Bazı vaka ve alınan kararları konuşma ve müzakere şeklinde tasvir ve tespit etmemi uygun görmeyenler var. Esasında bu tarz anlatım zordur, fakat sürükleyicidir. Muhterem okuyuculara hakikatleri göstermek, olayı önemine uygun olarak canlandırılarak aktörlerinin rollerini, ilmi kudretlerini, siyasi ve sosyal görüşlerini, kanaatlarını duyurmuş oluyorum.

Ermeni tehciri gayet vahşi ve feci bir siyasî cinayettir. Bunu Ermeniler Rus ordusuna gönüllü çeteler göndermiş, Van’ı işgal ile Enver’in eniştesi olan Vali Cevdet Bey’i firara mecbur etmiş olduklarından müteessir olan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, genel merkezlerinde yaptıkları gizli bir toplantı neticesinde, çoluk, çocuk demeyip, Ermenilerin bir ferdi kalmayıncaya kadar öldürülmelerine karar vermiş ve bu kararı yerine getirmeye “Teşkilat-ı Mahsusa” adı altında kopuk ve katil kimselerden çeteler kurup idaresini Üçler İcra Komitesi adıyla Dr. Nazım, Dr. Bahattin Şakir ve Maarif Nazırı Şükrü’ye havale etmişlerdi.

Gelişi güzel yazmak, olayın büyük fecaatini anlatmayı sağlamaz. İttihat ve Terakki bu feci ve tarihi olan gizli toplantısını, olduğu şekle yakın bir şekilde anlatım ile tesir sahibi şahısların ifade ve müdafaalarını, ilmi kudretlerini, siyasi ve sosyal kanaatlerini tespit suretiyle, şüphesiz bu kararın esbab-ı mucibesini, hakiki mesullerini, ortaya koyarak tarihe hizmet etmiş olurum. Esasen çeşitli şekillerde tasvir ve yazmakta olduğum vaka ve hadiseler, vesikalara dayalı ve salahiyetli kimselerden aldığım malumata ve okuduğum bir esere dayanılarak yazılmaktadır. Bu yüzden Ermeni vakası, o tüyler ürperten faciayı yapan mesul şahısları hakkıyla tanıtmak için, müzakere şeklinde, müzakerenin zabıtnamesi şeklinde tasvir ve nakletmeyi daha uygun buldum.

Talat’ın başkanlığında yapılan bu gizli toplantıda, ilk söz Dr. Nazım’a verilmişti. Dr. Nazım heyecanlı bir sesle meseleyi aşağıya aldığımız şekilde izaha başlamıştı:

Dr. Nazım: – Muhterem kardeşlerim! Kansız yapılan inkılapların meyvesi ham kalır. Acı ve hazmı güç olur. Daima tehlike daima reaksiyon görülür. Bunu defalarca söylemiştim. İşte Ermeniler bu defa savaşı fırsat sayarak tarafsız kalacaklarına söz vermişlerken, sözlerinde durmayıp, Rus ordusuna gönüllü olarak girmeye, çeteler kurmaya, girdikleri köy, kasaba ve şehir halkını aman vermeden öldürmeye ve yer yer ihtilaller çıkararak üzerimize saldırmaya ve ordumuzun ricat yolunu tehdit etmeye başladılar. Van’dan Aram Manukyan adlı Ermeni sergerdesi, hürriyet kahramanı Enver’in eniştesi, Vali Cevdet Bey’i firara mecbur ederek, geçici bir hükumet kurdu. Şarkı Karahisar  (şimdiki Şebinkarahisar) Ermenileri dahi kaleyi işgal edip burçlarına isyan bayrağını dikti. Görüldüğü gibi Sivas Valisi Muammer Bey bunların hakkından geldi. Mahallelerini yıktırdı. Hepsini cezalandırmaya muvaffak olduysa da, her tarafta ihtilal hazırlıklarının başladığını haber almaktayız. Dahiliye Nazırı Talat buradadır, sorunuz.

Talat: – Evet, Dr. Nazım’ın dedikleri doğrudur. Bu yılanlar yeniden başkaldırmışlardır. Kati bir şekilde cezalandırılmaları lazımdır.

Hasan Fehmi: – Bunlar ne istiyorlar? Neden bu hürriyet ve meşrutiyeti takdir edemiyorlar? Şükran dolu olduğumdan arz ediyorum. Feci istibdat döneminde perişan bir haldeydim. Nasihat ve vaazla bulunduğum yerlerde toplayabildiğim bir kaç kuruşla geçinmekteyim. Hamd olsun devr-i dilarayı hürriyet geldi, mebus oldum, mesud oldum. Bunlar daha ne istiyorlar? Neden benim gibi nimeti takdir edip rahat durmuyorlar?

Dr. Nazım: – Bunlar ne mi istiyorlar? Anlatayım Hoca Efendi; bunlar bizi mahvetmek, yerlerimize oturup, yurdumuza hakim olup bize: Ey Türk! Sen bu yurdun sahibi değilsin, bu yerler, bu dağlar, bu ormanlar, bu ırmaklar bizimdir! Eskiden, ezelden bizimdir. İşte tarih şahidimizdir, demek istiyorlar. Şimdi anladın mı? Hoca Efendi!

Hasan Fehmi: – Allah saklasın, kahrolsunlar! Helak olsunlar…

Ağaoğlu Ahmet: – Safsatayı, bedduayı bırakalım. Van vakaasının şeklini, oluş sebebini velhasıl meselenin tamamını anlamak ve ona göre tedbir almak lazım gelir. Lütfen bu konuda biraz izhat verilebilir mi?

Talat: – Hay hay! Ben anlatayım. Bilirsiniz ki; henüz harbe girmeden evvel, Ermenilerin Taşnakyutsun reisleriyle anlaşmıştık. Harbe girilecek olunursa, Ermeniler tarafsız kalacaklarına, ne bize ne de Ruslara hiçbir yardımda bulunmayacaklarına dair yapılan protokolü, Erzurum’da topladıkları kongreye bile kabul tastik ettirmişlerdi. Şimdi ise işi değiştirdiler. Rus ordusuna Ermeni gönüllülerini gönderdiler. Verdikleri sözü tutmayıp, sözlerinden döndüler. Bundan dolayı Rus ordusuyla gelmekte olan Ermeni gönüllüleri ile temas edip, geri döndürmek bahanesiyle Taşnaksutyunların amiri, Valimiz Cevdet Bey’in malumatı ve izniyle, iki arkadaşıyla Van’da hareket eden sergerde İşhanyan’ı, Valimiz yolda temizletmiş, Mebus Varamyan’ı dahi kandırıp yanına çağırtmış ve linç etmişti. Manukyan’ı da ortadan kaldırmak istemişse de; Manukyan çabuk davranarak isyan etmiş, Vali Cevdet’i firara mecbur ederek, geçici bir hükümet kurup başına da kendi geçmiştir. Mesele bundan ibarettir. Her taraftan kuvvet yetiştirmekteyiz. İşte Rostov’da çıkan Otruyoğa gazetesinin 6 Nisan – 16 Nisan’a kadar on gün başlığıyla yayımlanan yazının tercümesini okuyayım, vakayı izah eder.

Talat, elinde tuttuğu kağıdı okumaya başladı: “Altı asırdan beri bu vahşi ve zalim hükümetle mücadele ediyoruz. Böyle medeniyet hukukunu ayaklar altına alan, Ermeni gözyaşı ve Ermeni kanlarıyla hararetini teskin eden, kanlı Cevdet’lerle daima mücadele edeceğiz.

Onlar, dışardaki Cihad-ı Mukaddesi ilan ederken, içlerinde kadınları çocukları, ihtiyarları, gençleri, düşmanlara karşı hastaları, sakatları katliam ettiler.

Biz “Vasparagan” Ermenileri on gün var ki, bütün metanetimizle, mal ve şahsi bütün varlığımızla ve bütün kuvvetimizle mücadele ediyoruz. Bu mücadele tarihimizde emsalsiz olmakla kalmayacaktır. Bu umumi savaş sırasında behemehal medeni devletlerin takdire şayan ve hayretine mucib olacaktır. Bütün dünya, bir avuç kahramanın da hak ve adalet için dövüştüğünü öğrenecek, Allah’ın intikamı bizimle beraberdir. Kahramanları şan ve şerefi bize mükâfat olacaktır.

Ağaoğlu Ahmet – Ermeni Taşnakyutsun Komitesi bütün Ermeni milletini nasıl vekalet ve temsil edebilir? Komiteye mensup bir kısım Ermeniler adına, söz vermiş olabilir. Fakat bütün Ermeni milletini temsil edemez. Bundan dolayı bütün bir millet mesul tutulmaz. Siz Ermenilerin bir kısmıyla yani Taşnakçılarla anlaşmışsınız. Diğer Ermeniler bunu kabul etmemiş oluyorlar. Ermeniler sadece ‘Iaşnakyutsunlardan ibaret değildir. Bunlar Ermenileri tamamıyla etraflarında toplayamamıştır. Hatta birçok Ermeni bu komitenin aleyhindedir. Çünkü Taşnaklar müfrit bir siyaset takip eden çetecidirler. Ama efendim; bu komite ile İttihat ve Terakki’nin yaptığı antlaşmanın bir tatbik alanı bulunamaz. Memleketimizde bulunan Ermenilerin hükumetimiz askerlik kanununa dayanarak silahaltına alınabileceği gibi, Ruslara karşı da savaş alanına sürebilir. Aynı durum Rusya’da da olabilir. Bu vaziyet karşısında Ermeni Taşnakyutsun Komitesi reisinin Rusya ile Osmanlı Devleti arasında bir harp meydana gelse Ermenilerin tarafsız kalacaklarına dair verdikleri sözün ne kıymeti olabilir?

Talat: – Fakat, Van’ı basan, Şarki Karahisar’da isyan bayrağını açarak kaleyi zapt eden Ermenilerin başında Taşnak Komitesi’nin belli başlı ileri gelenleri mevcuttur. Hiç olmazsa bu vaziyet meydana gelince Taşnaklar tarafsız kalmalı, herhangi bir olaya tek fertleri dahi bulaşmamalıydı. Maalesef Taşnak’ların ileri gelenleri bizi iğfal etmek yolunu seçtiler. Taşnaklar, kendileri bütün Ermeni milletini temsil ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Biz nasıl bütün Türkiye’yi temsil ediyorsak, Taşnakların da Ermenileri temsil edebileceğine kanaat getirilmişti. Bize yalan söylemişlerse mesuliyet bizim değil, kendilerinindir!… Bakınız Severyan’ın imzasıyla Rostov’da yayımlanan Otruyoğa gazetesinin 142. sayı· sında “Hayal Tahakkuk Ediyor” başlığı altında yayımlanan bir makalede hezeyanlar…

Okuyayım.

Hayal Tahakkuk Ediyor
İşte sonunda o yüksek hayal, asırlardan beri Ermenilerin kalplerinden çıkarmadıkları hayal tahakkuk etti. O hayal çocuklara miras gibi kalmış. O hayal ki; asırlarca bütün fikirlerin gayesi içimizde en kıymetlilerimizin çalışma amacıydı. Onlar hayatlarını, ailelerini dirayet ve zekalarını bugün bizim müjdelediğimiz zaferi hazırlamaya sarfettiler. Onlar milletin arasında bu güzel rüyanın bir gün elbette var olacağına inanmışlardı.
Ermenilerin elinde hür bir Ermenistan görmek!
Bir telgraf size bildirmiş olmalıdır. Bugün Van Ermenilerin elindedir. 2 Nisan’dan beri Ermeni mücahitleri “Aram’ın kumandası altında olarak isyan bayrağını kaldırmış ve 30 gün müdafaadan sonra Van’ın hakimi olmuştur.

Kara Kemal: – Kahrolsunlar. Van bizimdir. Mukaddes İttihat ve Terakki’nindir. Bunu kimse alamaz.

Hasan Fehmi: – Bu Aram, Van mebusu olan miskin midir?

Talat: – (okumaya devam ederek)

Savaş gürültüleri, yalvarma sedaları. feryatlar, gece ve gündüz Iğdır’da bulunan Rusların kulağını dolduruyor.

Vartan’ın kumandası altındaki Ermeni gönüllü alayı ise, Van’a koşarak oradaki kardeşlerini kurtarmak istiyor. Bütün zorluk ve engellere rağmen Rus askeri kumandanından kendilerine müsaade verilmesini istiyorlar. Kazaklar da yeni arkadaşları olan Ermeni gönüllülerinin Van üzerine yürümek için yardımlarına gitmeyi talep ediyorlardı. İhtiyatı seven General Aho ise, bu kahramanların kızgınlıklarını biraz azaltmak istiyordu. Tapazar Boğazında şiddetli kar fırtınası hüküm sürmekteydi. Kayalar arasında şiddetli fırtınalar devam ediyordu, askerler sırtlarında dağ topları olduğu halde saklanma mevkiine çıkabilmek için kayalara tırmanmaya mecbur oluyorlardı. Kazakların cesareti yavaş yavaş kırılarak ah Allah’ın bile bizim aleyhimizde olduğu görülüyor diyorlardı.

Hasan Fehmi: – Ona şüphemi var. Allah hiç kafirlerle beraber olur mu?

Talat: – (okumaya devamla)

Fakat kumandanın kararı kesin, emri ise mutlaktı. Her neye, ne kadar fedakarlığa malolursa olsun, Tapazar Boğazı’nı geçmek lazımdı. Bu şayanı takdir ve kahraman ordu bu mucizeyi icra ederek bütün unsurlarla mücadele etti. Fırtınaların uğultusuna karşı kayıtsız kaldı, tabiat mağlup edildi. İnsan sonunda meramını ona kabul ettirdi. Tapazar’ın öbür tarafında gökyüzü bulutsuz ve güzeldi. Kazak birlikleri, Ermeni gönüllüleri bütün yorgunluklarını unutup yeni bir şevk ile hemen Van’a koşmaktan, önlerine çıkan bütün engelleri aşıp firarileri kovalamak ve onları imha etmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.

Kara Kemal: – Kahrolsunlar!
Talat: – (okumaya devamla)

Hemen Eyağa köylerinden uçarak Bekri kaleyi zapt edip, yıkar yıkmaz gözlerinin önünde Van gölünü gördüler. Ne müthiş manzara! Mühim bir seyir! Latif ovasıyla ve kalesiyle ile ehl-i salib’in Kudüs’ü zaptetmelerini hatırlatıyordu.

Kara Kemal: – Kahrolsunlar!
Talat: – (devam ederek)

Hatıra gelmez zamandan beri sessizliğe mahkum olan çanların hepsi birdenbire çalmaya başladılar ve uzun bir uykudan uyandılar. Talih veya kader öyle istiyormuş ki; onların bu uyanışları, Rus kartalının ilk defa olarak Van denizinin üstünde kanatlarını gerdiği ana rastlamış olsun.

Çanların şetaretli sesleri ovayı dolduruyor, etrafı kuşatılanlar kurtuluş saatinin yaklaştığını hissediyorlardı. Artık reis Aram’ın cesaret ve ümidi bütün kalplere geçmiş, herkese aynı emniyet ve itimat gelmişti.

Aram, bu isim zaten bir semboldür. Çünkü hem vatana hem millete bütün dünyada tanınmış olup, ismi veren şanlı Patrik’in ismiydi. Çanlar durmadan çalıyordu. Osmanlılar da bu seslerin Ermeni galibiyetini haber verdiğini anlayarak, galiplerin dikkatini çekmeden, sessizce ve süratle kaçmaya başladılar. Hatta o kadar hızlı gittiler ki, Ermeniler, Osmanoğullarının bu rezilane kaçışlarını, ortadan kaybolmalarını ertesi gün öğrendiler. Ermeniler kaleyi zaptederek sancaklarını diktiler. Eğlence ve neşe içinde iki gün geçti.

Kara Kemal: – Yakında ağlayacaksınız, ağlamak yine yaşamaktır. Öleceksiniz!

Talat: – (okumaya devam ederek)

Velhasıl Mayıs’ın 2. günü Başkumandan General Aho, karşıdan gözüken, Van’ın o gün zaptını emretmişti. Haco kumandasındaki öncü taburu da hemen ileri harekata geçmişti. Fakat en önde gidenler büyük bir hayretle durdular. Bu nedir arkadaşlar? Binlerce fesliler önlerinde çalgı ile bize doğru geliyorlar, şaşkın fakat sevinçli bir kalabalık bizimle karşılaşıyorlardı. Süslü elbiseleriyle rahipler geliyor altın haçlarıyla, kilise bayraklarının ışıkları saçılıyordu. Elbiseleriyle asker, süsleriyle her yaştan insanlar, kadınlar, kızlar, çocuklar ellerinde tuz ve ekmekle, galipleri tebrike ve selamlamaya geliyorlardı. Herkes birbirini kucaklıyor, gülüşüyor, ağlaşıyor, tebrikleşiliyordu. Her tarafta görülen sevinç büyük bir kurtuluş bayramını gösteri-  yordu. Bütün bu gürültünün üzerinde Van şehrinin “Varağ Kilisesi’nin” çanları durmadan çalmaktaydı.

Kara Kemal: – Kahrolsunlar! … Bu yerler İttihat ve Terakki’nin mukaddes saltanatınındır. Kimsenin buralara el uzatmasına biz meydan vermeyeceğiz!

Dr. Nazım: – Lafla peynir gemisi yürümez. İcraat hem de kat’i icraat ister. Ermeniler şirpençe gibi öldürücü bir çıbandır. Şirpençe önemsiz bir sivilce zannedilir, sivilce halindeyken hazik bir operatör tarafından neşter ile kesilip, kökünden temizlenmezse muhakkak öldürür. İcraat hem de kati icraat ister. 1909 senesinde Adana’da, ötede, beride yaptırdığımız büyük bir kıtal ile iktifa edilecekse fayda yerine zarar verir. Temizlemek azminde olduğumuz diğer unsurları Arapları, Kürtleri ikaz eder. Tehlike bir taneyken, bir kaç olur, büyür vaziyet güçleşir. Bu mecliste defalarca söylediğim gibi tekrar söylüyorum. Bu umumi temizleme hareketi kesin bir şekilde yapılmayacaksa fayda yerine zarar vereceği muhakkaktır. Ermenileri kökünden kazımak, memleketimizde bir tanesini bile bırakmamak, Ermeni ismini unutturmak lazımdır. Harp içindeyiz, bundan daha iyi bir fırsat bulunamaz Büyük devletlerin müdahalesi, dünya basınının yaygarası gibi düşünceler de geçerli değildir. Olsa bile mesele bir emr-i vâki halini alır ve biter.

Bu seferki teklifim kesin ve kat’i bir imha etme ameliyesidir. Ermenilerin bir ferdi bırakılmamak şartı ile imhaları lazımdır. Belki bazılarınız, bu derece vahşet çoktur, vahşettir, çoluk ve çocuktan, ihtiyar ve sakattan ne zarar gelebilir ki bunların hepsini de katle lüzum görülsün. Kabahat kimdeyse, suçlu kim ise ceza ona verilir, evinde barkında oturan, ihtiyar haklarına, kadınlara, memedeki çocuklara uygulanırsa vahşettir. Medeniyete insanlığa sığmaz, Dr. Nazım müfrittir. Makul düşünemiyor diyecektir. Rica ederim efendiler! Bu derece zaafa, bu derece rikkatli bir kalbe kendinizi kaptırmayınız, bu fena bir hastalıktır. İşte harp hali, hepinize soruyorum: Harp nedir? Vahşet değil mi? Köyünden kaldırıp harp cephesinde öldürülen çiftçiler; dükkânından alınıp şarapnel danelerine hedef edilen esnaf ne yapmış, ne suç işlemiş ki, bu feci ölüme maruz bırakılıyor? Vahşet tabiatın kanunu içindedir. Bunun iyi veya kötü olanı anlayışa göredir. Bütün hayvanlar birbirini yemekte birbirlerini yok etmekle hayatlarını devam ettirmiyorlar mı? Bunlara aman birbirinizi yemekten, yok etmekten sakınınız, bu vahşettir diyebiliyor muyuz?

Hasan Fehmi: – Evet efendim! Bu hükmü, ben kulları dahi bilirim. Akil ve makul hükmüdür ki; Kitab-ı Hikmet’te gözüme çarpmıştı.

Dr. Nazım: – (sözüne devamla) Biz bu inkılabı ne için yaptık? Gayemiz neydi. Sultan Hamid ve adamlarını oturdukları koltuktan ve koltuklardan kaldırıp yerlerine oturmak için mi? Ben bunun böyle olduğunu zannetmek istemiyorum. Ben, Türklüğü ihya etmek için size arkadaş, yoldaş, kardeş oldum. Ben, Türk’ün, yalnız Türk’ün yaşamasını bu toplulukta müstakil bir hakimiyet sahibi olmasını istiyorum. Türkten başka unsurlar mahvolsun, hangi dinde ve hangi mezhepte olursa olsunlar bu diyarı Türkten başka bütün unsurlardan temizlemek lazımdır. Dinin benim nazarımda hiçbir hükmü ve kıymeti yoktur. Benim dinim Turan’dır.

Dr. Bahattin Şakir: – (kelimeleri tane tane söyleyerek) Musa gibi Lâkit (sokakta bulunmuş çocuk) İsa gibi Tarid (sürülüp rededilmiş) Muhammed gibi yetim (babası ölmüş çocuk) bu alem de büyük büyük birer din kurdukları halde, bizim gibi bü mütefekkirler Turan Dini Mefkuresini neden neşredip yaymayalım.

Hasan Fehmi: – Allah saklasın bu sözler tamamen hezeyan, bu hezeyan değil tamamen küfürdür (ürkerek ve etrafına bakınarak) Ye’cüc ve Me’cüc …

Kara Kemal: – (Hoca’nın telaşına bakarak alayla) Hoca Efendi! Ne söylüyorsun? Dua mı okuyorsun? Rica ederim! Gel başıma oku üfle; belki baş ağrısına, korkuya deva olur! …

Dr. Nazım: – (sözüne devamla) Tam temizlik, kesin imha yapılmazsa yazık olsun bizlere! Bugün oturduğumuz yerlerde oturamayız. Yarın kollarımızdan tutup atarlar, atmakla da kalmaz öldürürler. İnkılap merhamet bilmez. Yalnız yaşatmak istediği gayeyi düşünür, mani ve engel varsa yıkar, kaldırır.

Dr. Bahattin Şakir: – Biz inkılapçılar, Türk Milleti adına geçirdiğimiz bu iktidar mevkiinden Osmanlı Devletini; milliyet prensipleri üzerine bina edip, İttihat ve Terakki saltanatını kurduk, Bizim milli haritamızda yalnız Türk tahakkümünün devamına müsaade edebiliriz. Eskiden kalmış yabancı milletleri, yabancı ve muzır otlar gibi köklerinden söküp atarak yurdum temizlemeye mecburuz. İnkılabımızın düsturu budur. Bunun içindir ki; İttihat ve Terakki saltanatına, yeni Türkiye Hükümeti ünvanını verdik. Osmanlı namının kıymetini sıfıra indirdik! Esasen Osmanlı kelimesinin ne kıymeti olabilirdi? Osmancığın namına izafe edilen bir hükümetin tarlasından ne yetişebilir? Derviş keşkülü gibi çeşit çeşit milletlerin derbederleri, Osman ismine sığınarak acaip bir alaşım meydana getirmişler, ilim nazarında, fen kaideleriyle buna hükümet denilemez. Bu olsa olsa Osmancığın bir çiftliğini evlatlarına intikal etmiş malikânesini ifade eder. Çeşitli unsurlardan meydana gelen Osmanlı toplumu, milli bir topluluk olarak kabul edilemez. Bu aynen bir çiftlikte bulunan hayvanlar ailesine benzer. Rum, Ermeni, Bulgar, Boşnak, Pomak, Sırp, Arnavut, Kürt, Çerkes, Arap, Gürcü, Laz gibi unsurlar göya Osmanlı kelimesi altında bir bütün halinde, bir birlik halindeymişler! … Bu anlayışı düzeltmek lazımdır. Bir çiftlikte kaz, ördek, tavuk, koyun, keçi, inek, öküz, manda, at nasıl aynen kalıp cinsiyetlerini değiştirmemişse; Rum, Ermeni, Bulgar, Boşnak, Pomak, Sırp, Arnavut, Çerkes, Gürcü, Arap, Kürt’te aynı şekilde yurdumuz içinde, milliyetlerini, lisanlarını muhafaza ederek kalmışlar, fırsat bulunca Türkü ezerek memleketlerini ellerinden alarak ayrılmışlardır.

İşte Romenler, Sırplar, Bulgarlar ve en son Arnavutlar! …

Kara Kemal: – Kahrolsunlar!

Hasan Fehmi: – Yüksek müsadenizle kulunuz, doktor kardeşlerim gibi, fakat ilim ve fennin Batı’ya göre değil, Doğu ilmi ve şeriate dayanarak ve Allah’ü Zülcelal Hazretlerine sığınarak, bir kaç güzel cümle söyleyeceğim. “Küllü mûzir yektulu” kaidesine, Gülistan adlı eserin sahibi Şeyh Sadi Hazretleri’ne rahmet olsun “Akibet gerek zade gerek şûd, gerçe ba ademi bizarın şûd” beyti hakimânesine kıyasen arzederim ki; Ermenilerin madem ki kötülükleri, zararları kesinlik kazanmıştır, madem ki velinimet ve biminnetimiz İttihat ve Terakki Cemiyeti mukaddesesine karşı isyan ve huruçları meydana gelmiş, hürriyet kahramanı Enver Paşa Hazretleri’nin eniştelerini bile firara mecbur eylemişlerdir. Lamı, cimi yoktur; bir fertleri bırakılmamak üzere katilleri vaciptir. Ben kulları, fetvayı vermeye hazır ve kadirim. Kullarını cer ile geçinen başı sarıklı cahil bir softa zannetmeyiniz. Minnettarınız olarak arzederim ki; kulları hürriyet sayesinde mebusum. Elli bin medresenin ilim talebesinin vekili ve müderrisi makamındayım. Hükmü açıklayayım. Zarar mademki ammeyedir, zarar-ı amme için zarar-ı has irtikâp olunur. Fıkıh kâidesine göre, bu ihtiyar, bu çocuk, bu kadın, bu sakat, hasta denilemez. Tamamı katl ve imha olunur. Kullarının hatırına imha şeklini becerecek bir tedbir geliyor. Müsadenizle arzedeyim. Seferberlik dolayısıyla Ermenilerin eli silah tutanlarını harp safının önünde bulundurup karşıdan Rusların, arkadan bizim özellikle göndereceğimiz kuvvetlerin ateşi arasında bırakır imha ederiz. Evlerinde kalan kadınları ve çocukları emir verilince iyi müminler bir anda temizlerler. Mallarını alır, kızlarını odalık olarak kullanabilirler! Mütalaa nasıl beğendiniz mi?

 Kara Kemal: – Yaşa be hoca! Gördünüz mü kardeşler, bize layık olan Şeyhülislamı?!

Enver: – (ciddi bir tavırla) imha ve tenkil şekli hükümet makamında bulunan Vekiller Heyetine ait bir vazifedir. Hasan Fehmi, emir ve Ferman evvelü’l-azım efendilerimizindir.

Cavid: – Şimdi neticeye gelelim. Dr. Nazım, Bahattin Şakir hatta Hasan Fehmi kardeşlerimizin söyledikleri meseleyi kafi derecede anlatmaya yetmiştir. Ermeniler asırlardan beri yaşadıkları bu vatanın aleyhinde olarak her fırsattan istifade ile Türk düşmanlarıyla el ele verdiler. Türkün aleyhinde çalıştılar. O ‘Türk ki; Ermenilerin saadetini, refahını temin ediyordu. Efendiler! Türkün bu yurtta lafa dayalı bir hâkimiyeti vardır. Türk, kızgın güneş altında tarlasında çalışır, malını getirir şehirdeki tüccar Ermeni’ye verir. Onu zengin eder. Onun rahatını temin eyler. Ekonomik hâkimiyet Ermeni’dedir. Ermenilerin tek bir ferdi bırakılmamak şartıyla imha edilmeleri acil bir ihtiyaç olduğu gibi, Türk’ün ekonomik hâkimiyeti ele geçirmesi için lazım gelen tedbire müracaat edilsin! Talat’ın emri üzerine reyler, toplandı. Tasnif olundu. Neticede bir ferdi kalmamak üzere Ermenilerin imhalarında oy birliği olduğu anlaşılmıştı.

Ermeni Meselesi, Yakın Şark meselesinden ayrı olmayan mühim bir meseledir. Berlin Antlaşması’ndan sonra bir kaç kanlı safha geçirmiş, İngiliz, Rus ve Alman rekabeti arasında az-çok Ermeniler hırpalanmıştır. Avrupa diplomasisine aldandığından dolayı bu milletin uğradığı felaketler üzücüdür. Bu üzücü yönlerin anlatılması hayli uzundur. Burada izahı yapılacak Ermeni vakası İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı Devleti’ne müstevli (işgalci) olduğu senelere aittir. 1909 senesi Nisan ayının 14. çarşamba günü başlamıştır. Bu fenalığın gizli sebebini İstanbul’daki 31 Mart Olayı olarak tarihe geçen vakada aramalıdır.

13 Nisan 1909 tarihine denk gelen 31 Mart 1325 Miladi senesinde İstanbul’da meydana gelen vaka, İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin anlattığı gibi ne bir irtica hareketi, ne de merhum Sultan Abdülhamid Han’ın tertibidir. Bu kıyam, bu isyan Sultanzade Sabahaddin Bey’le eski Sadrazam Kamil Paşa’nın reisi bulundukları Ahrar Partisi’nin işiydi. Bu kıyamın süratle tertibine yardım eden sebep çoktur. Bilhassa İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul merkezini o sırada idare etmekte olan erkanın adeta bir cinayetidir.

Ahrar Partisi; Sultan Abdülhamid Han’ın şahsına, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli teşkilatına karşıydı. Ahrar Partisi’nin hedef ve gayesi, Sultan Hamid’i tahttan indirip Velihad Reşad Efendi’yi tahta geçirmekti. Böylece kendileri de iktidar mevkiine
geçerek askerleri de siyaset ile uğraşmaktan men ederek hakiki bir meşrutiyet idaresi kurmak, kendi programlarını tatbik etmekti.

Ahrar Partisi’nin programı adem-i merkeziyet esasları üzerine kurulmuştu. Bundan dolayı mecliste bulunan Arap, Kürt, Arnavut, Rum, Ermeni mebuslar buna taraftar olup, gerçekleşmesi için gayret sarfetmekteydiler.

Ahrar Partisi’nin ileri gelenleri de Ermeni Taşnakyutsun reisleriyle özel olarak anlaşmışlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin meşrutiyet kaidelerine aykırı olan ve muhafaza etmekte oldukları gizli teşkilatına, ordunun siyasetle meşgul olmasına beraberce muhalefet etmeye karar vermişlerdi. Bu iki fırka yani Ahrar ile Taşnaksutyunların İstanbul’daki propaganda vasıtaları kuvvetli olup, ittihatçıları kısa bir zaman içinde milletin gözünden düşürüp, fena halde sarsmışlardı. Bundan dolayı İttihat ve Terakki Cemiyeti 31 Mart’ta Ahrar Partisi’ni mağlup edince, hücumunu Ermenilere yönelterek, Rum, Arnavut, Arap ve Kürtleri sonraya bırakmışlardı.

İttihatçılar, kuvvetli bir merkezi idareye taraftardılar. Hükumeti daima ellerinde tutmakta bulundukları için başka bir parti kurulup, genişlemesine müsaade etmedikleri gibi fikir sahibi şahısları da gizli teşkilat ve kendi idarelerinde bulunan subayların yardımıyla öldürmekteydiler.

İttihat ve Terakki’nin programı Türk unsurunu Osmanlı’yı meydana getiren diğer unsurlara hakim kılmak, daha seçkin tutmak ve diğer unsurları Türkleştitmek veya bir şekline uydurup imha ederek, Osmanlı birliğini yıkmak, yerine bir “Türkiye Devleti” kurmaktı.

Selanik dönmelerinin Sabetay Sev i müritlerinin zekasından, bazı gizli maksatlara binaen doğan bu Turan siyasetinin memlekette ortaya koyacağı sıkıntı ve bölünmeleri, İttihat ve Terakki’yi destekleyen rical, bilhassa askeri rical hesap edememişti.

Osmanlı kelimesi geniş bir arazi içinde, çeşitli milletlerle dolu, Müslüman ve gayri müslümanları toplamış, hiçbirini diğerine tercih etmeyerek, Osmanlı Sancağı altında birleştirmiş ve yekvücut yapma başarısını meydana koymuştu. Bu birlik ve vahdet içinde yaşayan Müslüman kavimlerin akıllarından milliyet hissi davası silinmişti. Ortada yalnız bir mezhep farkı kalmıştı. Müslüman unsurlar hakim mevkideydi. Hristiyanlar ise askerlik hariç devletin bütün bölümlerinde bulunmakta, yüksek mevkilerden sayılan vezarete kadar tayin olunmaktaydı. Osmanlı Hanedanı ise Hilafet ve Saltanatı üzerine almış, İslam alemi üzerinde ayrıca manevi bir imtiyaza sahip olmuş ve bundan dolayı itibarları eski meliklere nazaran çok artmıştı. Bu camiayı yıkmak yerine yalnız Türk adını hakim kılmak, Türk olmayan Müslümanları gücendirmek ve bunlarda yeniden milliyet his ve fikrini uyandırmak, şüphesiz yıkıcı, makul olmayan bir siyasetti. Neticede koca Osmanlı Devletini temelinden yıktı. Memleketi bölünmeye uğratıp, Anadolu Türkünü dahi şekilden şekile sokarak perişan eyledi.

Ahrar Partisi 31 Mart kıyamını idare edemeyip mağlup olmuşlardı. İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri Rumeli’de topladıkları ve ismine Hareket Ordusu dedikleri çapulcu alayı ile İstanbul’a girerek muhaliflerinden eline geçirebildiklerini kesmiş, asmış, sarayı yağma ederek yeniden hükümete el koymuştu.

Bu buhranlar arasında İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermenileri unutmamıştı. Adana Şubesi, Genel Merkez’den aldıkları emir ve talimat gereği Kilikya’da ve bilhassa Adana’da genel bir temizlik hareketinin hazırlığına başlamıştı.

Ermenileri isyan çıkarmak; Kilikya’da bir Ermeni ocağı kurmak fikir ve niyetinde olduklarını ilan ederek, halkı Ermeniler üzerine tahrik suretiyle işe başlamışlardı.

Adana Valisi Cevad Bey; kumandanı Remzi Paşa, Ermenilerin isyan çıkarmak üzere olduklarından bahisle daha evvel asker talep etmişlerdi.

Adana Ermenileri, vaziyetin almakta olduğu şekil ve cereyandan ürkerek korkuyorlardı. Zira civar köylerden tüfeğini tabancasını, bıçağını, orağını kapan, tırpanını, sopasını kavrayan köylüler büyük kalabalıklar halinde şehre gelmeye başlamıştı. Ermeniler aleyhinde tahrik edilmekte olan bu halkın, bu avam tayfasının saldırısından korkuyorlar, hükümetin almış olduğu tavır ve vaziyetten ürküyorlardı. Her ihtimali gözönüne alarak, ani bir hücuma karşı mahallelerini tahkime mecbur olmuşlardı. Ortada garip bir ruh hali, garip bir aldanış vardı. İki taraf, Müslümanlar ve Ermeniler mıknatıs tesirindeki demir gibi garip bir tesir altında kalmışlardı. İki taraf da birbirinden korkuyor, birbirlerinden gelecek ani bir saldırıdan çekiniyorlardı.

Şehirde heyecanın hududu aşılmıştı. Ufacık bir kıvılcım, bir barut fıçısını ateşlemeye nasıl yeterliyse, çok ufak bir hadise, ehemmiyetsiz bir hareket, korkuya kapılıp şaşırmış olan bu insanları birbirlerinin üzerine saldırmaya kafiydi.

Durum bu merkezdeyken 13 Nisan 1909 Salı gecesi Marangoz Lutfik adında bir Ermeni öldürülüp cesedi Saathane denilen mahallin önüne bırakılmıştı. Kim tarafından öldürüldüğüne bakılmaksızın Lutfik’in sünnetli olduğu ilan edilerek, ölünün Müslüman mı, Hristiyan mı olduğu meselesi ortaya atılmış, umumi heyecan yükseltilmiş, Ermenilerin korkusu çoğalmıştı.

Çarşamba günü Ermeniler dükkanlarını açmaya cesaret edememişlerdi. Vali Cevad Bey, Kumandan Remzi Paşa, görünüşte fitne ve heyecanı teskin için meclis azasından Bağdadizade Abdülkadir ve Urfalıyan David Efendileri ahaliye nasihat etmek, Ermenilerin, korkusunu yatıştırmak için çarşıya ve Ermeni mahallesine göndermişlerdi. Yolda Kara Soku denilen yerde Bağdadizade Abdülkadir Efendi’nin önünde Urfalıyan David Efendi parçalandığı gibi, aynı saatte belediye binasının içinde azalardan fabrikatör Şardikyan Artin Ağa da öldürülmüştü. Tertip olduğu açığa çıkan bu cinayetler üzerine heyecanın tansiyonu düşmüş, iki taraf arasında barışsever davranışlara başlanmıştı. Müslümanlar, Ermeni mahallesine hücumda bulundularsa da, gösterilen şiddetli savunma üzerine mahalleye girilememiş, çarşıları yağma yapıp, gece de mahalleye ateş atmışlardı. Bu karışıklık, bu didişme, bu kanlı boğuşma 3 gün 3 gece devam etmiş, 3. gün Amerikalı misyonerlerden Mister Cimper’in araya girmesiyle iki taraf arasındaki sertlik yerini yumuşamaya terke başlamış, sonunda antlaşma olmuş, hatırı sayılır kimseler bir araya gelip işi halletmişlerdi. Ortaya atılan ve bu kadar kanın dökülmesine sebep olan fesadın tertipçilerine lanetler okunmuştu. Karışıklık durmuş ve herkes işine gücüne dönmüştü.

Bu hadisede yalnız Adana şehrinde ikiyüzden fazla Ermeni, yüzelli kadar da Müslüman telef olup gitmişti. Bu kanlı hadiseden tahminen beş gün sonra Adana’ya civardan asker gelmeye yeni başlamıştı. Hürriyet askeri, Selanik askeri diye avam arasında şöhret bulan Dedeağaç Taburu bile gelmişti. Bu tabur evvelden gelmiş olan birliğe nazaran daha üstün tutulup, Ermeni Mahallesinin hakim noktalarına yerleştirilmişti. Dedeağaç Taburunun gelmesinden bir gün sonra 25 Nisan 1909 pazar günü hiçbir sebep ve hareket yokken öğleden sonra birdenbire Ermeni mahallesinden silah sesleri duyulmaya başlamıştı. Çarşıda alış verişleriyle meşgul olan Ermeniler bu sesler üzerine telaşa düştüler. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin propagandacıları telaşlanan Ermenilere: “Korkacak bir şey yok manda kudurmuş silah atıyorlar!” Sözleriyle Ermenileri avutmaya ve saklanmalarına mani olmaya çalışıyorlardı. Silah sesleri çoğalmış, meselede anlaşılmıştı. Dedeağaç Taburu bir sebep olmadığı halde, Ermenilere ateş açmaya emir almıştı. Ermenilerin bir kısmı evlerinde müdafaaya, bir kısmı kiliselere, ecnebi olmaları sebebiyle Cizvit ve Amerika misyonerlerinin müesseselerine sığınmaya koşmuşlardı.

Yeniden başlayan bu kıtal ve bunu takip eden yangın ve yağma ertesi günün sabahına kadar devam etti. Ermeni Kilisesinin binası içinde bulunan çoluk çocuk da yakılmak istenmişti. Tam bu sırada Cizvit Teşkilatının reisi bulunan Parjuv büyük fedakarlık göstererek, hayatını tehlikeye atarak yetişip yangını önlemek başarısını göstermişti. Binada bulunanları kendi müessesesine nakletmeye muvaffak olmuştu. Nihayet Amerika misyonerlerinden Mister Cimpes ve Cizvit mektepleri reisi Parjuv’un gayretleriyle kurtarılabilmiş ne kadar Ermeni varsa hükümet binasının önünde bulunan bahçeye toplanarak etrafları askeri bir kordonla çevrilmişti.

Ermeniler sekiz saat kadar bu vaziyette kaldıktan sonra iki büyük fabrikanın binalarına konmak üzere ikiye taksim olunmuş, asker koruması altında bu binalara yerleştirilmişti. Beş gün sonra İstanbul’dan gelen emirle iş ve güçleriyle meşgul olmak üzere evlerine dönmelerine müsaade edilmişti. İşte Adana katliamının perdesi böyle kapanmış, normal hale dönülmüştü.

Cemal Paşa; 1922 senesinde yayınladığı “Hatıratı”nda Adana kıtalini şöyle anlatıyor: “İstanbul’da 31 Mart Vakası’nın meydana geldiği sırada Türklerle, Ermeniler arasında büyük bir kıtal başgöstermişti. 1909 senesi Ağustos ortalarında Adana valiliğine tayin olunmuştum. Osmanlı Meşrutiyet Tarihinin üzücü vakalarından biri olan bu kıtal’in psikolojik sebeplerini benim kadar tetkik etmiş kimse yoktur iddiasındayım” Cemal Paşa bu girişi yaptıktan sonra sözüne davamla: “Adana vilayetinin ahalisinin çoğunluğunu Türkler teşkil eder. Bunlardan sonra Ermeniler, daha sonra da Arap Uşağı adı verilen Araplar bilahere de Rumlar gelir. Vilayetin nüfusu beşyüzellibinden fazladır. Bu nüfusun 60 bin kadarı Ermeni, 25 bin kadarı Arap uşağı 10-15 bin kadarı da Rum’dur. Geri kalan nüfus tamamen Türk’tür. Çok büyük bir kısmı çiftçilikle meşgul olan bu halkın arasında asırlardan beri gayet iyi bir uyumluluk hissi mevcut bulunuyordu. Şurası rededilemez bir hakikattir ki; Adana Vilayeti Osmanlılardan çok evvel Türklerindi. Osmanlılar bu diyarı “Ramazanoğulları” denilen parçalanmış Türk Beyliklerinden olan bir ailenin elinden almışlardı. Gerçi Kilikya’ denilen bu kıtada, haçlı seferleri zamanında bir Ermeni krallığının yaşadığını tarihi kayıtlar gösteriyorsa da, bu krallığın zamanında bu kıtanın birçok Türk tarafından yerleşim yeri olarak kullandığı ve Türk Derebeylerinin, Ermeni Krallığına hiçbir zaman rahat vermediği tarihin hakikatlerindendir. Şimdi Adana vilayetinde yaşayan Ermenilerin çoğunluğu servet toplamak emeliyle 19. asır içinde Diyarbakır, Sivas, Elazığ taraflarından gelmiş insanlardır. Asıl Adanalı olan Ermeniler, vilayetin kuzey hududunun sonlarında bulunan Hacin kasabasıyla, Kozan sancağının merkezi olan Sis kasabasının bir kaç köyünde ve İskenderun Körfezi sahilinde bulunan Dörtyol ve ona yakın olan bir kaç köyde yerleşmişlerdir.

Arap uşakları ise, Abdülaziz devrinde Lazkiye sancağındaki Rafizilerin cezalandırılmaları sırasında o zaman ahalisi çok az, arazisi büyük, verimli, mahsulü bol olan Adana ovasının iman maksadıyla oralardan nakledilmiş insanlardır. Vilayetin Türk ve Ermeni bütün halkı evvelce arzettiğim gibi birbirine karşı itimadı olan insanlar olarak yaşıyor ve aralarında hiçbir anlaşmazlık olmuyordu. Ne zaman ki, 1894 ve 1896 ihtilal ve kıtalleri esnasında Adana vilayeti içinde hiçbir hadise meydana gelmemişti. Ayrıca bu olayların vilayetlerine sıçramaması için Türk ve Ermeniler birlikte gayret sarfetmişlerdi. Meşrutiyetin ilanından sonra, Adana’da kurulan Türk siyasi cemiyetlerine mukabil, Ermeniler de Taşnakyutsun ve Hınçakyutsun cemiyetlerinin şubelerini kurdular. Daha doğrusu eskiden mevcut olan gizli teşkilatlarını açığa çıkardılar.

O zaman Adana Ermeni Murahhaslığında bulunan Monsenyör Moşağ Efendi isminde genç ve son derece şöhret hastası bir papaz bulunuyordu. Bu adamın ahlaksızlığının derecesini Ermeniler bile anlata anlata bitiremezler. Eğer bizzat Ermenilerden dinlediğim hikayeler doğruysa, her türlü kötülük bu adamın şahsında toplanmış denebilir.

Monsenyör Moşağ, Meşrutiyet’in ilanından sonra kendisini Adana Ermenilerinin dini ve siyasi reisi makamına koymuştu. Hükumet memurlarının zaaf ve acizliklerinden çok edepsiz bir şekilde istifade etmeye kalkışan bu papazın bir gün il meclisi idaresinde Vali’ye karşı fevkalade hakaretamiz muamelelerde bulunduğunu ve hemen gidip, vilayet jandarma kumandanını tokatlayacağını söyleyerek pür hiddet vilayet meclisini terk ettiğini bana hikaye etmişlerdi.

O sırada birçok Ermeni gençlerinin de Monsenyör Moşağ’a yardımcı olmaya başladıklarını ve ötede beride yaptıkları mitinglerde; Ermenilerin artık Türk boyunduruğundan kurtulmaları zamanının gecikmeyeceğini söyleyecek kadar ileri vardırdıklarını yine Ermenilerden işitmiştim.

Monsenyör Moşağ bununla da kalmayarak kendi adamlarını silahlandırmak için Avrupa’dan tüfek, tabanca getirtmeye başlamıştı. O sırada hükumet her şeyi serbest bıraktığı gibi silah ticaretini ve dolayısıyla ithalatını da serbest bırakmıştı, Monsenyör Moşağ, artık Ermenilerin silahı olduğundan ve bir daha 1894 kıtalleri gibi olaylardan korkmayacaklarını ve bir Ermeni’nin kılına zarar gelirse karşılığında on Türk’ün mahvedileceğinden uluorta bahsediyordu. Monsenyör Moşağ’ın bu şımarıkça tezahürat ve beyanatı Adana Türklerini karşı tedbir almaya mecbur etmişti.

İşte burada o zamanki Adana Valiliğinin büyük mesuliyeti başlar, Çünkü bir hükumet için zayıf ve aciz olmak, suçsuz olmak demek değildir. Monsenyör Moşağ’ın bu isyanı Müslümanların galeyanına sebep olmaya başlar, başlamaz Moşağ cenaplarını da, onun yardımcılarını da Türklerin fesada eğilimi olan şahıslarını da yakalamak hapsetmek, haklarında kanuni takibat yapmak ve hatta lazım gelirse Örfi İdare ilan etmek en kestirme yol olurdu.

O sırada Adana Valisi Cevad Bey’di. Güzel ahlak için bir numune gösterilse rahatça bir Cevad Bey gösterilebilir. Fakat idaresindeki acizlik o zatın Adana Valiliğini yapabilecek şartlara sahip olmadığını gösterir. Alay kumandanlığında ise Ferik Mustafa Remzi Paşa adında ihtiyar bir asker bulunuyordu. Gençliğinde büyük bir şöhret kazanmış bu eski asker de bütün hayatını namuskarlık ve vatanperverlikle geçirmişti.

Evvela ihtiyar sonra da vesait-i inzibatiyeden mahrum olan bu muhterem zatın da Adana’da kumandanlık yapacak şartlara sahip olduğu söylenemez.

Cebel-i Bereket (şimdiki Erzin ilçesi) sancağındayken Asaf Bey adında bir mutasarrıf bulunuyordu ki; gölgesinden ürkecek derecede korkak olan bu zatın nasıl mutasarrıf tayin olunduğunu hala anlayamam. 1909 senesi başlarında Adana’da herkesin ağzında dolaşan şayia, Ermenilerin yakında ihtilal yaparak Türkleri mahvedeceklerini ve bu vesileyle vilayetin Avrupa donanması tarafından işgalini daha sonra Ermenistan’ın kuruluşunu temin edeceklerine dairdi. Türkler bu şayiaya o kadar inanmışlardı ki; hatta ileri gelen kimselerin bazılarının ailelerini emin yerlere göndermeye teşebbüs ettikleri bile olmuştu.

1909 senesi Nisan ayı içinde iki taraf arasındaki münasebetler o kadar gerginleşmişti ki; akşama sabaha halkın birbiri üzerine atılacaklarına artık kimsenin şüphesi kalmamıştı.

Nisanın 14. günü Monsenyör Moşağ’ın emriyle önce Ermeniler tarafından başlatılan saldırılar ile Adana Vak’ası meydana gelmiş. Adana’da Tarsus’ta, Hamidiye’de, Erzin’de, Dörtyol’da ve Azizli’de hülasa Ermenilerin çoğunluk oldukları yerlerde öyle müthiş kıtaller olmuş ki, bunların tafsilatını yazmak ve okumak insanı cidden nefretlere düşürür.

Vilayet merkezinde pek aciz olan hükumet, Müslümanların tecavüze uğramaması için “Nefir-i âm” yani cemaatin harp için seferber olması emrini verecek kadar beyinsizlik göstermiştir. Dörtyol Ermenilerinin silahlı bir kalabalık ile Cebel-i Bereket Sancağı merkezi olan Erzin kasabasına doğru ilerlediği haberini alan Mutasarrıf Asaf Bey, odasından bile çıkamayarak. bütün birliklere ve yakın bulunan Kozan Sancağına, burada bulunan ehl-i İslam katliam tehlikesine maruz bulunduğundan, vatanını, milletini seven her Türkün silahını kaparak Cebel-i Bereket (şimdiki Erzin ilçesi) sancağına imdada koşması lazım geleceğine dair telgraflar yağdırmış.

Dörtyol Ermenilerinin Erzin üzerine yürüdükleri esasen doğrudur. Bu Ermenilerin maksadı hakikatte de Cebel-i Bereket Sancağı’ndaki Türkleri katliam etmekti. Fakat bir Mutasarrıfın odasında oturarak halkı başıboş olacak bir icraata davet etmesi katiyen af olunur cinayetlerden değildir. Çünkü kendisini tehlikede gören halk, saldıranların yalnız silahlı olanlarını değil, kadın, ihtiyar, çocuk gibi silahsızların aleyhinde tecavüzlerde bulunabilirdi. Nitekim de böyle oldu. İşte ilk Adana Vak’ası’nın sebep ve meydana gelişi böyle oldu.

2. Adana Vak’ası denilen ve birincisinden 10 gün sonra meydana gelen, yalnız Adana şehri içinde geçen vaka ise gece vakti bazı Ermeni gençlerinin askerin ordugahına ateş etmesi üzerine başlamış ve bu kıtal daha fena bir şekil almıştır.

Benim kanaatimce Adana kıtalinin müsebbibi ve mesulü bilhassa “Les vepres Ciliciennes” meşhur yazar Monsenyör Moşağ’dır. Bu şahsın ifa edebileceği kötülükleri vaktiyle takdir ederek mani olucu tedbirler almayan o zamanki Adana valiliği idaresi de bence mesuldür.

Olayların meydana gelmesinden sonra idareyi büsbütün ellerinden kaçıran, katliam ve yağmalara karşı aciz ve miskin vaziyetini muhafaza etmeleri ise hiç affedilemez. Fakat şurası muhakkaktır ki; Adana vilayetinin resmi ve gayrıresmi bütün Müslüman ve Türk muhiti, olan hadisenin iki-üç ay evvelinden Adana Ermenilerinin Müslümanları katliama tabi tutmak üzere hazırlanmakta ve her gün silahlar getirtmekte olduklarına tamamen kani bulunuyorlar. Kendilerini cidden büyük bir tehlikenin karşısında görüyorlardı. Monsenyör Moşağ ve onun bağlıları ise nutukları ve küstahça tezahüratlarıyla bu kanaati kuvvetlendirmekten geri durmuyorlardı. Adana kıtali esnasında 18 bin Ermeni, 1850 Müslüman ölmüştür. Bu rakamlar gösterir ki Adana’da Ermeniler sayıca Türklerden fazla olsalardı, bu neticenin tam tersi meydana gelirdi. Ermeniler, Türkleri katliam etmiş olurlardı. Kıtal esnasında iki tarafın da gösterdiği davranış birbirinden farklı değildi. Ermeniler fırsat buldukları yerde Türk kadın ve çocuklarına, Türkler de ermeni kadın ve çocuklarına karşı irtikap ettikleri hayasızlık ve tecavüzat dolu hareketleri yapmışlar ve zincirden boşanmış halkın birbirinden farklı olmadığını ispat eylemişlerdir.

Mandelsitam, kitabının 205. sahifesinde Adana kıtalinde mesul olan Müslümanların en ehemmiyetsizlerinden yalnız 9 kişinin idam olunduğunu, Türkler hakkındaki garaz dolu neşriyatıyla meşhur olan “Adosyadis” ismindeki bir Rum’un eserine atfen iddia ediyorsa da gerek Adosyadis gerek Mandelsitam yalan söylüyorlar. Adana’ya gelişimden 4 ay sonra yalnız Adana şehrinde örfi idare mahkemesinin mahkum ettiği 30 Müslümanı idam ettirdiğim gibi, bundan iki gün sonra da Erzin kasabasında 17 Müslümanı idam ettirdim. Bunlarla beraber yalnız bir Ermeni idam olunmuştur. İdam olunan Müslümanlar arasında Adana’nın en eski ve en zengin ailelerine mensup gençler bulunduğu gibi, Bahçe kazası müftüsü de vardı. Bu Müftü, o havalideki Türklerin yanında büyük bir itibar sahibi idi. Çok teessüf ederim ki; Adana Vakası’nın 2. günü bir ecnebi vapuruyla İskenderiye’ye firar edebilmiş olan Monsenyör Moşağ, o zaman elime geçmedi. Yine haklı olarak gıyaben idama mahkum edilmiş olan bu zat elime geçseydi onu da, Bahçe müftüsünün karşısında astırırdım.

Adana kıtalinin bütün safahatı Avrupa basınına aksetmiş, İttihat ve Terakki Cemiyeti aleyhine başlayan şiddetli neşriyat, İttihatçıların reislerini ürkütmüş olduğundan, meselenin bir irtica hareketi olduğu, muhaliflerinin tertibi olduğuna dair beyanlarda bulunmuşlardı. Ermeni komitelerini memnun etmek yoluyla onları yeniden ellerine geçirmeyi düşünen İttihat ve Terakki reisleri bundan sonra Adana’ya tayin olunacak valilerin Taşnakyutsun Komitesi tarafından tavsiye edilmesini rica etmişlerdi.

Taşnaklar; İttihat ve Terakki idarecilerinin bu teklifini bir imtiyaz olarak kabul edip memnun olmuş ve tam manasıyla aldanmışlardı. Hatta Adana valiliğine meşhur Cemal’in tayini kendi tavsiyeleri olduğundan iftihar etmişlerdi. Taşnak gazeteleri aylar boyunca bu bahsi tekrarlamıştı. Halbuki mesele şöyle cereyan etmişti:

İstanbul Mebusu Zöhrab Efendi, henüz Üsküdar Mutasarrıfı bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından olan Cemal ile teklifsiz dosttular. Cemal, Adana Valiliğine tayininin Taşnakyutsun Komitesi tarafından tavsiye edilmesini Zöhrab Efendi’den, Cemiyetin emri üzerine rica etmiş ve böylece Taşnakların tavsiyesi temin olunarak Cemal, Adana valiliğine tayin edilmişti.

Cemal’in Adana valiliğine tayini görünüşte böyle cereyan etmişse de hakikatte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce Cemal’in Adana’ya tayini önceden kararlaştırılmış ancak Taşnakları memnun etmek, muhaliflerle olan bağlarını bozmak için bu oyun oynanmış bir taşla iki kuş vurulmuştu.

İttihat ve Terakki Cemiyeti I. Cihan Harbi’ne kadar yeni bir Ermeni kıtali meydana gelmesinden çekinmişti. Hatta Balkan Harbi mağlubiyeti üzerine, Rusya’nın talebi ve Almanya’nın uygun görmesiyle doğu vilayetleri iki bölgeye ayrılıp, her bölgenin iyi bir şekilde idaresi ve başkanı tarafsız devletlere mensup birer zata verilmesi hakkında aşağıda suretini koyduğumuz anlaşmayı Osmanlı Devleti adına Sadrazam ve Hariciye Vekili Said Halim Paşa, büyük devletler adına da, Rusların İstanbul Maslahatgüzarı Golkeviç imzalamışlardı.

Anlaşma Sureti
Sadrazam ve Hariciye Nazırı Prens Said Halim Paşa Hazretleri ile Rusya Sefareti Maslahatgüzarı Mösyö Kostantin Golkeviç cenabları arasında Doğu Anadolu’nun iki bölgesinin başkanlığına iki genel müfettişin tayiniyle beraber aynı zamanda Babıali tarafından büyük devletlere aşağıdaki “nota’nın gönderilmesi kararlaştırılmıştır. İki ecnebi genel müfettiş, Doğu Anadolu’nun iki bölgesinin başkanlığına gönderilecektir. Mösyö A … Erzurum, Sivas, Trabzon vilayetlerini içine alan bölgeye; Mösyö B … Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır, vilayetlerini içine alan bölgeye gidecektir.
Genel müfettişler bölgeleri dahilinde devlet işleri, Adliye ve polis ile jandarmayı teftiş edebileceklerdir. Emniyet kuvvetleri yetmediği takdirde genel müfettişin talebi üzerine salahiyeti hududu içinde alınmasını istediği tedbirlerin yerine getirilmesi için askeri birlikler de onun emrine amade olacaklardır. Genel müfettişler icabı hale göre kötü idare ve iktidarsızlığını gördüğü bütün memurları azil, kanuna uymayan bir hareketinden dolayı kabahatli olanları Adliye’ye sevk edip ve azil edilen maiyet memurları yerine kanun ve nizama uygun ve yeterliliği olan yeni memurlar tayin edebilirler. Büyük memurların tayini hususunda hükümete arzetmeye hak ve salahiyetleri olacaktır. Bütün azil işlerinde ait olduğu bakanlığı o mevzuda kısa malumat içeren bir telgrafla durumdan haberdar edecekler ve bundan itibaren 8 gün içinde bu memurların dosyasını bütün tafsilatı bildirilmiş olarak göndereceklerdir.
Çok acele tedbir alınması gereken mühim vaziyetlerde genel müfettişler adliye memurları hakkında derhal işten el çektirme işlemini yapabileceklerdir. Şu şart ile ki; durumu hemen Adliye Vekaleti’ne bildireceklerdir. /
Valiler hakkında alınacak zecri ve acil tedbirler gerektiren haller meydana geldiğinde genel müfettişler, telgrafla durumu Dahiliye Vekaleti’ne duyuracaklardır. Nezaret, işi hemen bakanlar kuruluna getirip, genel müfettişin telgrafının alınış tarihinden itibaren 4 gün içinde bu husuta bir karar alacaktır.
Arazi anlaşmazlıkları doğrudan doğruya genel müfettişlerin kontrolü altında halolunacaktır. Genel müfettişlerin vazifelerine dair daha geniş talimat onların tayininden sonra ve kendileriyle görüşülerek tanzim edilecektir. On sene müddet içinde genel müfettiş makamı boş kalacak olursa Babıali söz konusu genel müfettişlerin seçilmesi için büyük devletlerin hayırlı yardımlarını beklemekte olacaktır.
Kanunlar ve kararlar ve resmi tebligatlar her bölgede mahalli lisan üzerine yayımlanacaktır. Herkes mahkeme huzurunda ve resmi dairede -genel müfettiş bunu uygun görürse- kendi lisanını kullanma hakkına sahip olacaktır. Mahkeme hükümleri, Türkçe yazılacak, mümkün ise alakadarının lisanıyla bir tercümesi dosyaya konacaktır.
Her Osmanlı, hali hazır ve savaş olmadığında askerlik hizmetini oturmakta olduğu askeri müfettişlik bölgesinde yapacaktır. Fakat hükumet yeni bir emre kadar, Yemen, Asir ve Necid gibi uzak yerlere memleketin her kısmında oturan ahalinin tespiti neticesinde ordusuna asker toplayacak ve bundan başka deniz kuvvetlerine ülkenin her tarafından kura ile asker kaydedecektir.
Hamidiye Alayları, süvari ihtiyat sınıfına dönüştürülecektir. Silahları askeri depolarda saklanacak, onlara yalnız silahaltına alındıkları veya manevra zamanlarında verilebilecektir. Söz konusu alaylar, bu1undukları dairenin bağlı olduğu bölge fırka kumandanlarının emrine verilecektir. Hali hazırda Alay, Tabur, ve Müfreze Kumandanları Orduyu Hümayun Karacı Subaylar içinden seçilecektir. Bu Alayın (Hamidiye Alaylarının) erleri bir sene için askerlikle mükellef olacaktır. Alay’a kabul edilenler bütün takımlarıyla beraber atlarını kendileri tedarik etmek mecburiyetindedirler. Bu mecburiyeti kabul eden yerlerde ayrım yapmadan, ırk ve mezhebi ne olursa olsun her şahıs söz konusu Alaylara kabul olunacaktır.
Silahaltına alındıklarında veya manevra sırasında bu taburlar nizamiye taburları gibi inzibati tedbirlere tabi tutulacaklardır. Vilayet Genel Meclisi’nin salahiyeti 1329/1913 tarihli kanun hükmüne göre tayin olunacaktır.
Çok kısa bir zamanda (bu müddet bir seneyi geçmeyecektir) genel müfettişlerin kontrolü altında başlayacak nüfus sayımı iki bölge içinde dinler, cemaat ve lisanların doğru bir şekilde tespitini de gerektirecektir. O zamana kadar İl Genel Meclis ve encümen azası seçimi Van ve Bitlis vilayetlerinde yarısı Müslim yarısı gayrimüslim olarak teşkil olunacaktır. Erzurum vilayetinde nüfus sayımı bir sene içinde yapılmadığı taktirde, Genel Meclis azası yukarıda adı geçen vilayetlerde olduğu gibi eşitlik esası üzerine seçileceklerdir. Sivas, Harput, Diyarbakır vilayetlerinde il Genel Meclisi azası şimdiki nisbet kaidesine göre seçilecektir. Bunun için kesin nüfus sayımına kadar, seçilecek Müslüman sayısı son yapılmış seçim esas olarak kararlaştırılan listelere göre yapılacaktır. Gayrimüslimlerin sayısı dahi kendi cemaatleri tarafından gösterecekleri listelere göre takdir
edileceklerdir. Mamafih, geçici olan bu usul seçim, şayet bazı maddi zorluklardan dolayı tatbiki mümkün görülmezse genel müfettişler, Sivas, Harput ve Diyarbakır vilayetleri genel meclislerinin geçici azalarının taksimi için bu vilayetlerin hali hazırdaki şartları ve ihtiyaçlarına uygun bir nisbet usulü teklifine salahiyetli olacaklardır. Genel Meclis seçimleri nisbet kaidesine göre yapılacak, vilayetin tamamında azınlık taraf encümenlerde temsil edilecektir. İdare Meclisi’ne seçilecek olan aza eskisi gibi yarısı Müslim yarısı gayrimüslim olacaktır.
Boşluk olunca polis ve jandarma alımı hususunda -genel müfettişlerce bir mahzur görülmedikçe- iki bölge dahilinde de Müslim ve gayrimüslimler arasında eşitlik prensibi tatbik olunacaktır. Yine bu iki bölge içinde aynı eşitlik prensibi mümkün olduğu kadar diğer memuriyetlerin dağıtımında da tatbik olunacaktır.
İstanbul
/
26 Karıunusani                                  8 Şubat 1914
İmza                                                       İmza
Said Halim                                            Gulkoviç

Vaziyet bu haldeyken Avrupa’da harp başlamıştı. Osmanlı Devleti ise henüz harbe girmemişti. Fakat tarafsız kalamayacağı da hissedilmişti. İşte bu gayet nazik ve sıkıntılı zamanda 1914 senesinde Ermeniler Taşnakyutsun Partisi 8. Kongresini Erzurum’da toplama peşine koşmuştu. Bu kongreye her taraftan hatta Amerika’dan bile murahhaslar gelmişti. Zira bu kongrede mühim meseleler konuşulacaktı. Rusya ile Osmanlı Devleti savaşa tutuşacaksa Ermenilerin içine gireceği tavır ve tutum, tayin ve tesbit olunacaktı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, Taşnakların bu teşebbüsünden haberdar olup, alaka göstermiş, reislerden Aknovni, meşhur Malumyan ile Talat müzakereye girişmiş ve neticede:

Türkiye ile Rusya arasında harp meydana gelirse, Ermeniler tarafsız kalmak, ne şekilde olursa olsun, ne Rusya’ya ne de Türkiye’ye yardım etmeyecek, Türkiye de her ne bahane ile olursa olsun Ermenileri tazyik ve rahatsız etmeyecek prensibi üzerinde anlaşmıştı. Erzurum’da toplanmasına müsaade edilen büyük kongre bile bu şekli kabul edip, savaşın devamı müddetince Ermenilerin tarafsız kalacaklarına dair imza edilen protokolü tasdik ederek dağılmıştı. Bu antlaşmada ittihatçılar kazanmış, Taşnaklar aldanmıştı, Zira; Rusya’da olsun, Türkiye’de olsun, Ermenilerin tarafsız kalmalarına imkan olmayacak, İttihat ve Terakkki savaşın getirdiği istisnai durumdan faydalanarak Ermenileri imha siyasetinde haklı bir vaziyet almış olacaktı. Nitekim, Sarıkamış faciası üzerine Ruslar saldırıya başlayınca ordularının öncülük vazifesinin ekserisi Taşnaklara mensup olan Ermeni gönüllü çetelerine verilmişti. Ötede beride de ihtilal hareketleri başlamış ve sonunda Van şehri zapt edilerek, Vali Cevdet Bey de firara mecbur olunca İttihat ve Terakki; yapmış olduğu fevkalade gizli toplantıda izah edileceği gibi bir tek fert kalmamacasına Ermenilerin katl ve imhalarına karar vermişti.

Ermenilerin bir ferdi kalmayıncaya kadar katil ve imhaya İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce karar verilince, tatbik için nasıl yapılacağı ve idaresi reisler arasında düşünülerek. Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım ve Maarif Vekili Şükrü’ye havale edilmişti. Bu heyetin adı “üçler icra komitesi” olarak konmuştu. Bu üçler icra komitesi Teşkilat-ı Mahsusa ismi altında hapishanelerde topladıkları katil ve kuteladan çeteler kurdular.

Teşkilat-ı Mahsusa adı altında meydana getirilen bu çetelerin yaptıkları bütün dünya gözünde Türk milletini lekedar etmiş, tarihine kanlı ve vahşi sahifeler ilavesine sebep olmuştur. Bu olayların vebalini ve mesuliyetini Anadolu Türkü’nün sırtına yüklemek, tarihine fena ve vahşi sahifeler ilave eylemek İttihat ve Terakki reislerini bilhassa bu teşkilatı idare ve icad eden kurucuları olan Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım ve Maarif Vekili Şükrü’yü temize çıkarmak insaf ve adalete sığmaz.

Esasen her millet, layık olduğu hükümet şekliyle idare olunur ve o hükümetin hal ve hareketinden mesul tutulur. Bu genel kaideyi kabul etmekle beraber olayın amili olmakla, müsamahakâr bulunmak arasında bir farkın bulunduğu kabulolunmalıdır. Anadolu Türkü’nün tüyler ürpertici cinayet karşısında çok masum olduğunu isbat edecek canlı misaller ve şahitler az değildir.

Mütarekeden sonra kurulan Tevfık Paşa’nın 1. kabinesinin Meclis-i Mebusan’da okuduğu program üzerinde yapılan müzakerede, Halep Mebusu Artin Efendi ile Kozan Mebusu Matyos Nalabandyan Efendi’nin harp esnasında Ermeniler hakkında yapılan facianın İttihat ve Terakki tarafından irtikap edilmiş olduğunu ve Türklerden bir çok kişinin Ermenileri himayeye ve korumaya çalıştıklarını ve buna binaen masum olan Türk milletini medeniyet dünyası ve insanların gözünde temize çıkarmak için Tevfik Paşa hükümetinin, Ermeni olayının faili ve müsebbiblerini hızlı bir şekilde cezalandırmaları sulh konferansına bu facianın bilançosunu birlikte götürmeleri Osmanlı ve bilhassa Türk milletinin menfaatine uygun olduğunu söylemişlerdi.

Halep Mebusu Artin Başgezeryan Efendi’nin meclisin bir toplantısında söylemiş olduğu tarihi nutkunda Ermeni tehciri hakkında özetle söylediği sözler şöyleydi:

“Harbin sürmüş olduğu dört sene boyunca Memalik-i Osmaniye’de birçok facia ve mezalim yapılmıştır. Hassaten Ermeniler aleyhinde yapılan tehcir ve öldürme olayları tarihin kaydetmediği en büyük bir cinayettir ki; bu Türk milleti namına yapılmıştır. Fakat bunu Türk yapmadı. Bu tüyler ürpertici cinayeti bir çete hükümeti ve onun kanlı katil adamları yapmıştır. Hatta bu çete hükümetinin bir kısmı, namuslu, vicdanlı memurları da bu kirli ve lekeli işe girmediler. Ankara’da Allah’ın lütfuna “Mazhar” bir Vali vardı. Bu cinayete rıza göstermedi. Azlettiler. Konya’da Allah’ın ismi “Celal’ini taşıyan Vali bu kötü işi yapmadığı için değiştirdiler. Kütahya’da emsaline “Faik”, vicdanı “Ali” bir Mutasarrıf bu zilleti yapamayacağını söyledi vazifesinden uzaklaştırdılar. Kastamonu’da adil “Reşid” bir Vali’yi bu faciaya karışmadığı için tekaüt ettiler.”

Konya Müslümanları, Ermenileri yıllarca evlerinde saklamak ve geçimlerini temin etmek suretiyle “hayatlarını korudular” ifadesinde bulunmuş, Anadolu Türk’ünün masum olduğunu meclis kürsüsünden bütün dünyaya ilan etmişti. Anadolu Türk’ünün bu yoldaki mesuliyetini dünya halkı önünde biraz daha azaltmak için Teşkilat-ı Mahsusa’nın nasıl kurulduğunu ve yapılan cinayetlerin şeklini gizlemeksizin anlatmak icab ediyor. Teşkilat-ı Mahsusa, gayri resmi ve gayri mesul bir eşkıya ocağından başka bir şey değildi. Halk, Teşkilat-ı Mahsusa’yı; hükümet, kanun mevzuatının müdahalesinden masun, hareketinde müstakil, yalnız üçler icra komitesinin emriyle yürür, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kanlı katil ve yağmacılardan meydana gelmiş bir eşkıya gurubu olarak ‘tanımıştı.

Dr. Bahattin Şakir ve Dr. Nazım ile Maarif Vekili Şükrü’den ibaret olan bu üçler icra komitesi, hareketinde bağımsız ve gayri mesul bir icra heyeti olup, özel kalemi, müfettişleri vesaire gibi teşkilata sahip, hükumet içinde hükumet, cemiyet içinde cemiyet halinde cidden tehlikeli bir unsur olmuştu.

Teşkilat-ı Mahsusa Dr. Bahattin Şakir’in beyninde doğmuş, arkadaşlarına kabul ettirerek cihan harbinin sonuna kadar memleketi kasıp kavurmuş, mütareke senelerinde bile Anadolu hareketinde görülerek birçok kıymetli canlara kıymış, hanümanlar söndürmüş, köyler, şehirler yakıp harap eylemişti.

Teşkilat-ı Mahsusa ocağında Rumeli’nin ele avuca sığmayan, menşei şüpheli, ipsizleri, katilleri, yağmacıları üçler icra komitesince Anadolu’nun eşkıyasından, katil ve yağmacılarından daha makbul ve üstündü.

Teşkilatın elemanlarının sayısı sekiz ile onbin kişi arasındaydı. En az 10 en çok 50 kişilik ufak müfrezeler halinde takımlara ayrılmış ve başlarına tayin edilen reisleri, adam öldürmek, soygun yapmak, ev bark yakıp talan eylemek, ırza tecavüz etmek gibi günahlarla haşir neşir olduklarından komite tarafından verilen emirleri hiç düşünmeden yerine getirmekten çekinmemişlerdi.

Takip endişesi, kanun ve hapis korkusu olmadığı gibi yapılan cinayet ve vahşet vatan hizmeti gibi görünmekteydi.

Bu komite hakkında daha açık bilgi sahibi olmak için Üçler İcra Komitesi’nin ilk toplantısını dinlemek kâfidir.

Üçler İcra Komitesi ilk toplantısını Genel Merkez’de yapmış ve ilk sözü alan Dr. Bahattin Şakir, sözlerine şöyle başlamıştı:

Bahattin Şakir: – Kardeşler! Gayet mühim ve nazik bir vazifenin yükü altına girdik. Bunu güzel ve uygun şekilde neticelendirmezsek evvelce olduğu gibi yarım yamalak, mevzi bir şekilde bırakırsak şüphe edilmesin ki; Ermenilerin intikamından yakalarımızı kurtaramayız. Savaş içindeyiz. Avrupa’nın ve dünyanın büyük devletlerinin müdahale endişesi, dünya basınının feryat ve şikayetleri olamaz. Olsa da bir tesiri yoktur. Sonuçta mesele bir emr-i vaki haline girmiş, sesler kısılmış, kimsede şikâyete imkan ve mahal kalmamış olur. Bu az bulunan imkandan azami şekilde istifade etmeliyiz. Bu fırsat her zaman ele geçmez? Şimdi her şeyden evvel emrimiz altında müstakil, silahlı bir güce muhtacız. Çok lazım olan bu ihtiyacı nasıl ve nereden temin edebileceğiz? Ermenilerin bir ferdi kalmamak üzere imha etmek için kimleri sevk edeceğiz? İşte meselenin ruhu bu noktadadır. Düşünülecek olan mühim yönü budur. İşi askere, jandarmaya havale edemeyiz. Bunlarla kati neticeye varılmaz, varılamaz. Geçirdiğimiz tecrübelerle sabittir. İşi doğrudan doğruya ahaliye de devredemeyiz. Ahali çabuk şımarır, ileride bizlere karşı da kabarır, hatta başkaldırabilir. Zaten milletin çoğunluğu lehimizde değildir. Defalarca söyledim. Kansız inkılaplar böyle olur! Kansız inkılapların sıkıntılı devreleri aksi tesir hareketlerini körükler. Eski usul, eski rejim taraftarları az değil, çoktur. Biz fikir gücüyle bu muhiti, iktidar mevkiini elde etmiş değiliz. Ordunun kahredici süngüsünü elde etmemiş olsaydık, bugünkü yerimizde bir saat, hatta bir dakika bile tutunamazdık. Aleyhimizde olanların eline en ufak bir silahlı güç geçse ve idare etmeyi bilse, bizi derhal boğabilirler. Bu muhakkaktır. Dolayısıyla; ahaliyi silahlandırmak, onlara muhtaç olduğumuzu hissettirmek tehlikelidir. Maceracılara hem meydan hem de kuvvet vermiş oluruz. Böylece biz ne askerden, ne de ahaliden bu büyük işte istifade edemeyiz. Bize ayrı bir kuvvet, hareketimizde istiklalimizi muhafaza edebilecek bir kuvvet, silahlı bir kuvvet lazımdır. Bu kuvveti istenilen yere sevk etmek hakkı yalnız bize ait olmalıdır. Bu gayr-i resmi fakat gayr-i mesul kuvvete, vilayetlerdeki valiler, mutasarrıf ve kaymakamlarla, askeri kumandanlar müdahale edememelidir. Hatta içlerinde valileri, mutasarrıf ve kaymakamları ve askeri kumandanları emrimizle bu kuvvet tutup öldürebilmelidir. Biz üçler icra komitesi yalnız merkezi hükumeti tanır, icra kuvvetinin üst noktası olan Vekiller Heyeti ile istişare eder, anlaşır, lazım gelen tertibat alındıktan sonra icraat yapma hakkı yalnız bizde olur. Merkeze tabi vali, mutasarrıf, kaymakam ve askeri kumandanlar; Vekiller Heyeti emrine bağlı olduklarından, onlarla yapılacak muamele ve haberleşme, bağlı oldukları vekaletin, vekiline bırakılır. Buna biz müdahale etmemeliyiz. Hülasa: bizim teşkil edip, emrimize alacağımız kuvvete bizden başka kimse karışmayacaktır. Her şeyden evvel muhtaç olduğumuz teşkilat budur. Bunun esas hududunu ben bu kadar düşündüm ve çizdim. Siz ne düşünüyorsunuz?

Şükrü: – Askerden, jandarmadan ve ahaliden; tenkil ve imha işinde yardım görmeyeceksek, şimdiden sorabilir miyiz Ermenileri, kadın, çocuk ihtiyar, kız, kızan demeden hangi şeytanlara katlettirip imha edebileceğiz? Askersiz, jandarmasız, bu işin olabileceğine benim aklım ermiyor.

Dr. Nazım: – Bahattin Şakir’in dahiyane bir icadı olmasaydı bu kadar uzun bir giriş yapmaya lüzum görmez, bizi dinlemekle iktifa ederdi. Biraz sabret mütaalasını tamamlasın.

Bahattin Şakir: – Evet, kardeşler, yükünün altına girdiğimiz iş ağırdır. Tahminlerin de üzerinde büyüktür. Teşkilatımızı iyi yaparak işe başlarsak, başarma şansımız artar. Ben bu hususu çoktan beridir düşünüyorum, Ermenilerin bir ferdini bile bırakmamak suretiyle yok edilmelerinin temini ve vasıtasını arıyorum. Zannederim ki; buldum. Ben işin bu yönlerini düşünürken, derin derin düşünürken birçok geceyi uykusuz geçirdim. Ben, daima vaziyetin ruhi durumunu ortaya koyan yönlerini arar ve bunların ince noktalarından azami istifadeyi tespit ederim. Bu gün seferberlik var. Harp var. Herkes, her eli silah tutan asker. Bu vaziyet ve durumda bize lazım olan ve azami istifade sağlayacağımız elemanları nereden bulabiliriz. Aradığımız kuvveti nereden elde edebiliriz? İşte bu kaynağı bulduğumuz anda meseleye halledilmiş gözüyle bakabiliriz. Adam öldürmek, yakmak, ırza taarruz etmek işlerinde ustalaşmış, askerlikten istisna edilmiş kuvvetler yok mudur? Elbette bunları bulmalı ve bunları emir altına alabilmeliyiz ki; başarımız yüzde yüz olarak temin edilebilsin. İşte ben …

Şükrü: – (Bahattin’in sözünü keserek) Rica ederim Baha; Reislerimiz tesirlerini muhafaza için fedailerimizi askerlikten istisna etmişlerdi. Bunları kastediyorsan ve bunlara güvenerek harekete geçmeyi tavsiye etmek istiyorsan şimdiden açık olarak söyleyeyim. Benden paso!

Bahattin Şakir: – (hiddetle) Rica ederim Şükrü. Ne kadar sabırsızsın. İtiraz, mütalaa, münakaşa hatta mücadele ve döğüşeceksen sonraya bırak. Şimdi beni dikkatle dinle. Bizim üzerimize aldığımız vazife nedir? … Ermenilerin istisnasız çoluk-çocuk, kadın-kızan, ihtiyar-sakat demeden son ferdine kadar katl ve imhası değil midir? Ben de senden sorarım Şükrü: bu herkesin kolaylıkla yapabileceği bir iş midir? Her işte olduğu gibi, bu işte ustalaşmış, bu işle meşgul olmuş olanları aramak ve bulduktan sonra bir teşkilata bağlayıp, intizam içinde işi yaptırmaya çalışmak lazımdır. Tekrar ederim, bu işi askere, jandarmaya ve ahaliye yaptıramayız. Bu iş onların yapabileceği işlerden değildir. Esasında askerin, jandarmanın ihtisası başkadır. Asker ve jandarmaya adam öldürmek, tahribat yapmak usulleri öğretilmekteyse de fakat bu fiiller vatan için, memleketin selameti namına olan harplerde yapılır. Yine zannederim ki, harp ile adi cinayetler arasında büyük bir fark olduğunu kabul edersin! Bizim yapacağımız iş eli bağlı Ermenileri, çoluk çocuk, sakat ve ihtiyarları ile son ferdine kadar öldürtmektir. Buna harbin icabı denemez. Bu vahşi ve adi bir cinayettir. Bir asker meme emmekte bulunan bir çocuğu anasının kucağından kaparak, annesinin gözü önünde kafasını koparıp atamaz, atmaz, belki anasını bile kurtarmaya çalışır, verilen emri askerlik şerefi ile bağdaştırmayıp, isyan eder. Yine bir asker; sakat, aciz, eline kelepçe vurulmuş bir ihtiyarın göğsüne süngüsünü saplamaz. Esire hürmetin vacip olduğunu düşünür. Bu kahpeliği, kahramanlık adına tahvil etmez. O halde kabul etmek lazımdır ki; asker, jandarma bizim yaptırmak istediğimiz imha işinde bize yaramaz. Bunu böyle kabul edince, bize yarayacak kuvveti ve şahısları nereden bulacağız? İşte meselenin esası bu noktada toplanmaktadır. Ben bize yarayacak şahısları ve kuvveti bulduğumu zannediyorum. Ben bu şahısları nereden mi buldum söyleyeyim. Ben bunları hapishanelerde buldum. Yapmış oldukları kötülüklerden dolayı askerlikten -askerliğin şerefine leke getirmemeleri- için istisna edilmiş kimselerdir. Bunları tahliye ettirip, idaremiz altına alır, takımlara ayırıp, sanırım gayet
güzel bir Teşkilat-ı Mahsusa meydana getirilmiş olunur.

Dr. Nazım: – Sen, meseleyi hal etmiş, yapacak vasıtayı çok mükemmel olarak hazırlamışsın, tebrik ederim Baha. Teşkilat-ı Mahsusa … Ne güzel isim! Ne modern unvanı Bravo bravo! …

Bahattin Şakir: – Bu fikrimi uygun bulduysanız sizi temin ederim ki; suya sabuna, bilhassa orduya dokunmaksızın bir ay içinde on-oniki bin mevcutlu seçkin bir kuvvetin sahibi oluruz. İyi düşündüm; bu seçme kuvvetle neler yapılmaz?

Şükrü: – Boş vakit geçirmediğine ben de emin oldum. Tebrik ederim cidden dahiyane bir fikir bulmuş, tatbik kabiliyetini de düşünmüşsün. Evet itiraf ederim. Bu iş için bundan daha kuvvetli çare bulunamaz. Şimdi iman ediyorum ki; Ermenileri bir iki ay içinde tamamıyla imha edebileceğiz.

Dr. Nazım: – Bunlara asker gibi bir örnek elbise de giydirirsek daha gösterişli ve daha tesirli olurlar. Değil mi?

Bahattin Şakir: – Yalnız elbise mi ya, en az on en çok elli nefer olmak üzere çetelere ayırırız. Her çetenin başına bizim fedaileri. emin olabileceğimiz sergerdeleri tayin ederiz. Bunlara hususi şifre de vererek yalnız bizim emrimize tabi kılarız. Zaten mühim bir tarafı da budur.

Dr. Nazım: – Pekala, bu şekil kabul edildi. Şimdi işi yapmanın projesini tanzim edelim.

Bahattin Şakir: – Bu çok basittir. Hangi şehir ve kasabalarda Ermeni varsa, hangilerinin daha evvel imhası lazımsa, o şehir ve kasabalar mıntıka mıntıka Dahiliye Vekili Talat’la ayırırız. Her mıntıkanın münasip noktasında gelecek Ermeni kafilelerini beklerler. Dahiliye Vekili Talat, o şehirdeki ve kasabalardaki mülkiye memurlarına emir vererek, mevcut Ermenileri harp mıntıkası haricinde bulunan mevkilere sevk mecburiyeti lüzumu hasıl olduğundan bahisle, o şehir ve kasabalarda ne kadar Ermeni varsa kafile kafile ve ikişer gün ara ile falan şehre, filan yoldan jandarma kuvvetleri muhafazasında sevklerine emir verir. Zabıta memurları bu emir üzerine mevcut Ermenileri toplayıp muhafaza altında takım takım tayin olunan yoldan sevketmeye başlar. Yolda beklemekte olan çetelerin bulundukları yere varınca, kafileleri çetelere teslim ederek dönerler. Çeteler de teslim aldıkları Ermenileri bir tanesi kalmayıncaya kadar derhal katledip cesetlerini de -genel sağlığa zarar vermesin diye- evvelce hazırlanmış çukurlara yuvarlayıp gömerler. Böylece birbirini takip eden işlemler neticesinde imha ameliyesini tamamlarlar. Ermenilerde bulunacak eşya, nakit ve mücevherat çete elemanlarına ganimet olarak taksim edilir. Bundan bizim bir şey almamız doğru ve caiz değildir. Kadın ve kızlara tecavüzde bulunulursa buna da sükut etmek lazımdır.

Dr. Nazım: – Bu sınıfın haleti ruhiyesine ne kadar vakıfsın. Baha ben seni bir doktor değil, bu saatte hunhar bir eşkıya reisi zannediyorum, ne kadar iyi düşünüyorsun!

Şükrü: – İslam olan ahali bazı Ermenileri saklamak, himaye edip korumak isteyecektir. Buna hiç şüphe edilmemelidir. Bunun önünü almak Müslüman ahaliyi tazyik etmeksizin, hatta memnun ederek almak mümkündür. İspanya’da yapılan engizisyonda Müslüman ve Yahudilere tatbik edilen bir usul hatırıma geldi. Bunu biz de tatbik edebiliriz. Ermenilere tehcire hazırlanmaları için tabii üç-dört günlük müddet verilecektir. Bu müddet içinde her kim İslamiyet’i kabul ederse tehcirden istisna olunacağını da gayri resmi olarak duyururuz. Bunda iki türlü fayda vardır. Göçmeye razı gelenlerin hayatlarına zarar gelmeyeceği kanaati artacak, servetlerini gizlemeden topraklara gömmekten vazgeçerler, yanlarında bulundururlar. Bize hizmet edecek çetelere ganimet olarak kalır. Çetelerin şevk ve gayretleri çoğalır. Diğer yönden de Müslümanların taassubu okşanmış Ermeni komşularını gizlemekten men etmiş, muhafaza etmek isteyenlere de Ermenilere Müslümanlığı kabul etme teklifini ve ikna kapısını açar. Bu teklifi kabul etmeyene buğz ve düşmanlığı artar. Kabul edenler ortada kalır. Bunları daha sonra temizlemek kolay olur.

Bahattin Şakir: – Şükrü’nün bu fikri kıymetlidir. Kenara atılamaz. Çetelerimizin menfaatı için tatbiki lazımdır.

Şükrü: – Bir yönü daha kalmıştır. Hem de en mühim yönü. Bu teşkilata lazım gelen parayı nereden alacağız?

Bahattin Şakir: – Milli Müdafaa kasasından, zaten bu mesele müdafa-i milliye meselesindendir.

Dr. Nazım: – Esasta anlaştık. Müzakere edecek yeri kalmamıştır. Talat’a giderek tatbike başlamalıyız.

İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından Ermenilerin imhalarına ait verilen kararın tatbikine feci ve şen’i bir surette başlanmıştı.

Hükümet, Üçler İcra Komitesi ile anlaşmış, hapishanelerde ne kadar cani varsa tahliye ettirerek Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlamış böylece hazırlanan çeteler lazım gelen yerlere hareket etmişlerdi.

Dahiliye Vekili Talat, vilayetlere, Ermenilerin tehciri hakkında emir ve talimatlar vermiş, İttihat ve Terakki Merkezi, vilayetlerde bulunan şube, parti murahhas ve müfettişlerini durumdan haberdar eylemişti.

Talat tarafından verilen emirlerde Ermenilerin ifsadatından, Rus ordularına yardımından, yer yer isyan ederek ordumuzun durumunu zorlaştırdıklarından din ve memleketin selametini tehlikeye soktuklarından harbin neticesine kadar, bilaistisna kadın-erkek, çoluk-çocuk, ihtiyar-sakat, hiçbir tanesi kalmamak üzere harp mıntıkasının haricinde bulundurulmalarının mecburiyetinin meydana geldiğini Halep vilayeti içinde Derzor Sancağının geçici olarak ikametlerine ayrıldığını bildirmiş ve icab eden gizli talimat da ayrıca verilmişti.

Talat Tarafından Verilen Emrin Sureti
Ermenilerin oturmakta oldukları yerden çıkarılarak ordumuzun hareketini tehdit ve memleketin asayişini bozamayacakları diğer yerlere gönderilmeleri hükümet ve askeriyece görülen acil lüzuma istinaden bir tedbir olarak karara varılmış olduğundan bildirilmiş şartlara uygun olarak bu kararın infaz ve tatbikine pek büyük ihtiyaç vardır. Esasen hayatını ve bekasını temin için binlerce evladını harp meydanlarında feda eden, hiç ayırım yapmadan her cins ve mezhep bütün ahalisinden vatana karşı her zamankinden fazla bağlılık bekleyen bir devletin kendisini dahilde işgalle arkadan vurmaya çalışanlara karşı böyle bir kararı alması en tabii ve meşru ve aynı zamanda kullanma ihmali katiyyen caiz olmayacak bir hakkı olduğundan ona göre icabının önemi mahsusa ile yerine getirilmesi tebliğ olunur.

Bu tamimden başka üç maddeden ibaret bir de kanun yayımlanmıştır.

Kanun Sureti
Madde-1) Savaş zamanında Ordu ve Kolordu Kumandanları ve bunların vekilleri ve rnüstakil mevki kumandanları, ahali tarafından herhangi bir şekilde hükumet emrine, memleket müdafaasına, asayişe dönük çalışma ve tertibata karşı muhalif ve silahla tecavüz ve mukavemet görülürse derhal askeri kuvvetler ile şiddetli şekilde cezalandırmaya, tecavüz ve mukavemeti kökünden imha etmeye izinli ve mecburdur.
Madde-2) Ordu, Müstakil Kolordu ve Alay kumandanları askeri icablara uyan veya casusluk ve hiyanetlerini hissettikleri köy ve kasaba ahalisini tek tek veya hepsini birden diğer yerlere sevk ve iskan ettirebilir.
Madde-3) İş bu kanun metni neşir tarihinden sonra geçerlidir,
13 Recep 1333
14 Mayıs 1331/1915

Taşra’daki devlet memurları, merkezden aldıkları bu kati emir ve talimat üzerine işe sarılmışlardı. Bazı valiler, mutasarrıf ve kaymakamlar hükumet anlayışı hududunu aşmayarak verilen emri itidal ve basiret içinde yapmaya, bazıları da “Allah saklasın” komitacılığı hükümetçiliğe göre öne alarak birer ifrit, birer cehennem zebanisi kesilmişlerdi. Ermeniler her tarafta çoluk-çocuk, sakat ve ihtiyar denilmeyerek toplanıp, bunlardan İslamiyet’i kabul edenler, geçici olarak istisna edilmiş, jandarma muhafazasında belirli yollardan kafile kafile sevke başlanmıştı.

Üçler İcra Komitesi’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri leş bekleyen kargalar gibi bu Ermeni kafilelerinin gelmesini belirli bir mıntıkada beklemekteydiler. Yolculuk zahmetiyle bitap, ruh azabıyla üzgün olup, büyüdükleri memleketlerden ayrılma üzüntüsü de buna eklenen, eza ve cefa yüzünden dermansız kalmış olan bu zavallı kafileler çetelerin bulundukları yerlerde vardıklarında jandarmalar bunları aldıkları talimat mucibince çetelere devir ve teslim ederek dönüyorlardı. Tam manasıyla acınacak ve ağlanacak, insaf ve merhamet hislerini, hatta çok katı kalpli, taşyürekli vahşilerde bile merhamet uyandıracak derecede sefil bir halde, çocuklarıyla salhaneye sevk edilen koyun sürüleri gibi sevk edilmekte olan bu insan kafileleri Teşkilat-ı Mahsusa adı altındaki azgın canavarların ellerine düşünce hatır ve hayale gelmeyen kötülüklere maruz kalmışlardı.

Bu kudurmuş cellatlar, evlerinden, barklarından, mesut yuvalarından zorla, cebirle, çıkarılmış, yalnız Ermeni oldukları için sürülmüş olan bu insanları, alalade katl ve mallarını gasp ile tiyniyetlerindeki gizli vahşet hislerini teskin edemiyorlardı.

Bu eşkıya ve katil sürüsünün yapmış olduğu büyük günah ve cinayetin feci şeklini kalem yazmaktan utanmaktadır. Henüz memede, dünyadan habersiz, şefkate muhtaç, anasının kucağında mışıl mışıl uyuyan, melek gibi tebessümleriyle, bakışlarıyla ruha ferahlık veren bir yavruyu; annesinin şefkatli sinesinden kapıp bir balta darbesi ile, gözlerinden yaş yerine kan akıtan, anasının gözü önünde, başını koparıp ortaya atmak ve bu vahşeti kahkahalarla alkışlayıp, ölümü beklemekte olan diğer muhacirleri de alkışlamaya zorlamak gibi, akıllara durgunluk veren vahşet ve cinayeti anlatırken nasıl olur da kalem titremez?

Henüz yedi-sekiz yaşındaki masumları döve döve taarruzdan çekinmeyenlerin, korku dolu, sinir buhranı ve titremeler içinde bulunanlardan, o ızdırap anında, hayvani zevk arayan bu canilerin kötülüklerini, kalem haya etmeden nasıl yazar?

Velhasıl hatır ve hayale gelmeyen ne kadar kötülük ve alçaklık varsa bu Üçler İcra Komitesi’nin emri altında bulunan çeteler bunları yapmaktan çekinmemişlerdir. Bu vahşet ve kötülük -şiddetli bir sansürün varlığına rağmen- aynıyla ve cinayeti tespit eden fotoğraflarıyla birlikte Avrupa’ya ve dünya basınına aksetmiş, acı acı feryat ve şikayetler başlamıştı. Türklerle beraber, Almanların da medeniyetten nasiplenmemiş oldukları ortaya atılmıştı.

Bilhassa İngiliz Vikont Brays tarafından yazılan altıyüz küsur sayfalık “Mecmua-i Mezalim” dikkatleri üzerine çekmiş, Avrupa efkar-ı umumiyesini büyük heyecanlara sürüklemişti. Adı geçen eserde, bütün vilayetlerde. sancaklarda, kasabalarda ve en ufak nahiyelerine varıncaya kadar, Ermenilere karşı yapılan zulümler sayılmış ve vesikalarını itilaf devletleri, İngiltere, Fransa ve Rusya
ile müttefikleri basının bu şiddetli hücumu karşısında tarafsız devletlerin sefirleri vasıtasıyla Almanlara ve Türkiye’ye çok sert bir dille yazılmış notalar yağdırmaya başlamışlardı. Hatta Türkiye Hükümetine gönderilip, Birleşik Amerika Cumhuriyeti’nin İstanbul Sefiri meşhur “Morgan Tarr” eliyle tebliğ edilen son bir notada; bu feci işlemin devamı halinde Türk Hükümeti mensuplarının birer cani, birer katil gibi mesul kabul edilip cezalandırılacağı yazılmıştı.

Mister Morgan Tarr, bu ağır ve sert bir dille yazılmış notayı tebliğ edince, Talat’ın çok hiddetlendiğini, bir devlet adamının makamında muhafazaya mecbur olduğu nezaketi unutarak ve huzurunda bir sefirin bulunduğuna önem vermeyerek tam bir tulumbacı tavrıyla, yumruklarını yazı masasına vurarak: “Bizim içişlerimize hangi selahiyet ve haddi olabilir?” diye bağırdığını Mister Morgan Tarr, hatıratına kaydetmiştir. Nihayet Almanya ve bilhassa Avusturya hükümeti bu vahşet ve cinayetlerden heyecanlanan dünya basınının pek haklı olarak meydana getirdiği neşriyatını bu hasım devletlerin notalarını nazar-ı itibara alarak Ermeniler hakkında verilen kat’i imha kararının uygulanmasını, binlerce insanın telef olunmasından sonra men ettirmişti.

İtilaf Devletlerinin Son Notası
Fransa, İngiltere ve Rusya devletleri aşağıdaki beyanatın neşredilmesi hususunda ittifak etmişlerdir. Hemen bir aydan beri Türk ahali, Osmanlı Hükümeti memurları ile birlikte ve ekseriya bunların yardımıyla Ermenileri katliam etmektedirler. Söz konusu katliamlar bilhassa Nisan ayı ortalarına yakın bir zamanda Erzurum, Tercan, Bitlis, Muş, Sason, Zeytun ve bütün Kilikya bölgesinde meydana gelmiştir. Van civarında yüze yakın köyün insanları çoğunlukla katledildiği gibi aynı zamanda Osmanlı Hükümeti Dersaadet’te oturan zararsız Ermenilere de musallat oldu.
Türkiye’nin insanlığa ve medeniyete karşı bu yeni cinayetlerden dolayı gerek Osmanlı Hükümeti azalarını gerek bu gibi, katliamlara iştirakte bulunmuş ve bulunacak olanları şahsen mesul tutacaklarını İtilaf hükümetleri Babıali’ye açıkça tebliğ ederler.
24 Mayıs 1915

Türkiye Hükümetinin Cevabı Notası

Hükümetimiz, tarafımıza yapılan beyanatı, yazılan ifadeyi ve iddiayı kesinlikle tekzip eder. Ülkemizde Ermenilere karşı katliam yapıldığı kati olarak yalandır.

Vak’anın hakiki durumunu anlatmak ve aydınlanmanız için aşağıda keyfiyet kaydedilmiştir.

Erzurum, Tercan, Eğin, Sason, Bitlis, Muş ve Kilikya Ermenileri genel asayiş ve istirahatı ihlal edecek hiçbir faal harekette bulunmadıkları cihetle, Osmanlı memurları tarafından haklarında hiçbir şekilde tedbir alınmasına lüzum görülmemiştir. Bu açık hakikat tarafsız devlet konsolosluklarınca da malumdur.

Üçlü İtilaf Hükümetlerinin bu mevzudaki ithamları apaçık bir yalandan başka bir şey değildir. Doğu Meselesine ait hususlara vakıf olanlar pekala bilirler ki; Ermenileri her fırsattan istifade Osmanlı Hükümeti aleyhine isyana tahrik edenler üçlü itilafın bilhassa Rusya ile İngiltere’nin memurlarıdır. İşbu devamlı tahrikler, Osmanlı Hükümeti ile adı geçen hükümetler arasında hasımlık başladığından beri ortaya çıkmıştır. Yine adı geçen devletlerin Bulgaristan ve Romanya’da bulunan konsolosluk memurlarıyla, Osmanlı tabiyetinde bulunan genç Ermeni çetecilerini Varna, Solina, Köstence ve diğer yollarla Kafkasya’ya sevk etmişlerdir. Rusya Hükumeti bu genç Osmanlı Ermenilerini gerek ordusuna katarak gerekse silah ve bombalarla teçhiz ederek, ayrıca ellerine beyanname ve programlar vererek bunları Osmanlı İmparatorluğu Ermeni mahfiline dahil etmekten geri durmamıştır.

Bunların vazifesi bu mahfilde gizli bir ihtilal teşkilatı kurmak ve bu bölge bilhassa Van, Şatak, Havasor, Gevaş ve Ticar Ermenilerini Osmanlı Hükumeti aleyhine silahlı haydutluğa sevk etmekten ibaretti. Bunlar aynı zamanda da Türklerle, Kürtleri katliama tabi tutmak için Ermenileri tahrik ediyorlardı.

Aşağıdaki misalleri faydalı olur addettik:

Osmanlı Hükumeti ile Rusya arasında düşmanca tavırların başlamasını müteakip “Arman Garu” adıyla tanınan sabık Osmanlı Mebusu Karakin Pastırmacıyan, Ermeni komiteleri reislerinden “Tru” ve “Heco” tarafından kurulan çeteye gelmiş ve adı geçen reisler ile birleşerek Rusya tarafından silahlandırılmış olan Ermeni köylülerinin başında olarak Osmanlı hudutlarına saldırılarda bulunmuştur. Bayezid kasabasının Ruslar tarafından işgali sırasında, adı geçen yol üzerinde karşılaştığı bütün Müslüman köylerini tahrip etmiş ve insanlarını katliama tabi tutmuştur. Rusların bu havaliden tard ve uzaklaştırıldığı sırada kendisi yaralı ve Erzurum Taşnak delegesi “Soren” ismindeki şahıs, maktul düşmüştür.

Pastırmacıyan, Kafkasya hududu üzerinde faaliyet halinde bulunuyor. Amerika’da yayımlanan Taşnakyutsunların gazetesi “Asparez” Pastırmacıyan’ın harbe gitmeden evvel, dini yemin merasimi yapılırken “Tru ve Heco” ile birlikte çektirdiği bir fotoğrafı söz konusu gazetede neşredilmiştir.

Bu ayrılıkçı hareket taraftarına İngiliz memurlarınca Kıbrıs’tan getirilip, İskenderun yakınlarında karaya çıkarılan Ermenilerin hareketiyle gayet açık ve müsbet bir şekilde yardım edildiği ortaya çıkmıştır. Torosoğlu Agob’un üzerinde çıkan evrak, takip edilen cinayet maksadını itiraz edilemeyecek bir surette ortaya koyuyordu. Bu tahrikler diğer neticelerden başka trenin yoldan çıkmasına sebebiyet vermiştir. Diğer taraftan da Fransız ve İngiliz bahriyesi kumandanları Adana, Dörtyol, Yumurtalık, İskenderun ile memleketin diğer taraflarındaki Ermenilerle haberleşerek bunları isyana teşvik ve tahrik ediyorlardı.

Bilhassa Zeytun Ermenilerine gelince; İngiltere ve Fransa hükumetleri tarafından yapılan propaganda neticesinde Ermeni ihtilal teşkilatı geçen şubat ayından itibaren fiili harekete başladı. Adı geçen yerin Ermenileri, hükumet memurları aleyhinde silaha sarılarak, hükumet konağını muhasara altına aldılar. Bu vaziyet karşısında hükümetimize düşen vazife ihtilali bastırmak, genel asayişi temin etmekten ibaretti.

Bu türlü ihtilal hareketlerine ve ayrılıkçılığın durdurulması için lazım gelen bütün çare ve tedariklerin seçimi hakkı doğrudan doğruya hukukuna sahip devletin işidir. Bunun aleyhinde kimsenin itiraz hakkı yoktur. Bundan başka tedbir, bahis mevzu olan meselede böyle harp zamanında bilhassa acil, mühim bir duyum ortaya koyar. Hükumetimiz bir taraftan askeri harekat yaparak ihtilali durdurmaya, diğer taraftan ecnebi ülkelerindeki ihtilal komiteleri ve üçlü itilâfın hükümet memurları ile münasebette bulunan Ermeni ihtilalcilerinin yakalanmasına ve tevkifine çalışmaya mecburiyet hissetti. Zikredilen üç hükümetin iddiasına rağmen, hükümetimizin hareketi teskin etmesinde ahaliden hiçbir unsurun zerre kadar dahli ve iştiraki yoktur.

Ermeni ihtilalcilerinin ikametgahlarında yapılan arama neticesinde ihtilal bayrakları ile yapılmak ve devam ettirmek istenilen haydutluk ve isyana ve bu ayrılıkçı harekete dair mühim vesikalar ortaya çıkarıldı. Bu vesikalar, idare merkezlerinin Paris, Londra ve Tiflis’de bulunan ihtilal komitesinin İngiltere Fransa ve Rusya Hükumetlerinin bütün faaliyetlere yardımcı olduklarını da ayrıca tespit etmiş bulunuyordu. Aynı zamanda etrafta yapılan aramalarda Ermenilerde binlerce bomba ve Rus tüfekleri meydana çıkarılmıştır. Tevfik ve tahrikiyle askerlik hizmetinden kaçan ve bu maksatla jandarmalara hücum edenler bittabi mahkemelere teslim olunmuşlardır.

Mevzubahis olan harekatın Rusya, İngiltere ve Fransa hükümetlerinin koruması altında yapılmış olduğuna ve son defa de Köstence’de toplanan ihtilal komitesinin sözde ihtilal hareketinden vazgeçmiş gibi görünmekle beraber münasip bir zamanda harekata karar verdiğine dair bugün hükümetimizin elinde vesikalar mevcuttur.

Babıali, efkar-ı umumiyeyi aydınlatmak için bu vesikaları bütün detaylarıyla uygun bir zamanda yayımlayacaktır.

Osmanlı Hükümeti genel asayişi tesis hususunda sarih hukuk kaidelerine uygun olarak aldığı tedbirlerle Ermenilerin ihtilal hareketlerini hiçbir katliama meydan vermeden bastırabilmiştir!

Bununla beraber İstanbul’da ikamet eden 77 bin 735 Ermeniden söz konusu olan ihtilal hareketine iştirak eden sanık sadece 635 kişi olup, bunlar da tevkif edilip diğerleri büyük bir huzur içinde iş ve güçleri ile meşguldürler. Büyük bir emniyet içinde yaşadıkları gözönüne alınırsa bu zorlama tedbirlerin içinde bulunulan duruma dayandığı, Ermenilere karşı hiçbir hareketi hedef almadığı meydana çıkar!

Bazı Ermeniler başka yerlere nakledilmişlerse de, harp mıntıkası dahilinde oturmakta bulunduklarından veya milli müdafaa açısından hükümeti endişeler içerisinde bırakmasından ileri gelmiştir.

Babıali, kara ve deniz hudutlarının muhafaza ve emniyetini temin için lüzumunu hissettiği her türlü tedbiri tatbik etmeyi vazifesinden sayar. Ve bundan dolayı da hiçbir ecnebi hükümete hesap vermeye mecburiyet hissetmez. İngiliz ve Fransız deniz kuvvetleri Çanakkale’de seyyar ve sabit hastaneleri topa tutarken, Rusya Hükümeti Ermeniler vasıtasıyla Kars civarında, sükunet içindeki binlerce Müslümanı kılıçtan geçirirken, Kafkasya’da aldığı Osmanlı esirlerini yine aynı Ermeniler vasıtasıyla katlederken, bunları açlık ve susuzlukla merhametsizce öldürürken; İngiltere, Fransa ve Rusya Hükümetlerinin insanlık hislerine müracaat etmeleri garip değil midir? Savaşan devletlerin konsoloslarını en kötü muameleye tabi tutan Türkiye değil, Rusya hükümetidir.

İngiltere, Fransa ve Rusya’yı idare edenler, yalnız Ermenilerin isyanını hazırlamakla kalmayıp, Müslüman kavimleri de saltanat-ı seniyye’ye isyan ettirmeye teşebbüs etmişlerdir.

Bununla maksatlarına erişmek için şahsa karşı dahi cinayet tertibinde bulunmuşlardır. Bu tertip ve teşebbüse ait deliller Bab-ı Ali’nin eline geçmiştir. Adını koymanın mümkün olmadığı bu davranış, pek eski zamanlarda zalimlikleriyle lekelenmiş olan asırlarda bile görülmemiştir.

Kafkasya’da, Fas’da, Mısır’da, Hindistan ve başka yerlerde meydana gelen ayaklanma ve tahrik zamanlarında, bunları bastırmak için son derece şiddet göstermiş ve tamamen insanlığa aykırı muamelelerden geri durmamış olan İngiltere, Fransa ve Rusya Hükümetlerinin; mecburiyet altında almaya mecbur olduğu ve son derece itidal ve adaletli, insaf dairesinde tatbik ettiği ceza-i tedbirlerden dolayı Osmanlı Hükümetini azarlamaya hiç hakları yoktur.

Osmanlı Hükümeti, bu hadiselerde evvela sahip olduğu hukukunu kullanmaktan başka bir şey yapmamışken, Osmanlı Hükümet erkanı ile ceza-i tedbirleri almakla vazifeli bulunan memurlarını mesul edileceklerine dair olan neşriyat hiçbir cevaba layık değildir.

Şikayet etmeye mecbur olduklarını zannettikleri hadiselerin bütün mesuliyeti, söz konusu olan ihtilal hareketini kendileri tertip ve idare eylediklerinden daha çok üçlü itilaf hükümetlerine aittir.

Bu beyanatları bile aslında Ermeni tahrikçilerine bir dayanak bir teşvik yerine geçer.”

Bu bahise Cemal Paşa’nın üzerinde düşünülmesi icap eden itiraf ve görüşünü ilave ederek son vereceğim. Cemal Paşa diyorki:

“Osmanlı Hükümeti, Almanya ile imzaladığı ittifakın icabatından dolayı, er veya geç harbe iştirak edeceğine emindi. Bu vaziyette müthiş büyüklükte ve uzun sürecek olan umumi harp senelerinde iç ıslahatla meşgul olmak mümkün olamayacağından Doğu Anadolu vilayetleri için getirtilmiş olan iki genel müfettişin vazifelerine devama lüzum görmemişti. Zaten bizim gayemiz, bu umumi harp sayesinde iç istiklalimize birer darbe sayılacak yabancı devlet kararları varsa bunların tamamından kurtulmak ve ondan sonra kendi memleketimizde mahalli şartları göz önüne alarak gereken ıslahatı bizzat kendimiz yaparak, hür ve müstakil milletler gibi yaşamaktı.

Kapitülasyonları, Cebel-i Lübnan imtiyazını kaldırmak büyük emelimiz olduğu gibi, son zamanlarda Rusya’nın cebir ve tazyiki sonunda kabul ettiğimiz Doğu Anadolu ıslahatına dair anlaşmayı yırtmak istiyorduk.

Biz, bu cihan savaşına bundan sonra haysiyetli milletler gibi tam bir istiklal içinde yaşamak niyetiyle dahil olmuştuk. Niyet bu olunca zannedersem Ermenilerin kalabalık oldukları vilayetlerde ıslahat yapmak için ebedi düşmanımız olan Rusya’nın tazyikiyle imza ettiğimiz bir antlaşmanın varlığı geçerli sayılmaz. Tabii ki bu mütalaa, hiçbir zaman memlekette ıslahat yapmamak fikrinin bizde mevcut olduğuna delil olamaz. Genel bir ıslahat yapmak arzusu, bizde o kadar büyük bir istekle mevcuttu ki; esasen bu iç ıslahatı yapmadıkça, memlekette yaşamak imkanı olmayacağına inancımız vardı. Fakat, bizce bütün ıslahatın başlangıcı, ikibuçuk asırdan beri başımıza göklerden gelen bir bela gibi dikilmiş olan Çarlığın mahvolduğunu görmek, onun, ülkemizde her zaman çevirdiği entrikalara son vermekti. Bu da dünya harbi sırasında Rusya’nın ezilmesi, bizim azami derecede gayret ve çalışmamızla mümkün olacaktı. Bu düşüncelerle iç işlerimizi ıslah teşebbüslerimizi cihan harbinden sonraya bırakmış, şimdilik milletin bütün kuvvetini savaşa tahsis etmek lazım geldiğine karar vermiş hatta bu görüşümüzü Taşnakyutsun reislerine söylemekten çekinmemiştik.

Sonunda cihan harbine biz de girdik. Girişimizden bir kaç gün sonra yapılan teklif üzerine 4. Ordu kumandanlığına tayin olunarak İstanbul’dan Suriye’ye gittim.

Bundan sonra Doğu Anadolu vilayetlerinde ne gibi vaziyetler cereyan ettiği, devletin neden dolayı Ermenileri tehcire tabi tutmaya karar verdiğini bilemiyorum. O sırada İstanbul’da yapılan müzakerelere katiyyen iştirak edemediğim gibi, bu mevzuuda benim görüşlerimi de sormadılar. Yalnız günün birinde Dahiliye Vekaleti’nden vilayetlere tebliğ edilen geçici kanun mucibince Ermenilerin Mezopotamya’ya nakledilerek harbin sonuna kadar orada iskan edileceklerini öğrendim. Başkumandanlık Vekaleti tarafından, mülkiye memurları vasıtasıyla idare edilecek olan bu tehcir esnasında Ordu mıntıkasından geçecek Ermenilere bir tecavüz olmasına meydan verilmemesi tebliğ olunuyordu. Bundan başka hiçbir şeyden haberim yoktu.

O sırada ben, 2. Kanal seferi için 1915 senesi sonbaharının sonlarında Suriye’ye sevkedilecek olan askeri kuvvetlerin yegane menzil hattı olan Pozantı-Halep yolu üzerinde, menzil teşkilatı yapmak, buralarda her nevi erzak ve zahire toplamakla meşguldüm. Bu menzil hattının intizamını ortadan kaldırıcı her türlü teşebbüs benim kanaatıma göre Kanal Seferi için pek büyük fenalıklara sebep olacağı için tehcir olunan Ermenilerin Pozantı’ya gelmekte oldukları ve oradan Tarsus ve Adana yolu ile Halep’e doğru yürüyeceklerini haber aldığım zaman son derecede hiddetlenmiştim. Ben, Ermenilerin Mezopotamya’ya gönderilmesinden ise Konya, Ankara ve Kastamonu gibi iç vilayetlerimize yerleştirilmesini münasip görüyordum, Fakat devletçe özel kanuna dayanılarak teşebbüs edilmiş olan muameleye İtiraz caiz olmayacağından Ermeni muhacir kafilelerinin Adana ve Halep Üzerinden Mezopotamya’ya nakillerine karşı çıkılmamasına dair kat’i emir aldığımdan çaresiz uygun gördüm.

O sırada Elazığ ve Diyarbakır Vilayetleri dahilinde, Ermeni muhacir kafileleri aleyhinde tecavüzler vukubulduğuna dair uzaktan uzağa haberler alıyordum.

Tehcir muamelesi münhasıran mülkiye memurlarının idaresi altında oluyor ve orduların bu işle hiçbir alakası bulunmuyordu. Fakat başka ordular mıntıkasında meydana gelen tecavüzlerin, benim ordu mıntıkamda da meydana gelmesine asla tahammül edemeyeceğimden bu mevzuda gayet şiddetli emirler vermeyi kendim için bir mecburiyet saydım! Ve yine o sırada Pozantı’dan Halep’e kadar olan yol üzerinde muhacirlerin iaşesi için mülkiye memurlarınca kafi derecede vasıta ve iaşe tedarik olunmadığından ve Ermenilerin cidden acınacak bir sefaletle bütün yol boyunca iaşe edilmemiş olduklarını haber aldığımdan vaziyeti bizzat teftiş etmek üzere Halep’ten Pozantı’ya kadar bir seyahat yaptım. Orduya mahsus menzil ambarlarından, Ermeni muhacirlerine ekmek verilmesini emrettiğim gibi, menzil doktorlarının Ermeni hastalarını tedavi etmeleri emrini verdim.

Özetle bu tehcir esnasında Ermenilere yapılacak yardımların azami derecesini yapmaya gayret gösterdim.

Anadolu Ermenilerinin tehcirinden sonra Adana ve Halep Ermenilerini de tehcir emri mülkiye memurlarına verildiği zaman, ben buna da muhalefet ettim. Bu muameleye lüzum görmediğimi, bu halin 4. Ordu mıntıkasının iktisadi şartlarına ve ziraatçılarına kötü tesir yapacağını uzun uzadıya İstanbul’a bildirdim. Fakat mülkiye memurlarına verilmiş olan emirlere müdahale etmeyerek yalnız onlara yardım etmekliğim ihtar edildiği için buna da mani olamadım.

Şu kadar var ki; bütün Ermeni muhacirlerinin Mezopotamya’ya gönderilmesi, orada sefalete düşeceklerine emin olduğum için, bunlardan bir çoğunun Suriye, Beyrut ve Halep vilayetleri dahiline yerleştirilmelerini münasip gördüm. Buna müsaade edilmesini Israr ile İstanbul’a yazarak onaylarını elde ettim. İşte bu sayede, bu vilayetler içinde hemen hemen 150 bin kadar Ermeni’yi iskana muvaffak oldum. Bunların yetimleri, dul kadınları, erkekleri için ne gibi yardımlarda bulunduğumu burada tekrar etmekten adeta haya duyuyorum. Bana öyle geliyor ki; bunları geniş olarak anlatmaya kalksam, sadece insaniyet namına yaptığım bu yardımların manevi kıymetine halel gelecek.

Fakat bu kadar yardımlarıma rağmen, siyasetimizin dıştaki hasımları beni de, bu Ermeni vak’asından dolayı manevi mesul saymak ve hatta, mütareke esnasında İstanbul’da kurulan karikatür gibi bir hükümet tarafından, tehcir ve öldürmede müşterek mesul sıfatıyla idama mahkum edildiğim için bir parça tafsilat vermeyi nefsimi savunmak şartına uygun telakki ettim.

Bu izahatımdan efkar-ı umumiye takdir eder ki; Ermeni vak’asında zerre kadar alakadar değilim. Tehcir kararı verildiği zaman ben müzakerelere iştirak etmediğim gibi, öldürmeyi yapmak değil tam tersi men ettim. Tehcir sırasında ve sonraki icrasında, muhacirlere azami yardımlarda bulundum.

Fakat acaba İstanbul’da bulunsaydım, Doğu Anadolu vilayetlerinde ve ordunun gerilerinde meydana gelen olaylara vakıf olarak müzakerelere iştirak etseydim tehcir kararına katılmayacak mıydım? Burasını şimdi takdir edemem. Yalnız şurasına kafi bir inançla kani bulunuyorum ki; Ermeniler, Kafkas Ordumuzun gerilerini tehlikeye koyacak ve ordunun tamamının mahvolmasına sebep olacak ihtilallere teşebbüsten geri kalmamışlardır. O derece ki; bütün Osmanlı vatanını tehlikeye sokacak, Anadolu’nun tamamen Ruslar tarafından istilasını mucip olacak bir felakete imkan vermektense, Ermeni milletinin tamamını yapmak istedikleri kötülükleri yapamayacakları bir sahaya nakletmeyi arkadaşlarım uygun görmüş olacaklardır.

Ben bu meselede rey vermeye salahiyetli bir mevkide bulunmadığım için, buralarının aydınlatılmasını arkadaşlarımın vereceği izahata, gösterecekleri sebebe terk ediyorum.

Muhaceratın göstermiş olduğu manzaranın sefaletine gelince: Rus istilası esnasında, Ermeni mezalim ve cinayetinden kurtulmak için Diyarbakır üzerinden, Halep ve Adana yoluyla Konya’ya, Erzurum ve Erzincan’dan, Sivas’a sığınmış olan Kürt ve Türk muhacirlerinin gözönüne serdiği manzara bundan daha az sefilane değildi. Fakat o biçareler Müslüman oldukları için hiçbir Alman veya Amerika misyonerleri onlar için raporlar yazmadı. Onların felaketini ve sefaletini edebi bir lisanla tasvir etmek lüzumunu vicdanında hissetmedi.

Osmanlı Hükümetinin Doğu Anadolu vilayetlerinden birbuçuk milyon kadar Ermeni naklettirmiş olduğunu ve bunlardan 600 bin kadarının yollarda kısmen katl ve itlaf edilmiş, kısmen de açlık ve sefaletin tesiriyle ölmüş olduklarını kabul edelim. Fakat, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinin Ruslar tarafından istilası sırasında oralarda yaşayan Kürt ve Türklerden acaba ne kadarı, Ermeniler tarafından en barbarca cinayetler ile öldürülmüş olduklarını ve ne kadarının hicret esnasında telef olduğunu bilen var mı? Biz haber verelim ki; bu yüzden ölen Türk ve Kürt’ün sayısı muhakkak birbuçuk milyonu aşkındır. Ermeni katliamından Türkler mesul oluyorlar da, Türk ve Kürt’ün katliam edilmesinden, ve bütün sefaletten Ermeniler niçin mesul olmuyorlar? Yoksa Türk ve Kürtün kıymeti Morgan Tarr’lar ve Mandastam’lar ve emsali politikacılar gözünde olduğu gibi, insanlık alemi nazarında da sinekler derecesinde midir?

Hayır Efendiler, hayır! Bu milletlerin her ikisini de boş yere itham etmeyiniz! Asıl kabahat bunlarda değil, bunları birbiri aleyhine teşvik eden Moskof siyasetindedir. Türk’ü öldürmek onun binlerce senelik milli şöhretini mahvederek mirasına konmak isteyen, kan içmekten başka hiçbir şey düşünmeyen Moskof, Ermeni’yi Türk’e musallat etti. Türk, ölmemek için Ermeni’yi öldürmek lazımdır fikrine düştü. İşte bundan şahidi olduğumuz facia ve hadiseler meydana geldi. Bir tarafta iddia olunduğu gibi 600 bin Ermeni, diğer tarafta birbuçuk milyon Kürt ve Türk toprağa serildi.

Şimdi de utanmanın ne demek olduğunu bilmeyen Moskof siyaseti ve onların Morgan Tarr gibi ahmak ve budala, yardakçıları bütün kabahatı öldürülmek istenilen Türk’e yüklemek için dünya basınını yaygaralara boğmaya çalışıyorlar.

Mendaltam, Ermenilerin Van hariç olmak üzere hiçbir tarafta ihtilal çıkarmadıklarından bahsediyor. Ben Doğu Anadolu vilayetlerinden ve Kafkas Ordumuzun gerilerinde geçen olayları bilmediğimi yukarıda söylemiş isem de, kendi ordumun mıntıkasında meydana gelen olaylara tamamen vâkıfım.

1915 senesi ortalarında Zeytun’da ve Eruh’da meydan gelen hadise tamamıyla Ermeni silahlı ihtilalinden başka bir şey değildi. Musa Baba taraflarındaki kıyım da bu ihtilal tertibine dahi idi. Nice ispat edilmiş kat’i deliller hakikatındandır ki; İskenderun Körfezi’nin başlangıcı olan yerden başlayarak, Dörtyol, Musa Baba, Halep, Antep, Urfa ve Zeytun taraflarından yapılacak Ermeni ihtilalinin, Suriye’yi Anadolu’dan ayırmaya bir teşebbüs olacağını, pek güzel anlamış olan Fransız, İngiliz Doğu Akdeniz Orduları kumandanları, Çanakkale savaşının en müthiş demlerinde Ermenilerin verdikleri emirlerle bu ihtilal yapmaya itmişlerdi. Zaten bu işe çoktan beri Ermeniler hazır bulunduklarından işe başlamak için yalnız bir emir almaları kalmıştı. Acaba bu kanaatimin doğru olmadığını alakadar devletlerin ilgili memurları iddia edebilirler mi? Şimdi artık savaş bitmiş olduğundan durumların hakikatını bilen efkar-ı umumiye huzurunda bu noktaların itiraf edilmesinin pek namuslu bir davranış olacağını zan ederim.”

(Türkiye İnkılabının İçyüzü,Pınar yayınları, İstanbul, 2000 s. 90-138)