“Anadilim benim derim ve diğer diller ise giysilerimdir. İnsan ne zaman isterse kendi isteklerine göre giysilerini değiştirebilir ama derisini değiştiremez.” Antti Jalava

Baskın Oran hoca bir röportajında; “dil haklarını yasaklama başta olmak üzere vahim bir asimilasyon politikası uygulandı ve bu da Kürt azınlık bilincini diri tuttu” tespitinde bulunur (https://www.demokrathaber.org/ 26.03. 2018).

Eğer “Kürt azınlık bilincini diri” tutan etmenlerin başında Kürt Dili üzerindeki yasak geliyorsa, o zaman dilin ne kadar çok önemli olduğu da kendiliğinden anlaşılmış oluyor. Çünkü:

Dil, doğuştan gelen bir haktır, insan yaşamında hayati bir fonksiyona sahiptir ve iletişimdeki en temel araçlardan biridir. İnsan evladının hayatta kalma mücadelesinde kullandığı başlıca yöntemdir.

Dil, belirli kurallara göre bir araya getirilmiş sesleri ve işaretleri kullanarak gerçekleştirilen simgesel iletişim sistemidir. İnsanların kullandıkları dil (Türkçe, Kürtçe, Farsça, Arapça, Ermenice, İngilizce, Rusça, Çince…) bilgiyi iletmenin, bireysel ve ortaklaşa yaşanan deneyimleri paylaşmanın aracıdır.

Alman matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz, “dil, zihnin aynasıdır” der. Bence “zihnin aynası”ndan çok daha fazlasıdır, bir ulusun varoluşunun bizatihi kendisidir. Ulusu ulus yapan etmenlerin en başında dil gelir. Dil, kültürlerin yapıtaşıdır. Doğrudan bireyin kimliğiyle alakalıdır. Her uluslar kendi diliyle birlikte gelişip ilerler…

Ortaçağda Hıristiyan ümmetinin ortak kültür dili Latinceydi. Rönesans’la birlikte, Avrupa’da Hıristiyan ümmetinin birleştiriciliği çözülmeye başladı. Uluslar kendilerine has özelliklerini, kendi dillerini geliştirmeye giriştiler ve Latince ikinci sıraya düşmek zorunda kaldı. Ulusal diller halkların günlük anlaşma dili olmalarının yanında birer düşünme ve bilim dili oldu. Ulusal benliğin uyandığı toplumlarda yabancı öğelerden arınıp toplumun tarih içinde oluşmuş kendi öz değerlerini ortaya çıkarma eğilimi belirdi. Bu eğilim doğrultusunda ulusal kültür dilini kurmada gerekli olan gereçleri elde etmek için halk dilinden derlemeler, eski metinlerden taramalar yapıldı. Bu işleri düzenli olarak yürütmek için, Batı’da hükümetlerin desteklediği dil dernekleri ya da akademiler kuruldu.

İslam ümmetinin ortak kültür dili Kur’an dili Arapçaydı. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Türk Dili’ne yönelim oldu. “Türkçülüğün Esasları” (1923) kitabını yazan Ziya Gökalp’in bilim terimlerinde Arapçaya başvurulması gerektiğini bildirmesine rağmen bizzat Atatürk’ün emir ve çok yönlü katkısıyla 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu vasıtasıyla Batı’nın kavramlar sistematiğini karşılayacak bir dil oluşturulması için, yani Türk Dili için yoğun bir çalışma başlatıldı. Tabi bundan önce 1924’te Öğretim Birliği yasası çıkartıldı. 1928’de Türkçe resmi dil olarak ilan edildi. 1929’un ilk günü de Latin harfleri kabul edildi.

Türkçe için bunlar yapılırken; sosyal gelişmenin doğasına aykırı olarak, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında Türklerle birlikte hareket eden Kürtlerin kendi ana dilleri için yasaklama getirildi ve Kürt Dili’ni yok sayma yolu seçildi. Yaşama hakkından sonra en temel insani hak olan ana dilinde, Kürtçe konuşma ve yazma yasaklandı. Sonrasında da “eğitimin temel ilkesi olan kara bilgisizliğin giderilmesi” ve “ülkemiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ileriliklerin vakit yitirmeksizin yayılması ve gelişmesi” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkılap Tarih Enstitüsü. Cilt II, s. 44) beklenmeye başlandı.

Peki, olacak şey mi bu? Mümkün değil, 100 yıl içerisinde sorunlar sürekli katlanarak hep büyüdü ve neticede bugün “parlamenter rejim”in var olup olmayacağı noktasına gelip dayandığı kaotik ortamı yaşar duruma geldik. Yaklaşık bir asırdır “tek devlet, tek millet, tek dil ve tek bayrak” tekerlemesi devletin en üst düzeydeki yetkili ve etkili yöneticileri tarafından sürekli tekrarlanıyor. Oysa “adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş uluslararası bir kuruluş” olan Birleşmiş Milletler’e üye 35 ülkede (toplam üye sayısı 193 tür) çok uluslu, çok cumhuriyetli, çok eyaletli, çok otonomlu, çok başkentli, çok bayraklı, çok dilli, çok lehçeli ve çok alfabeli halklar bir arada yaşamaktadır. (Bkz. Amed Tigris, Anadili Eğitimi ve Birden Fazla Resmi Dil, Weşanên Apec, Stockholm, 2009.)

Bir insana yapılacak en büyük kötülük dilini yasaklamaktır. Bir dilin yok sayılması, o dili konuşan etnik topluluğun varlığının inkârını da peşinden getirir. Bu nedenle dillerin korunması ve geliştirilmesi sadece bir “dil” ve “insan hakları” sorunu değil, aynı zamanda özgürlük ve demokrasi sorunudur. Türkiye’de yıllarca Kürtlerin yok, Kürtçe diye bir dilin de var olmadığı söylenerek kültürel soykırım uygulandı. Peki, ne oldu? Türkiye binlerce insanını, moral değerlerini, servet ve enerjisini boş yere inkâr politikasına kurban etmiş oldu.

Bu yanlış politika bugün hâlâ değişik boyutlarda devam etmektedir. Bu yanlıştan artık dönülmelidir. Bunca yaşanmışlıktan sonra öğrenmiş olmalıyız: “Kürt halkının varlığı yadsındığı, diline ve kültürüne ambargo konulduğu, iktisadî ve sosyal bakımdan ‘mahrumiyet’ içinde tutulduğu, yurttaşlık hakları tanınmadığı, özümlemeci ırk ayrımı politikalarıyla ezildiği ve sömürüldüğü sürece, Türkiye’de tek bir aydın, tek bir sanatçı ve tek bir bilim adamı ‘özgürüm’ diyemez.” (Prof. Dr. Server Tanilli, Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz?, Amaç Yayıncılık, 1987, İstanbul, s.184-185.)

[email protected]

Kaynak:http://www.ruhanews.com/kose-yazisi/273/dil-zihnin-aynasidan-cok-daha-fazlasidir.html