Geçenlerde Kürdistan Teali Cemiyeti Genel Merkezinde saygıdeğer bir zat tarafından uzun bir konferans verilmişti. Dergimiz yazarlarından birinin bu konferans hakkında bir günlük gazetede yayınlanan yazısına, “Jîn” okuyucuları için aşağıdaki biçimde yer veriyoruz:

Açıklandığı biçimde, Kürdistan Teali Cemiyeti‘nde yetkili bir zat tarafından, derneğin ilk kuruluşundan bu ana kadar olan çalışmaları ve eylem biçimi hakkındaki söyleşi, geçen cuma günü yapıldı. Toplantıda, İstanbul’daki tüm Kürd aydınlarından, düşünürlerinden, gençlerinden ve önemli kişilerden oluşan büyük bir çoğunluk bulunuyordu.

Konuşmacının pek uzun olan açıklamalarını aşağıdaki biçimde beş-on satırla özetleyelim, sonra da inceleyelim.

* * *                                                                                                        )

“10 Temmuz devriminden sonra,[1] İstanbul’da ilk kez, Kürdlerin maddi ve düşünsel gelişmeleri için, Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti adıyla bir dernek kuruldu. Sonraları, Kürd Tamim-i Maarif Cemiyeti ile Kürd Talebe Hêvî Cemiyeti adlı dernekler oluşturuldu. Bu derneklerde toplanan çalışmaların hepsi, Kürdleri uygarlık gelişmelerine ulaştırmak amacına nelikti. Eski hükümetlerin bu derneklere karşı izlediği siyasetin ve Büyük Savaşın[2] sonucu olarak İstanbulda sekteye uğrayan ve fakat savaş sırasında yerel ve bireysel biçimde süren toplu çalışmalar, savaşın son zamanlarında yine başladı ve Osmanlı hükümetinin Wilson Prensipleri’nin kabulüyle yaptığı ateşkesten sonra daha geniş bir alan içinde sürdü.

Dernek, Kürdlerin genel ve ulusal çıkarlarını korumakla yükümlü olduğundan, ateşkes antlaşmasından sonra işlerin aldığı biçim ve nitelik karşısında, ve dünyaca kabul edilip Osmanlı hükümetince de ateşkes antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Osmanlı ülkeleri yönetimine temel kabul edilen Wilson Prensipleri’nin verdiği ulusal hakları elde etmek amacını, doğal olarak programına aldı. Çünkü, bu ulusal hakların elde edilmemesi durumunda, Kürdlerin hakkı tanınmamış, Kürdler yine ezilmiş, Kürdler belki de yüzyıllarca sürecek olan bir tutsaklık dönemine girmiş olacaklardı.

Bunun için ilk önce, Kürdistan hakkında coğrafî, etnografik, tarihsel, ekonomik kanıtları içeren ve Kürdlerin ulusal özlemlerini ve nasıl bir yönetim istediklerini belirten ayrıntılı bir muhtırayı İstanbul’daki dört büyük devletin temsilcilerine verdi.[3] Bu muhtıra, saydeğer temsilcilerce de ilgiyle ve iyi bir şekilde kabul edildi.

Aynı zamanda, Paris’teki Barış Konferansına bir delegasyon gönderilmesi konusundaki güçlükler dikkate alınarak, Paris’te bulunan Şerif Paşa’nın Barış Konferansı huzurunda Kürdlerin çıkarlarını savunmakla görevlendirilmesi düşünüldü ve kendisi de bu işi üzerine aldı.

Savaş sırasında Mısır’da kurulup epeyce faaliyet gösteren diğer bir Kürd topluluğunca Paris Barış Konferansı için tayin edilen Arif Paşa başkanlığındaki delegasyonun da, Şerif Paşa’nın başkanlığı altına girip kendisine katılması sağlandı.

Musul Süleymaniye’sinde kurulan Kürd hükümetinin[4] Paris’e gönderdiği delegasyonun da Şerif Paşa’nın başkanlığındaki delagasyon ile ortaklaşa hareket etmekte olduğunu dernek ayrıca haber almıştır.

Muhtıranın temsilcilere verilmesinden ve Paris’le haberleşme sağlanıp Şerif Paşa’nın da bu konuda bilgilendirilmesinden sonra derneğin buradaki siyasal girişimleri, zaman zaman temsilcilerle ilişkiden ve Kürdistan hakkında bilgi vermekten ibaret kaldı.

Dernek bir yandan da Kürdistan’da şubeler açtı. Oralarda dinginliğin ve huzurun korunmasında merkeze bağlı bu şubelerin büyük etkisi oldu. Derneğin siyasal girişimleri düzeyindeki en önemli işi, Anadolu’nun her tarafına dağılan pek çok sayıdaki Kürd göçmenlerini yerlerine geri göndertmekti. Dernek bu konuda, ateşkesten beri kurulan hükümetlerden ısrarla istemde bulundu ve hepsinin kesin ve resmi biçimde söz vermelerine rağmen hiç bir şey yapılmadı. Dernek, göçmenlerin çektikleri sefaletleri tümüyle ve bütün acılığıyla bilmektedir; bunu hükümete de anlatmıştır. Şimdiye kadar bu göçmenlerin geri gönderilmemelerinin nedenleri, hükümetin içtenlikli bir biçimde bunu istememesinden başka bir şeyde görülmemektedir.

Derneğin bir başka isteği de, Kürdistan’a Kürd memurların atanması işiydi. Ve bunu istemek hakkımızdı. Dernek bu konuda da sesini ve makul görüşlerini hükümete dinletemedi.

Kürdistan Teali Cemiyeti‘nin çalışmaları işte bu şekilde sürmüştür. Ateşkesten sonra işbaşına gelen kabine, Kürdlerin hakkını gerçekten iyi niyetle karşıladı ve ülkenin gerçek çıkarlarına uygun olan bu amaca karşı güçlükler çıkarmadı. Ne var ki gün geçtikçe dernek, dünyanın ve dünya ile birlikte Osmanlı hükümetinin de tanıdığı bir hakkı isterken birçok büyük engellere uğratıldı. Ne olursa olsun dernek, ulusal hakları korumaya yönelik olan kesin isteğinde aynı azimle diretecektir”.

* * *

Mümkün olabildiği kadar özetlediğimiz yukarıdaki açıklamaları üç bölüme ayırabiliriz:

1- Devrimin[5] başlangıcından beri olan Kürdlük akımı.

2- Wilson Prensipleri uyarınca Kürd haklarının korunmasına ilişkin siyasal girişimler.

3- Ateşkesten beri Osmanlı hükümetiyle olan ilişkiler.

Bu söyleşi dolayısıyla, bu üç nokta hakkında ayrıca bazı görüşler belirtmek isteriz:

Kürd ulusu, kendi isteğiyle kabul ettiği yönetimin kendi gereksinmelerine ve karakterine uygun olmadığını ve gereksinmelerini karşılamaya yeterli olmadığını hissettiği günden beri, özel koşullarına uygun bir yönetime kavuşma isteğini açıkça göstermeye başlamıştır. Demek oluyor ki Kürd ulusal akımının başlangıcını ne 10 Temmuz devriminden, ne de Sultan Hamid döneminden itibaren sayabiliriz. Bu, pek eskidir. Yalnız şurasını kaydetmek gerekir ki bu ulusal akım, hiç bir zaman İslam topluluğunun ya da bu topluluğu temsil eden güçlerin zararına ve onlara karşıt olan bir kanalda gitmemiştir. Tersine, “Kürdler başkaldırıyor”, “Kürdler hükümete boyun eğmiyor”, “Kürdler yönetim altına girmiyor” biçiminde tanımlanan davranışlar, Kürd’ün bu psikolojik gereksinmelerinin ve özel durumunun anlayışla karşılanmamasından doğan ve pek doğal olan tepkilerdir.

Kürd, gereksinmelerini karşılayacak yönetime kavuşmadıkça çığlık atmıştır. Hakkı ve gereksinmeleri tanıyan ve tanımak isteyen her akıllı ve aydın yönetim, bir ulusun bu tür çığlıklarını haklı görür. Gereksinmeleri susturulmayan ulusların çığlıklarını yükseltmemeleri, kendileri için aşağılanma ile eşanlamlı bir eksiklik sayılır. Oysa Kürdlerin her çığlığında, gereksinmeleri değil de çığlıkları susturulmuştur.

Demek istiyoruz ki Kürdler, bir ulus olarak yaşamak, benliklerini koruyarak yaşamak, mutlu yaşamak ve ancak kendi ruhlarından doğan bir yönetim altında yaşamak amacını, ta eski zamanlardan beri candan gönülden güdegelmişlerdir. Gerek Kürd ulusu ve gerekse her ulus için bir erdem olan bu hakkı tanıyamayanların kötü niyetlerinden ya da kötü anlayışlarından kuşku duymakta haklıyız.

İşte, bu kadar uzak ve duru kaynaklardan akıp gelen bu ulusal akım, Osmanlı devriminden[6] sonra, doğal olarak “dernek” biçiminde biçimlenmeye başladı. En bilimsel ve teknik olanaklara sahip dernekler için bile bir olumlu “ideal” bulunduğunu kendimizi aldatmamak için itiraf edersek, bugünkü Kürdistan Cemiyeti‘nin ve O’ndan önceki diğerlerinin de bu son sonuçta karar kılmalarını soğukkanlılıkla görebiliriz.

Büyük Savaş’ın başgöstermesine kadar ve Büyük Savaş sırasında en önemli iş olmak üzere kültür ve hayır işleriyle uğraşanlar, artık dünyanın kabul ettiği maddeleri de Kürdlerin “yaşam programı”na aldılar. Çünkü meydanda bir “Wilson Prensipleri” vardı ve çünkü her büyük devlet, özgür olmak ve özgür olarak yükselmek isteyen her ulus, hak tanımak ve hakla yönetim yapmak iddiasını güden her hükümet ve Osmanlı hükümeti de, bu Prensip’leri esas kabul edip açıkladılar. Madem ki bu yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş ve bu yüzyılda da gözümüzün önünde pek açık olarak diliyle, karakteristik özellikleriyle, gelenekleriyle, gereksinmeleriyle, çevresiyle başkalarına benzemeyen bir ırk vardı ve buna göre ister istemez “bir Kürd ulusu vardır” demek zorunluluğu vardı, o halde öteki ulusların, komşu ve aynı düzeyde olan toplulukların yararlandıkları bir hakkı elde etmeye çalışmak O’nun da hakkıydı.

O da, şimdiye kadar geçmiş yüzyıllarda, başkalarının zekâları, güçleri ve eserleri içinde kaynayıp başkalarına malolmuş bir zekâsı, bir gücü, bir eseri olduğunu kanıtlayacaktı. O da, yani Kürd de, bu yüzyıla ve gelecek yüzyıllara kendi bilgisiyle, kendi çabasıyla, kendi kültürüyle sunulacak bir uygarlık hazırlamak isterdi. Ve en basit hak olarak O da kendi dertlerinin kendi dilini bilenlerce dinlenilmesini, yaralarının kendisini anlayanlar tarafından sarılmasını, kendisini yönetecek yasaların kendi beyninden çıkmasını, kendisini mutlu kılacak koşulların kendisince düşünülmesini ve kendi yurdunda istediği gibi yaşamasını isterdi.

İşte Kürdler, bu kadar çok yönlü nedenlerin ve itici etmenlerin zorlamasıyla Wilson Prensipleri’ni ağızlarına aldılar. Gerçekleştirilen girişimler, olayların Kürdlere ümit verecek kanallara girdiğini göstermektedir.

* * *

Konuşmacının, derneğin siyasal çalışmalarından daha çok önem verdiği nokta, hükümetle olan ilişkileriydi; bunu da, göçmenler ve Kürdistan’da dirlik düzenliğin korunması sorunlarında göstermek mümkündür.

Savaş sırasında sadece Müslümanlık bağlarının itici etkisiyle Anadolu’nun içlerine dökülen Kürdlerin[7] dört yıl içinde verdikleri kayıpları ve halen yaşayanların da çektikleri sefaleti Türk hükümeti herkesten iyi bilmektedir. Kürdistan Cemiyeti, ulusunun bu yürek yakıcı durumu karşısında, hükümete söylenmesi gereken şeyleri söylemekten doğal olarak geri durmamıştır.

Diğer her ulusun göçmenleri sıkıntı çektirilmeden, bolluk içinde ve kayrılarak yurtlarına geri gönderilirlerken, Kürd göçmenlerinin şimdiki yerlerinde karınlarını doyurma çarelerinin bile düşünülmemesi, insanı, Kürdlerin bir kemgöze uğradıkları görüşüne götürüyor. Göçmenlerin sefaletini gerek Kürdistan Cemiyeti ve gerekse Anadolu’ya gezi düzenleyen “Öğüt Verme Delegasyonu” aracılığıyla tam olarak öğrenen yüce hükümet, şimdiye kadar verilen kesin sözlerin tersine, son zamanlarda bunların gönderilmesinden de vazgeçmiş gibi durmaktadır. Bu nedenle, sürekli olarak göçmenlerden pek sert ve acıklı yakınma ve sızlanma mektupları alan Kürdistan Cemiyeti, maddi ve manevi sorumluluğun bu konuda iktidar sahibi olanlara ait olduğunu açıklamak zorunda kalmıştır.

Savaşın yol açtığı yenilginin ve Osmanlı yönetiminin az-çok uğradığı düzensizlik ve istikrarsızlığın doğal sonucu olarak başkent yakınlarına kadar bile bozulan dirlik düzenliğin korunmasında, illerde açılan ve merkeze bağlı olan şubelerini büyük etkileri vardır.[8] Genel Merkezin ve şubelerin içtenlikli niyetlerinden doğmuş olan bu etkilerin değerini takdir edemeyen ve ihtimal ki merkezi hükümetçe de kendilerine iyi telkinlerde bulunulmayan il yönetimleri, tersine, her vesileyle derneğe güçlük çıkarmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Göçmenler sorunu ve çıkarılan bu güçlükler, İttihad ve Terakki hükümetinin Arnavutluk ve Arap sorunlarında işlediği hataların ve o katı anlayışın doğurduğu sonuçların yinelenmekte olduğunu bize açık olarak gösteriyor. İyi niyetimizdir ki bu noktaları, daha vakit varken ilgililerin dikkati önüne sermeye bizi sevk ediyor.

Konuşmacının açıklamalarını, birçok zatın Kürdlük ve Kürdistan hakkındaki görüşleri ve çalışmaların yönetilmesi biçimi ile bu çalışmaların genişletilmesine ilişkin önerileri izledi.

Bizce en önemli ve en düşünülmeye değer yön, Kürdlerin İstanbul’daki en düşünür ve aydınlarından ve gençlerinden oluşan bu toplantıda İslam topluluğuna güçlü bağlılığı ve İngiltere’ye karşı derin ve içten güveni gösteren psikolojik durum idi. Amaç ve amacın izlenmesi yöntemi, toplananların tümü tarafından kabul edilmiş ve tüm Kürdlerin arzu ve ihtiyaçlarını dile getiren bu yolda devam edilerek, Küridstan’ın kurulmasında ve gelişmesine ilişkin amaca ulaşılmasında İngiltere büyük devletinin desteğinin kazanılmasının mutlaka başarılması oybirliğiyle istenmiş ve bir dilek olarak belirtilmiştir.

Toplantıdan çıkanlar genellikle şuna inanmışlardı ki, Kürdün ruhundan doğmayan hiç bir yönetim Kürdistan’da kalıcı olamayacak, Kürdün kaderine ancak Kürdün arzuları egemen olacak, Kürd yaşayacak ve yükselecektir.

1 Haziran 1919

Düzeltrne: 20 sayılı “Jîn”deki “İki Hayırlı Eser” başlıklı yazımızın düzenleme yanlışlığı ile başka bir kalıba giren en son satırı şu şekilde olacaktır: “Hayal ve ihtirasın, sonucu zehirli bir acılık olan yoksunluklu çöküşünü de unutmamalı. ..”

Kaynak: Jîn, Hejmar: 21, s. 912

[1] 10 Temmuz İnkılabı: “10 Temmuz Devrimi” anlamına gelen bu ad, Milâdî takvime göre 23 Temmuz 1908 tarihinde gerçekleştirilen ve İkinci Meşrutiyet’in kurulmasıyla sonuçlanan hareket için kullanılırdı. O zaman Rumî takvim kullanıldığı ve o hareket de o takvime göre 10 Temmuz 1324 tarihine rastladığı için, adına “10 Temmuz İnkılabı” denilmiştir.

[2] “Büyük Savaş” adını, Osmanlıcada “Genel Savaş” anlamına gelen “Harb-i Umumi”  adının karşılığı olarak kullandık.

[3] “Büyük devletler” anlamına gelen “düvel-i muazzama” adı, Osmanlı döneminde Almanya, Avusturya-Macaristan, İmparatorluğu, Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya için kullanılırdı. Avusturya-Macaristan, İmparatorluğu savaş sonrasında dağıldığı, Rusya’da da 1917’de Çarlık Rejimi Devrildiği için, burada diğer dördü için söz konusudur.

[4] Güney Kurdistan’da Süleymaniye kentinde Şeyh Mahmud Berzencî’nin liderliği altında kurulmuş olan Kürd hükümetini kastediyor.

[5] “Devrim” demek olan “İnkilab”dan maksat Meşrutiyet’tir.

[6] “Osmanlı Devrimi”nden maksat, yine Meşrutiyet hareketidir.

[7] Kürd göçmenlerini kastediyor.

[8] Kürdistan Teali Cemiyeti’nce Kürdistan illerinde açılmış olan şubeler kastedilmektedir.