin temel meseleleri ile ilgilidir.” diyor.

Baluken’in bu örneği, Türkiye Partisi olduklarını delillendirmek amacıyla vermesi, “yüzdeotuz” un dahi niteliğine dair kuşkular oluşturuyor.

Sırrı Süreyya Önder kuruluşu sürecinde partinin amacını “Kürtleri, Kürt milliyetçiliğinden arındırmak için HDP’yi kuruyoruz.” şeklinde ifade etmişti.  Peki, bu milliyetçilik kimlerin egemenlik sınırlarını tehdit ediyordu ve tehdit edecek düzeyde miydi sahiden? Hatta HDP Eş Genel Başkanlarından Figen Yüksekdağ’ın bir toplantıda kendilerine bazı öneriler sunan Mesud Barzani’ye “bu bizim iç meselemizdir” demesiyle çok açık bir biçimde Kürtlere (coğrafi olarak da) bir sınır belirleniyordu.

Türk milliyetçiliğinin hatta ırkçılığının sadece Kürtleri değil, Türk olmayan bütün milletleri tehdit ettiği bir sistemde, Kürtlerin milliyetçiliğini kendine dert edinmiş bir partinin Kürt ve Türkler arasında çifte standartçı uygulamalarının olması da kaçınılmaz olacaktı.

Nitekim Hasip Kaplan’ın HDP kongresinde seçilecek olan eş başkanların kimliğine dair söylemini ve dönemin HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ona ve onun şahsında Kürt kimliği hassasiyeti taşıyan Kürtlere verdiği cevabı hatırlarsınız.

Mesela Ahmet Şık’ın kamuoyuna açık bir biçimde partinin işleyişinin demokratik olmadığı, bu nedenle istifa ettiği açıklaması, parti üst yönetimince “anlayışla” karşılanmıştı hani.

Mesela, Küba lideri Fidel Castro’nun ölümü sonrasında cenaze merasimine bizzat temsilci gönderen Hdp’nin Şeyh Said’in son oğlunun vefatına ilişkin iki cümlelik taziye mesajı dahi yayınlanmaması dikkate değerdir. Fidel Castro’nun cenaze merasimine katılmak elbette olması gerekendir ama mesele haklılık haksızlık meselesi değil, sergilenen eşitsiz tutumların örneklendirilmesidir.

Söz gelimi seçim sonralarında oy desteği yetersiz bulunan illerdeki Kürtlerin “tırşıkçı” olarak nitelenmesine karşın, “Türkiye partisi”nin yöneticileri Samsun’daki, Ordu’daki, Kayseri’deki oy oranları karşısında onlara bu tür sitemde bulunmadığı gibi, oralardan alınan oylara ayrıca bir önem atfetmeyi ihmal etmiyor: el sütünde tutulması gereken emanet oylar!

Egemenin, tahakkümü altındakileri kendisine benzeştirmesi bir süreçtir ve bu süreç, kendileştirene kadar devam eder. Nitekim HDP’ye baktığımızda sadece Türk usulü bir solculuğu benimsediğini görmüyoruz. Bunun yanında Türkleştiğini ve hatta o jakoben, tek tipçi, eril refleksleriyle devletle benzeştiğini de gözlemliyoruz.

Bu yönde uygulamalarına teker teker girmeyeceğim. Mesela karar süreçlerine tabanını hangi yöntemlerle dâhil ediyor?  Kendisine dönük eleştirilere karşı tavrı ne? İşte bu yazının yazılma nedeni de bu değil mi? Kimlikleri ortada olan, bilinen tanınan birkaç yazar ve akademisyenin kimi yazılarında kendilerini eleştirmeleri karşısında ortaya koydukları tavır ortada. Geçtiğimiz günlerde Yeni Özgür Politika’da çıkan Ferda Çetin’in “Kim Bu Mezbele Takımı?” başlıklı yazısı, başlığından da anlaşılacağı üzere bu birkaç kişinin yazdıklarına cevaben hakaret, tehdit, itham, hedef göstermelerle dolu ibretlik bir örnek. Ferda Çetin sıradan konumda olan biri değil, halen söz konusu siyasete yakın yayınlarının başında olan ve bu siyasi gelenekten gelen biri. Türkiye’deki siyasal iktidarın mafya ilişkisini eleştiren HDP, kendisine yöneltilen eleştirilere karşın bu şahsın mafyavari bir üslupla kendilerini savunmasından rahatsızlık duyduğunu ortaya koymuş değil. Kaldı ki PM üyelerinin de daha naif bir üslupla da olsa benzer yazıları var.

Denilebilir ki, şu kadar yöneticisi içeride olan, milletvekilleri meclisten tasfiye edilen bir partiye yüklenmenin zamanı mıdır? Foucault’un deyimiyle “iktidar her yerdedir.!  Kendi iktidar alanınızda nasıl davrandığınız, egemenle yürüttüğünüz mücadele kadar önemlidir. Kaldı ki, siyasi bir partinin temsilcisi olarak yazmıyorum. Kimseyle rekabet ilişkisi içerisinde değilim.. Ancak bir Kürt olarak hangi alanda olursa olsun, benim adıma mücadele ettiğini iddia eden bütün yapıları değerlendirme ve eleştiri hakkım olduğunu düşünüyorum. Ve tekraren söylüyorum: Kürtlerin HDP üzerinden Türk soluyla birlikteliği noktasında sorun asla sol değil, solun iktidarcı ve Türkçü yorumu, bu ideolojiden fazlasıyla nasiplenmiş olması ve bunu her fırsatta yansıtmasıdır. HDP’nin Kürdistan’dan doğru bakıldığında “Türkçü” Türkiye’den doğru bakıldığında “Kürtçü” görünümü bunun en bariz kanıtıdır. HDP’nin  “Kürtçü” görünümden kurtulması için bu meseleyi tamamen gündeminden çıkarması gerekir. Aksi halde Kürtlerin karşısında muktedir konumunda olan bu kesim asla tatmin olmayacaktır.

Rusların çok bilindik bir sözü vardır; “ayıyı dansa kaldırırsan dans, sen vazgeçtiğin vakit değil, ayı vazgeçtiğinde sona erer.’’

Bu nedenle Kürtlerin bilmesi gerekir ki “…sadece bir direk bulup bayrak çekmeyi dert edinen..” söyleminin sahipleri, kendi bayraklarının direğe çekilmişliğini tartışma konusu dahi yapmazlar..

Unutulmamalı ki egemenlik ilişkisi içirişinde olunan durumlarda süreç ezilenin aleyhine geliştiği gibi, egemenin sınırlarını belirleyen en önemli unsur da yine ezilenin tavrıdır. Egemenlik, değerler üzerinden şekillenmez, onu şekillendirecek yegâne unsur güçtür.

Ez-cümle; Kürtler çok uğraştı ama Türk dindarlarını, solcularını değiştiremedi. O halde geriye kalan tek bir seçeneği Kürtlerin bir sözüyle ifade edelim:

 “Ez bi te nikarim, ma ez bi xwe jî nikarim!”

NURCAN AKTAY/AKTİVİST

Kaynak: www.Nerinaazad.com