Alexandre Dumas, Üç Silahşör adlı romanında; “Hayat, filozofun küçük dertlerden oluşan tanelerini gülerek çektiği bir tespihtir” diye yazar.

Pis kokuların sardığı dünyamızın halini anlamak için, Dumas’ın “gülerek” dediği şekilde değil, tiksinerek ve daha çokta düşünerek, yüreğimizde biraz sızı hissederek “dert” tanelerini gelin birlikte çekelim.

Kilise Babası Lactantius, Tanrının Öfkesine Dair adlı kitabında diyor ki: “Tanrı şu dünyadan ya kötüyü atmak istiyor, atamıyor; ya atabilir, atmak istemiyor; yahut ne atabiliyor, ne de atmak istiyor; ya da hem atabiliyor, hem atmak istemiyor. Atmak istiyor da atamıyorsa, bu güçsüzlüktür, ki Tanrının özüne aykırıdır; atabiliyor da atmak istemiyorsa, kötülük ediyor demektir, ki bu da özüne daha az aykırı değildir; ne atabiliyor, ne de atmak istemiyorsa, bu hem kötülük, hem güçsüzlük demektir; hem atabiliyor, hem atmak istiyorsa (Tanrıya yakışan biricik hal de budur), bu kötülük dünyaya nereden geldi?”

Kuşku yok, kötülük dünyaya insanın insanlaşmasıyla birlikte geldi. İyi ve güzel taraflarının yanında kötülük ve bok üreten bir yaratıktır insan. Yaşadıkça görüyoruz, olup bitenlerin çoğunu ekranlarda seyrediyoruz, yaşamın her alanında pislik ve çirkinliklere bolca tanık oluyoruz. Amiyane tabirle çelişkiler dünyasında yaşıyoruz. Birilerinin sıçmak için harcadığı parayla bir başkası bir yıl karnını doyurabilir. Sosyal ve siyasi reçeteler dertlere derman olamadı, genel bir karamsarlık hâkim. Gelir dağılımında makas sürekli açılıyor. Özdemir Asaf’ın dizesiyle söylersek, “Gözden sürme, kemikten ilik çalıyorlar”. İçerde ve dışarıda bir elin sayısı kadar becerikli şirket ya da insan dünya nimetlerinin yarıdan fazlasını lop ediyor, geriye kalanlar kemikle yetinmek zorunda kalıyor. Adil olmayan bu ekonomik paylaşıma paralel dünyada ve ülkemizde siyaset doğal olarak “buzul çağa” girdi.

Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi’nde yazdığı dönemi yaşıyoruz sanki. “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana -sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.”

Bugün yaşananlar da dünden pek farklı sayılmaz, dünya genelinde otoriter bencil liderler içini “bolluk” masalı, şoven söylemlerle doldurdukları bok dolu koca karınlı dünyayı bokböcekleri gibi yuvarlamaya, çizdikleri rotada ilerletmeye çalışıyorlar. Bu gidişat tarihin diyalektiğine aykırıdır. Otoriterler vaat ettikleri yerin cennet olduğunu söyleseler de inanmayın, gidilecek yer boktan bir yerdir. Hani türkümüzde söylendiği gibi: “Gübreliğe inip kalkan kargalar/Has bahçede gül kadrini ne bilir?”

Voltaire, Felsefe Sözlüğü’ünde farklı nedenlerle yazmış olsa da, sanki bugünün otoriter liderlerin bizi götürmek istedikleri boklu dünyalarını işaret etmektedir. “Suriyeliler erkekle kadının göğün dördüncü katında yaratıldıklarını, doğal yemekleri olan cennet yemekleri yerine kuru peksimet yemeye kalkıştıklarını hayal etmişler. Cennet yemeği gözeneklerden uçup gidermiş; ama, peksimet yedikten sonra helâya gitmek gerekiyormuş. Kadınla erkek bir melekten kendilerine helânın yolunu göstermesini rica etmişler. Melek onlara ‘İşte, demiş, buradan altmış milyon fersah kadar ötede, şu gördüğünüz küçük, nokta gibi küre yok mu? Evrenin helâsı oradadır; çabuk oraya gidin.’ Onlar da kalkıp oraya gitmişler, orada da bırakmışlar; işte bizim dünyamız da o gün bugündür bu hale düşmüş.”

Eski ABD Başkanı Donald Trump’da bir zamanlar iyi bir marifetmiş gibi, ırkçı güdülerle hareket ederek, göçmenlerle ilgili: “Neden bu bok çukuru ülkelerden insanları kabul ediyoruz?” diye serzenişte bulunmuştu. (12 Ocak 2018)

Şayet bok çukurlu bir dünya istemiyorsak, boktan heriflere bırakmamalıyız dünyayı: Daha fazla yanmadan. Bizlere “itaat et ve yaşa” diyorlar, itaat etmeyip onurlu yaşam arzumuzu haykırmalıyız. Çok açık, bu gidişin sonucu iyi değil ve kaçınılmaz olarak dünyada çok acılar çekilecek, daha fazla gözyaşları dökülecek, daha fazla kanlar akacak ve telafisi olmayacak moral ve maddi kayıplar olacaktır. Ama otoriterler boşuna hiç heveslenmesin, Dünya zalimlere yâr olmayacaktır. W. Shakespeare kötülüğün sonsuza kadar sürüp gitmeyeceğini Hamlet’te altın harflerle dile getirmiştir: “Tüm dünya birleşip örtmeye çalışsa da,/ Gözden kaçmaz kötülükler,/ Çıkar ortaya sonunda.”

Peki, ne yapmalıyız? Öncelikle umudumuzu yitirmemeliyiz, tarih yol arayana doğru yolu gösterir. Kötülüklere ve kötü gidişata karşı tarihsel iyimserliğimizi elden bırakmayalım ve zalimlere teslim olmayalım, hayallerimizden vaz geçmeyelim. “Hayal edilmez şeyler hayal edilmek için vardır” (J. M. Coetzee). Rüzgâr şimdi tersten esiyor. Olsun. Hayata dört elle sarılmalıyız. Elimizi vicdanımıza koyup tavrımızı belirlemeliyiz ve bilgiyle donanıp haksızlıklara karşı direnmeliyiz. Yaşadığımız yüzyıl, çetin sosyal mücadeleler yüzyılı olacaktır. Özgürlük altın tepside sunulmaz, inançlarımızı yüreklerimizde taşımalıyız.

İnançlarını yüreklerinde taşıyanlar değerlerini onurluca ileriye taşımaya, inançlarını yüreklerinde değil cüzdanlarında taşıyanlar ise insanları baskıyla yönetmeye çalışır.

Kaynak: https://www.3uncugoz.com/tarih-yol-arayanadogru-yolu-gosterir/