Giriş

Bu yazı içinden geçtiğimiz bu çalkantılı dönemin analizini yapmayı amaçlamaktadır. Siyasi, ekonomik ve sosyal altüst oluşların yaşandığı bu kaotik dönem, neoliberalizmden neomerkantilizme geçiş olarak tanımlanabilir. Bu geçiş sürecini daha iyi kavrayabilmek için genel hatlarıyla liberalizm kavramını ve bu kavramın siyasi ve ekonomik temellerini kritik bir analize tabi tutmak faydalı olacaktır.

Liberal anlayışa göre, ekonomi; arz ve talep yasasının gereği olarak kendi kendine işleyebilen, dışarıdan herhangi bir müdahaleye ihtiyaç duymayan bir sistemdir. Devletin müdahalesi ne kadar az olursa, ekonomi de o kadar iyi çalışır. Bireylerin ve ülkelerin sağlıklı bir ekonomiye sahip olabilmesi için ekonomiye devlet tarafından müdahale ve kısıtlamaların asgari düzeyde tutulması ve sermayenin dolaşımına azami serbestlik tanınması liberalizme göre gerekli ve zaruridir. Gerçekte olan ise bu söylemin tersidir. ABD Meksika ile olan sınırına duvar örmekte; AB kendi içinde tam seyahat serbestliğini uygularken Avrupa’nın sınırlarını dışarıya karşı çok sıkı kontrol altına almaktadır. Böylece, sermayenin dolaşımına özgürlükler tanınırken emekçilerin serbest dolaşımına kısıtlamalar getirilmektedir. Demek ki, neoliberalizmin, sınırların kalkacağı vaadi sadece bir propagandadan ibarettir. Yaşadığımız süreçte, küresel güçlerin bazıları neoliberal, bazıları da neomerkantilist politikaları savunmakta ve uygulamaktadır. Hükümetler, bu hedefler doğrultusunda etkin bir maliye ve para politikası uygulamaktadırlar. Politika alanında ise, ekonomi ve devlet milliyetçiliği akımları gelişmekte ve kendi kendine yeterlilik zihniyeti yaygınlaşmaktadır. Bu gelişmeler merkantilist sisteme dönüşün önemli işaretleridir.

İki Dünya Savaşı arasında ve özellikle 1929 Büyük Bunalımı’ndan sonraki dönemde, liberal ekonominin kuralları yerine merkantilist sistemin kuralları uygulanmıştır. Merkantilizm, ekonomik politika olarak korumacı; dış politika olarak yayılmacı; ve iç politika olarak da etkin ve güçlü bir ulusal devletçidir.  İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 1980’e kadar geçen dönemde  sosyal devlet modeli geliştirilmiş ve uygulanmıştır. 1980’lerden günümüze kadar ise neoliberal politikalar uygulanmaktadır. Ne var ki neoliberalizm çöküş sürecine girmiştir. Yaşanan ekonomik ve politik kriz korona virüs salgınının etkisiyle daha da derinleşmektedir. Kapitalizm, klasik liberalizm döneminde girdiği ekonomik ve politik krizden iki dünya savaşı yaşamasına rağmen çıkamadı. Kapitalizm, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, küresel ekonomiyi kapsayan Bretton Woods anlaşması ve sosyal devlet politikalarıyla krizden çıkabilmiştir. Kapitalizmin günümüzdeki politik ve ekonomik elitleri var olan ekonomik ve siyasi krizleri neomerkantilizm politikalarına dönerek aşma niyetindedirler.

Bu yazıda açıklanan politik ve ekonomik gelişmeler, modern toplumda ortaya çıkan sorunlar ve çözüm arayışlarıdır.  Modern toplumun siyasal örgütlenme biçimi ulus-devlet, ekonomik örgütlenme biçimi ise kapitalizmdir. Modern toplumun öznel ögesi ulus-devlet, nesnel ögesi de kapitalizmdir. İşte modern toplumun içindeki tüm gelişmeler, öznel öge ile nesnel ögenin karşılıklı etkileşiminin ürünüdür. Bu bakış açısıyla neoiberalizmden neomerkantilizme geçişi inceleyeceğiz.

1-Merkantilizm

XIV. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa siyasi toplumlarını meşgul eden en önemli sorun, güçlü ve merkezi birer ulusal devlet olabilmektir. Merkezi ulusal devletin kurulabilmesinin yolu da feodal beyler, kilise, kendi kendini yöneten şehirler gibi otonom siyasi birimlerin direnişini kırmak ve otoritesini yok etmek veya zayıflatmak ve ulusal ekonomik birliği sağlamaktan geçer. Bu dönemin Batı Avrupa devletleri, kısmi otonom ekonomik birimlerinden oluşan bölge ve eyaletlerden kurulmuştu. Güçlü merkezi ulusal devletin kurulması için ülke düzeyinde ekonomik birliğin sağlanması gerekiyordu. Bunun için de devlet, tüm ekonomik faaliyetlere egemen olmalıydı. Devletin güçlü olmasının ve siyasal amacını gerçekleştirmesinin yolunun devletin zenginleşmesinden geçtiğine inanılmaktaydı. Zenginlik de biriktirilmiş değerli madene, yani altın ve gümüşe sahip olmakla mümkündür.  Bu yüzden de devlet, değerli madeni biriktirmek için tüm ekonomik faaliyetleri yönetmelidir ve bu amaç doğrultusunda da birçok alternatife başvuracaktır. Ülkesindeki değerli madenlerin işletilmesi yolu ile de altın ve gümüş biriktirebilir. Bu alternatif, ülkenin doğal kaynaklarıyla sınırlıdır. İkinci alternatif, devletin elinde bulunan altın ve gümüş stoklarının başka ülkelere gitmesini engellemektir. Üçüncü alternatif de, başka ülkelerden çok miktarda değerli madenin gelmesini sağlamaktır. İşte bu seçenekleri gerçekleştirebilmek ve uygulayabilmek  için ülkedeki ekonomik faaliyetlerin devlet tarafından düzenlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla tüm üretim faaliyetleri ile tüketim ve ticaret ilişkileri devletin yönetimi ve denetimi altında olmalıdır. Tüm ekonomik faaliyetlerin amacı, değerli madenlerin çoğalmasına yani devletin zenginleşmesine yönelik olmalıdır.

Tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine geçişi sağlayacak olan devlet aynı zamanda ham maddeleri işleyecek işletmeleri de kuracaktır. Doğal zenginliklerinden en iyi şekilde yararlanma sağlayacak gerekli tedbirleri alacaktır. Ulusal sanayiyi yabancı ülkelerin rekabetine karşı koruyacak ve ulusal sanayiye dış pazarlar bulacaktır. Devletin ekonomiye yönelik düzenlemelerinin bir amacı da, ucuz mal üretimini gerçekleştirebilmektir. Bunun için de nüfus artışını sağlamanın tedbirlerini alır. Tarım ve sanayi üretiminin, gelişiminin ve artışının en önemli etkenlerinden biri de nüfusun artışıdır. nüfus da çok üretim yapmalı ve az tüketmelidir. Bunun için de yasalar zorunlu çalışma sistemini ve azami ücreti belirlemelidir. Devletin güvenliğinin ve ekonominin gelişmesinin nüfusun artışına ihtiyacı vardır. Bunun için devlet,  nüfusun dış ülkelere gitmesini engellemek ve yabancı ülkelerden uzman elemanların gelmesini sağlamak için gerekli düzenlemelerin yapılmasını sağlar. İşte bu siyasal, ideolojik ve ekonomik anlayışa merkantilizm denilmektedir. “On beşinci yüzyılın ortalarından on sekizinci yüzyılın ortalarına kadar uzanan üç yüzyıllık döneme Merkantilist dönem adı verilir. Buna aynı zamanda ticaret kapitalizmi dönemi de denebilir.”[1]

Merkantilizm, güçlü bir devletin ve ekonomik birliğin sağlanmasının siyaseti ve ideolojisidir. Merkantilist devlet, güçlenmek ve ekonomik birlik ve gelişimini sağlamak için, gerekli olan siyasal, hukuksal ve ekonomik faaliyetleri gerçekleştirir. “Ülke sınırları içinde gümrüklerin ve geçit hakkı olarak para alınmasının kaldırılmasından yanaydılar, ticaret ülkenin bir ucundan öteki ucuna her yerde serbest olmalıydı. Mal ticareti için hiçbir engel kalmamalıydı. Kalabalık nüfustan yana olmuştur. Çünkü kalabalık nüfus bol ucuz işgücü demektir. Merkantilist milliyetçilik militarist ve başkalarına hak tanımayan milliyetçilikti. Kolonicilikten yanadır. Mümkün olduğu kadar çok koloniye sahip olmalı, onları mümkün olduğu kadar sömürmelidir. Koloniler başka ülkelerle ticari ilişkiler kurmamalı, egemen ülke onlarla olan ticareti ve her türlü ekonomik ilişkiyi ticari tekelinde tutmalıydı. Yerleşik çıkarların gerekli kıldığı yönde ve biçimde kullanacak kuvvetli bir devletin varlığını istemişlerdi. Bütün ülke dâhilinde geçerli ölçü, tartı sistemi ile ulusal bir para ve her türlü yeknesak kural ve uygulamalar için gerekliydi.”[2]

Merkantilizm; militarist, himayeci ve sömürgeci bir ideolojiye ve siyasete tekabül eder. Merkantilizm, üretim ve ihracatı arttırmak,  altın ve gümüş madenini biriktirmek amacıyla, diğer ülkelerin sömürgeleştirilmelerini benimser. Devlet bu amacını gerçekleştirmek için, tüm tedbirlerini alır. Sömürgecilik merkantilizmle başlar. Merkantilist devlet, sömürgeci siyaseti toplumun tüm kesimlerinin ortak düşüncesine dönüştürür. Çünkü merkantilist devlet, sömürgeciliğin, devletin zenginleşmesinde temel rol oynadığının bilincindedir. Merkantilizm; hem  sömürgecilik ve ekonomik rekabetten dolayı uluslararası siyaseti hem de yerel ve bölgesel otonom güçleri tasfiye etmek için ülke içindeki siyaseti de savaşa dayandırır. Merkantilizm siyaseti, ülkede savaş, dünyada savaş üzerine kuruludur. Merkantilizmin siyasal ve ekonomik istemlerini ancak merkezi bir mutlak iktidar karşılayabilir. Onun için merkantilist dönemde Batı Avrupa’nın bazı ülkelerinde mutlak monarşiler, mutlak monarşiler eliyle de ulusal ekonomi kurulmuştur. Yani merkantilizm döneminde yasa ve uygulamanın tek elde birleşmesi (siyasetin merkezileşmesi) ve ekonominin birliği sağlanmıştır. Bodin, Hobbes gibi modern dönemin düşünürleri de, siyasetin merkezileşmesinin teorisini oluşturmuşlardır.

Merkantilist devletler, XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendi sömürgeleri üzerinde siyasal, hukuksal, ekonomik ve askerî yönlerden mutlak egemenliklerini ve mutlak tekel hakkını kurdular ve kendi sömürgelerinin diğer ülkelerle ticari ilişkiye girmesini yasakladılar. Böylece sömürgeler; hammadde, ucuz iş gücü, köle ticareti ve tüketim pazarına dönüştürüldü. Merkantilist devlet sayesinde ticaret ve sanayi hızlı bir biçimde boyutlanarak gelişti. Bu döneme kadar paranın dolaşımı ülke içinde kendiliğindendi. Bankaların ortaya çıkışı ve devletin borçlanma politikası para dolaşımını merkezileştirdi. Yani, para, bir merkezden çıkıp piyasada dolaşıp tekrar aynı merkeze yöneldi. Para da bir meta olduğuna göre arz-talep piyasasına uygun olarak paranın parası banknot, paranın parasının parası çek senedi, hisse senetleri vb. gündeme geldi. Kapitalizmin geldiği bu aşamada artık banka sistemiyle konvertibilite (ülke parasının serbestçe başka para birimlerine çevrilebilirliği) işlemleri bir zorunluluk haline geldi. Bu gelişmelerin gereği olarak altın ve gümüş ihracatı yasağı kaldırıldı.

Sonuç olarak merkantilizmin dış siyaseti, sömürgeci ve fetihçi hedefe dayalı saldırgan ve savaşçı bir siyasettir. Merkantilizmin iç siyaseti de güçlü bir merkezi ve ulusal devleti oluşturmayı hedef edinir. Böylece merkantilizm;  iktisadi bakımdan korumacı ve yayılmacı, siyasal bakımdan ise, ülkede ulusal birliği sağlamayı hedefleyen bir sistemdir.

XVII. yüzyılın ortalarından itibaren, kişi hürriyetine daha fazla önem veren ve devletin müdahaleci sistemine karşı çıkan; dolayısıyla merkantilizmi eleştiren düşünceler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu düşüncelere göre ekonomi; kendi kendine şekil verebilecek, dışarıdan herhangi bir müdahaleye ihtiyacı olmayan kendi kendine yeterli bir sistemdir. Dışardan müdahale  ne kadar az olursa, ekonomi de o kadar iyi çalışır.  Tek tek kişilerin ve bir bütün olarak ekonominin daha etkili ve sorunsuz çalışabilmesi için ekonomiye devlet tarafından dışarıdan müdahale edilmemesi ve kısıtlamalar getirilmemesi savunulur ve önerilir. Bu düşünceler, ilk olarak fizyokrat ekolü tarafından açıklanmıştır. Böylece XVIII. yüzyılda merkantilist ekonomi karşısında, ekonomik alanda tam bir serbestliği savunan liberal ekonomik yapı kurulmaya çalışılmıştır. Quesnay (1694-1774), Turgot (1727-1781), Dupont de Nemours (1739-1817) gibi fizyokrat ekolün düşünürlerinin eserlerinde liberal ekonominin temelleri atılmıştır.  Bu düşünürlere göre, ekonomik olaylar arasında bir denge ve düzen sistemi vardır. Bu denge ve düzen sistemi kendiliğinden işleyen kendine özgü yasalar tarafından kurulur. Ekonomi, bir doğal düzene göre işler. Dünyaca popüler  “Laissez faire, laissez passe” (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler)  söyleminin sahibi fizyokratlardır.

2-Liberalizm

2-1 Liberal Kavramın Ortaya Çıkışı  

Liberalizmin daha iyi anlaşılabilmesi için,  siyasal liberalizm ile ekonomik liberalizm arasındaki farkı belirtmek gerekir. Batı Avrupa’da XVII. yüzyıldan itibaren mutlakıyetçi monarşilerin iktidarını sınırlamak için, bazı düşünürler felsefi, politik, sosyolojik ve ekonomik fikirlerle siyasal liberalizmin oluşumuna katkı sağlamıştır.  Locke, Montesquieu gibi XVII. ve XVIII.yüzyıl düşünürleri kendilerini liberal olarak adlandırmamışlardır. Liberal kavramı, XIX. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Yani bu kavram; sefaleti, zalimliği, baskısı ve diğer bütün olumsuzluklarıyla sanayi devriminin yaşandığı bir süreçte yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Liberallere göre,  sanayi devrimi sayesinde ekonomik özgürlük sağlanacaktır.  Böylece, liberalizm, siyasal liberalizmden daha çok ekonomik liberalizm olarak anlaşılmıştır. Bu da liberal kavrama baskıyı, sefaleti, sömürüyü çağrıştıran olumsuz bir anlam yüklemiştir.  Hâlbuki Locke, Montesquieu ve erken dönem liberal düşünürler, mülkiyet hakkına büyük değer vermekle birlikte, laissez faire (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) anlayışın yönlendirdiği vahşi kapitalizmin teorisi olan ekonomik liberalizmin teorisyenleri değildi. Liberal kavramın tüm olumsuz uygulamaların ortaya çıktığı bir süreçte yaygınlaşması, siyasal liberalizmi savunan düşünürlerin de aynı sıfatla anlaşılmasına, tanınmasına neden oldu.  Liberal düşünürlerin olumsuz bir sıfatla anılmalarının diğer bir nedeni de, devletin yetkilerinin sınırlandırılmasından yana oldukları için, o dönemde yaşanan bu olumsuzluklara devletin müdahale etmesine karşı olmalarıydı.  ”Eğer bu talihsiz rastlantı olmasaydı, liberalizm, karmakarışık bir biçimde, hem Montesquieu ve Constant’ın, hem de Manchester okulunun düşüncelerini göstermede kullanılmayacaktı. Bunun yerine siyasal özgürlük sorununu bir çerçeveye, ekonomik özgürlük sorununu bir başka çerçeveye yerleştirmek üzere iki ayrı ad kullanıyor olacaktık.”[3]

 XIX. yüzyılın başında liberalizmin iki güçlü rakibi vardı. Bunlar demokrasi ve sosyalizm idi. Mutlak monarşinin yıkılışına kadar, kutuplaşma monarşi ile cumhuriyet arasındaydı. Mutlak monarşilerin cumhuriyetlere ya da anayasal monarşilere dönüşmelerinden sonra, yeni kutuplaşma liberalizm ile demokrasi arasındaydı. XIX.yüzyılın ortalarına doğru yeni bir akım olarak sosyalizm tarih sahnesine çıktı. Teorik ve pratik olarak güçlenen ve işçi sınıfının taleplerini örgütleyen bir güç durumuna gelen sosyalizme karşı olarak, liberaller ve demokratlar birbirlerine yaklaşmışlar ve aynı siyasal kutupta birleşmişlerdir. Bu durum, bugün de hâlâ devam etmektedir.[4]  Böylece cumhuriyet ya da anayasal monarşi yönetimi, liberal demokrasi ya da liberal devlet olarak ifade edildi.

2-2 Liberal Devlete  Ekonomi

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen iki olay sayesinde merkantilist kapitalist sistemden liberal kapitalist sisteme geçilmiştir. Birincisi, İngiltere’de sanayi devriminin gerçekleşmesidir. Sanayi devrimi sayesinde makineleşmeye dayalı üretime geçilir. İkincisi, Fransa Devrimi’dir. Fransa Devrimi, ekonomiyi merkantilist devletin müdahalelerinden ve korporatif düzenin sıkı disiplin ortamından kurtarmış ve liberal ekonomiye geçilmesini sağlamıştır. Makineleşme ve liberal ekonominin birleşmesi sayesinde sermayeye dayalı üretimin yani kapitalizmin yaygınlaşması büyümesi ve merkezileşmesi sağlanmıştır. Artık zenginliğin kaynağının altın ve gümüşün biriktirilmesinde değil de öznel bir faaliyet olarak emekte olduğu, ancak sanayiye dayalı üretim sürecinde anlaşılacaktır.

XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılın başlarında liberal ekonomi,  bilimsel bir temele dayandırılmıştır. İngiltere’de Adam Smith (1723-1790), Ricardo (1772-1823) ve Malthus (1766-1834); Fransa’da J. B. Say (1767 1832) ve Bastiat (1801-1850), liberal ekonomiyi bilimsel temellere dayandıran düşünürler arasındadır. Liberal ekonomiyi savunanlara göre, doğal düzenin gereği olarak kendiliğinden işleyen ekonomi, insanlar tarafından yönetilen yapay ekonomik düzenden çok daha iyidir. Gerçi Malthus, Ricardo gibi bazı düşünürler, ekonomik doğal düzen içinde, ekonomik yaşamda adaletsizliğin ve yoksulluğun olacağını kabul etmişlerdir. Ancak bu durumlar kaçınılmazdır ve bu olumsuzlukları önlemek için insanlar tarafından yapılacak herhangi bir düzenleme, olumsuzlukların daha da büyümesine neden olacaktır.  Bununla birlikte merkantilizmin dünya ekonomisindeki hâkimiyeti XIX. yüzyılın başlarına kadar sürmüştür. Bu dönemden itibaren güç kaybetmeye başlayan merkantilizmin yerini serbest piyasa anlayışına dayalı liberal ekonomi almıştır.

 Liberal ekonomiye göre devlet, ekonomik düzene müdahale etmemelidir. Ekonomik düzen, ancak doğal yasalarla sağlanabilir. Ekonomik doğal yasalar fizik dünyasındaki yasalar kadar gerçektir. Bu nedenle ekonomik doğal yasaların işleyişini engelleyen tüm çözümler başarısız ve zararlı sonuçlara neden olur. Ekonomik doğal yasaların işleyişi ise faydalı ve başarılı sonuçlar getirecektir. Ekonomik doğal yasalar; girişim özgürlüğü, sözleşme serbestisi ve mülkiyet hakkı unsurları üzerinde yükselen serbest piyasa düzenini yöneten arz ve talep yasalarıdır. Ekonomik doğal yasaların temelinde, birey çıkarı vardır. Nasıl ki siyasal düzenin temeli ve amacı birey ise, ekonomik düzenin de temeli ve amacı bireyin çıkarıdır. Birey, kendi başına, bağımsız ve tek güç olarak ekonomik faaliyetlere bir düzen getiren değerdir. Bireyin çıkarı da, kazanç ilkesidir. Bireyin ekonomik faaliyetlerinin amacı kazanç elde etmektir. Onun için bireyin kazanç elde etme hakkı sınırsızdır. İşte bireylerin tam girişim özgürlüğü içinde, istediği ekonomik faaliyetleri yapması ya da ekonomik faaliyetlerini değiştirmesi veya durdurması ve istediği sözleşmeleri yapması halinde, ekonomik yasalar kendiliğinden işlemeye başlar. Demek ki birey kendi çıkarını kovalarken, aynı zamanda toplum çıkarını da kovalamış olur. Bu nedenledir ki, devletin ekonomik siyaseti, mal ve hizmet üretimine ve ticarete geniş özgürlükler tanımalıdır. Böylece ne üretileceği, ne kadar üretileceği, fiyatın ne olacağı, elde edilen kazancın nereye yatırılacağı gibi ekonomik işleyişler, serbest piyasa düzeni ve bu düzeni yöneten arz ve talep yasalarına göre düzenlenecektir. Bu doğal ekonomi düzeni içinde bazı insanların zengin bazı insanların yoksul olması, ekonomik yasalara uygundur.  Devlet herhangi bir gerekçeden ötürü, kendiliğinden işleyen ekonomiye müdahale etmemelidir. Devlet sadece adalet ve güvenliği sağlamakla yükümlüdür ve diğer tüm konular bireylerin doğal hakları olduğundan, devletin yetki alanı dışındadır.

Liberal ekonomiye göre, devletin görevi, sadece ülkenin iç ve dış güvenliğini sağlamak ve doğal ekonomik düzenin işleyişine karışmayarak  bireylere tam bir ekonomik özgürlük ortamı yaratmaktır.  Devlet bu ilkelere uygun olarak, serbest rekabet ilkesinin önündeki engelleri, mülkiyet haklarını sınırlayan düzenlemeleri kaldırmış ve sermayeye dayalı üretim düzeninin en önemli unsurlarından biri olan bireyin mutlak ekonomik özgürlüğünü sağlamıştır. Siyasal iktidarın etkin bir ortağı olan burjuva sınıfının siyasal ve ekonomik gücünün gelişmesinin yolu, tam bir ekonomik özgürlüğe sahip olmaktan geçer. Böylece devlet, tarih sahnesine yeni çıkan burjuva sınıfının çıkarlarının ve amaçlarının doğrultusunda, kapitalizmin gelişmesi için gerekli olan tüm düzenlemeleri yapmıştır. Artık bu devlet, liberal devlettir.

Liberal ekonomi ilkeleri, XIX. yüzyılın başlarındaki kapitalizmle uyumluluk içinde görünmekteydi. Ancak sosyal ve ekonomik alandaki gelişmeler, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu uyumluluk görüntüsünü yok etmiştir. Artık devlet, toplumda kısmi iyileştirmeler sağlamak için, sosyal ve ekonomik alana müdahale etmek zorunda kalmıştır. Devletin sosyal ve ekonomik alana müdahalesinin nedenleri altı madde halinde özetlenebilir.

Birincisi, liberal ekonomi ilkesi olarak serbest rekabet teşebbüsü, teorik olarak refahı, mutluluğu öngörmekteydi. Ancak kapitalistler, rekabetin pratik olarak çıkarlarına uygun düşmediğini, süreç içinde rekabetin kârı azalttığını, birleşmenin ise kârı arttırdığını gördüler. Sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi yoluyla, bazı şirketler çok  büyük işletmelere yani tekellere dönüştü. Ekonomi alanındaki küçük işletmelerin yerini tekeller aldı. Bazı sanayi sektörlerinde birkaç tekel, ülkede üretilen toplam üretimin yarısından fazlasını üretebilme durumuna geldiler. Bu sanayi sektörlerinde serbest rekabet teşebbüsü artık mevcut değildir ve yerini tekeller almıştır. Aynı alanda faaliyet gösteren tekeller bir araya gelerek kartel, tröst gibi ekonomik birlikler kurmuştur. Bu ekonomik birlikler sayesinde, tekeller arasındaki serbest rekabetten kaynaklanan ticari mücadele ya tamamen ya da kısmi olarak ortadan kalkmıştır. Ekonominin sanayi, bankacılık, ulaşım, ticaret gibi önemli sektörlerinde serbest rekabetin yerini tekeller almıştır. Böylece rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş gerçekleşmiştir.

İkinci olarak sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin yanı sıra yeni bir evreye girilmiştir. Bu döneme kadar kapitalist üretim, ülkede yapılmaktaydı. Dünyanın diğer ülkeleri ya da sömürgeleri meta pazarı, ucuz hammadde pazarı, tüketim pazarı ve ülkede çalıştırılmak üzere ucuz emek gücü pazarıydı. Ancak 1870’lerden itibaren İngiltere ve bilahare Avrupa’nın diğer kapitalist devletleri, sömürgelerine ve yeni sömürgeleştirilen ülkelere kapitalist üretimin ilişkilerini, yani kapitalist üretimi taşımaya başladılar. Böylelikle metanın yanı sıra sermayenin ihracatına da girişildi. 1870-1900 arası dönem sömürgeci kapitalizmin, emperyalist kapitalizme dönüştüğü dönemdir. Böylece, kapitalist üretim ilişkileri, Avrupa sınırlarını aşarak dünyanın üretim ilişkilerine dönüşür. Bu durumda sermayenin her yeniden üretimi ile birlikte sermaye ihracatı payının, meta ihracatı payını aşmasına ve daha önemli duruma gelmesine neden olur. Kapitalist üretim ilişkilerini dünya üretim ilişkilerine dönüştüren etken de tekellerde yoğunlaşmış ve merkezileşmiş sermayenin ihtiyacı ve eğilimidir.

Üçüncü olarak da rekabetçi kapitalizmde ne üretileceğine, ne kadar üretileceğine, üretilen mal ya da hizmetin fiyatının ne olacağına, elde edilen kârın hangi alanlarda yatırıma dönüştürüleceğine serbest piyasa düzenini yöneten arz ve talep yasaları karar verecektir. Tüm bu ekonomik olayların yaratacağı sonuçlar tüketicilerin yararına olacaktır. Örneğin: Serbest piyasa düzeninin yönlendirdiği bir ekonomide, malların fiyatları maliyetine yakın bir düzeyde olur. Bu da tüketicilerin lehinedir. Onun için devlet ekonomi alanına müdahale etmemelidir. Ne var ki rekabetçi kapitalizmin ilkeleri, tekelci kapitalizmde fonksiyonunu yitirmiştir. Tekelci kapitalizmde ekonomik ilişkiler, arz ve talep yasalarına göre değil, tekellerin aralarındaki anlaşmalara göre düzenlenir. Bu düzenlenme de tüketicilerin, başka bir deyişle toplumun aleyhine bir gelişmedir. Tekelci kapitalizmde tekeller, pazarlama olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda ve dilediği gibi kullanacaktır. Buna karşın tüketiciler daha doğrusu tekelci burjuvazinin dışında kalan kesimler, devletin işletmeler arası anlaşmaları denetlemesini, fiyatları kontrol etmesini istemişlerdir. Bu gelişmeler karşısında devlet, ekonomik hayata müdahale etmek zorunda kalmıştır. Böylece liberal devlet, tekellerin anlaşmalarını denetlemeye ve fiyat politikalarını kontrol etmeye başlar. Ekonomik gücünü kötüye kullandığı varsayılan firma/lar gerektiğinde yasaklanır ya da cezalandırılır. Liberal devlet, siyasal ve ekonomik düzenin genel çıkarı doğrultusunda bazen küçük üreticileri ya da tüketicileri, sanayi ve ticaret tekellerine karşı korur.

Dördüncü olarak, XIX. yüzyılda işçi sınıfı örgütlenme bilincine ulaşır. XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar işçiler çalışma hayatında tek başınadır ve bu yüzden çok kötü koşullarda yaşamaktadırlar. Yaşamak için çalışmak zorunda olan işçi, işverenin koşullarını kabullenmek durumundadır. İşveren, çalışma talebi olan bir işçiyle anlaşamadığında, koşullarını kabul edinceye kadar beklemek ya da büyük işsiz kitlesi içinde koşullarını kabul eden başka bir işçiyi çalıştırma olanaklarına sahiptir. İşçi ise yaşamını devam ettirmek için çalışmak ve çalışmak için de işverenin koşullarını kabullenmek zorundadır. Ancak bu anlaşmada işçi çok fazla zarar görmektedir. 1848 Devrimi ve sonrasında yükselen mücadeleler sonunda işçi sınıfının durumunda önemli gelişmeler olmuştur. İşçiler önceleri fiili olarak sonradan hukuki olarak birleşmişler ve örgütlenmişlerdir. İşte işçiler kurdukları örgütler sayesinde, işveren karşısında haklarını savunup korumuşlardır. Tek işçinin işverenle yaptığı iş sözleşmelerinin yerini toplu iş sözleşmeleri almıştır.

Beşinci olarak, XIX. yüzyılda kapitalist üretimin ve ilişkilerin gelişmesi ve yayılması ile birlikte, yaklaşık olarak on yılda bir ekonomik krizler meydana gelmiştir. Bu krizler hem işverenleri hem de işçileri etkilemiştir. İşverenler düzeyinde iflaslar, işçiler düzeyinde işsizlik yaratmıştır. Liberal devlet ekonomik krizler döneminde zor durumda olan işletmeleri kurtarmak ve ekonomik krizden kaynaklanan kötü ekonomik ve sosyal sonuçları katlanabilir duruma getirmek için tedbirler almak zorunda kalmıştır.

Altıncı olarak, serbest piyasa düzeni, yerini ekonomik korumacılığa bırakmıştır.  Devlet, XIX. yüzyılda önceleri, ulusal sanayiyi diğer ülkelerin rekabetine karşı korumak ve geliştirmek için, gümrük duvarı ile korunmaya ve teşvik edici tedbirlere başvurmuştur. Daha sonraları birbirleriyle rakip olan kapitalist devletler, dünyanın paylaşımından kaynaklanan mücadelelerini sürdürmek, ulusal güvenliklerini ve ekonomik bağımsızlıklarını korumak için, ekonomiye müdahale etmiştir. Burjuvazi önceleri devlet iktidar bloğunun güçlü bir ortağı olmak için yurtseverlik ve yurttaşlık haklarına dayalı milliyetçiliğe ihtiyaç duyarken, şimdi bununla birlikte ekonomik milliyetçiliği ya da devlet milliyetçiliğini geliştirmektedir. Artık devlet; sermayenin birikimini ve dünya düzeyinde yaygınlaşmasını sağlayan tekelci finans-kapitalin yani tekelci banka/sanayi sermayesinin  koruyucusu, gücü ve zoru durumundadır. Tekelci finans-kapitalin koruyucusu ve güvencesi olan devletin, dünyanın paylaşımında diğer devletlerle çatışması kaçınılmazdır. Bu çatışmadan başarıyla çıkmanın yolu da, işçi sınıfı ve emekçi kitlesini dünyayı paylaşım mücadelesinin alanına çekmekten geçer. Onun için, yurtseverlik ve devlet milliyetçiliğini geliştirmeyi ve bu vesileyle de işçi sınıfının, sınıf bilincinin geriletilmesini de hedeflemektedir.

Hâlbuki liberal ekonomi, siyasal ve sosyal unsurların ekonomiye müdahalesine karşıydı ve ekonomi arz ve talep yasalarının yönlendirmesiyle gelişecekti. Ne var ki siyasal hakların yanı sıra sosyal hakların da ele geçirilmesi için verilen mücadeleler sayesinde, siyasal ve sosyal unsurlar ekonomik unsura göre daha gelişmiş ve öncelikli duruma gelmiştir. Toplumda demokrasiye yönelik talepler arttıkça ve bu taleplerin gerçekleştirilmesi için mücadele edildikçe, işçi sınıfı ve emekçi kitlesi de siyasal ve sosyal haklarını ele geçirmek için daha örgütlü ve kararlı mücadeleler yürütmüş ve devlet iktidarı üzerinde baskısını artırmıştır. Bu mücadeleler sayesinde liberal devlet iş ve çalışma hayatını yeniden düzenlemek zorunda kalmıştır. Bu da beraberinde devletin siyasal hakların yanı sıra sosyal hakları da benimsemesini ve kabullenmesini getirmiştir. Bu gelişmelerle birlikte liberal devlet, liberal ekonominin ilkelerinden uzaklaşmıştır.

2.3 Liberal Devlete Özgürlük ve Eşitlik

 Özgürlük liberalizmin temel değeri olup, liberalizmin diğer değerlerine göre daha üstündür. Çünkü merkezi özne olarak kabul edilen birey, ait olduğu toplumsal öznelerden (sosyal sınıf, etnik, dinsel ya da mezhepsel kurumlardan) ve siyasal öznelerden (siyasi partiler ve devletten ) üstündür. Bireye bu üstünlüğü sağlayan, bireyin özgür bir varlık olmasıdır. Birey ancak özgür olduğunda eşitlik gibi diğer değerlere sahip olabilir. Özgürlük doğal bir hak olduğundan, insanlar doğuştan özgürdür. Devlet öncesi dönemde, doğa durumunda insanlar özgür olarak yaşamaktaydı. Özgürce yaşayan insanlar, toplum sözleşmesi yoluyla devlet kurarken özgürlüklerinin küçük bir kısmını devlete devretmişlerdir. Kalan özgürlüklerini ise kendilerine saklamışlardır. Özgürlük, devletli yaşam döneminde bireye verilmiş ya da elde edilmiş bir hak değildir. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, dört adet doğal hak belirtmektedir. Madde-2. “Her bir politik toplumun amacı; insanın doğal ve dokunulamaz haklarını korumaktır. Bunlar özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, güvenlik hakkı ve baskıya karşı direnme hakkıdır.” Burada Özgürlük hakkı, genel bir tanımlama olup, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü, inanç ve ibadet özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, çalışma özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükleri kapsar. Liberalizme göre, doğal hak ve özgürlükler kendiliğinden vardır ve gerçekleşmesi de devletin bireyin özgürlüklerini kısıtlamamasına bağlıdır. Birey, başkalarına zarar vermeyecek biçimde özgürlüğünü kullanmada serbesttir. 1789 Bildirisi bu durumu şöyle açıklar. Madde 4: “Özgürlük başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmektir: Her insanın doğal haklarını kullanması, toplumun diğer üyelerinin de aynı hakları kullanmasını garanti altına alacak sınırlar içindedir. Bu sınırlar da sadece yasalarla belirlenebilir.” 1789 Bildirisinde olduğu gibi diğer bildirilerde de insan haklarının kutsal, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez olduğu güçlü biçimde vurgulanır.

Liberalizmde eşitlik kavramının dayandığı temel, tüm bireylerin aynı ahlaki değerlere sahip olduğu ilkesidir. Eşitlik, özgürlük gibi doğuştan kazanılan bir haktır.  Ekonomik ve sosyal statüleri farklı olsa bile, insan olarak her birey eşit değere ve saygıya layıktır. Devlet düzeni içinde her birey kanun önünde eşittir ve “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesi herkes için aynı derecede geçerlidir. Liberal eşitlik anlayışı ekonomik ve sosyal eşitliği kapsamaz ve böyle bir eşitliği hedeflemez. Sadece kanun önünde eşitliği savunur ve hedefler. Liberal eşitlik anlayışına göre, toplumda bir kısım bireylerin yoksul ve işsiz olması, ya da yaşamını sürdürmek için gerekli olan zaruri ihtiyaç araçlarından mahrum olması durumu dahi eşitsizlik değildir. Bunun gerekçesi de, bireylerin aynı derecede çalışma isteğine ve kapasitesine sahip olmayışıdır. Liberalizm özgürlük ve eşitliği doğuştan kazanılan dokunulmaz bir hak olarak savunmasına rağmen, uzun süre köleleri, yoksulları ve kadınları özgür ve eşit insanlar olarak kabul etmemiştir. Irkına, dinine, cinsiyetine, tahsiline, ekonomik gücüne bakmadan, herkesin kanun önünde eşit değere sahip olduğu, ancak XX. yüzyılın ikinci yarısında kabul edilmiştir. Bu kabullenme de tüm ülkelerde değil, gelişmiş ekonomiye ve siyasal demokrasiye sahip olan ülkelerde olmuştur.

Dolayısıyla devlet, ilke olarak girişim ve sözleşme özgürlüğü ile üretim araçlarının özel mülkiyet hakkını kişiler arasında ayrım yapmadan genel anlamda korur. İşte liberal ideoloji, bu hakkın ve bu hakka dayalı toplumun kendini yeniden üretmesinin meşruluğunu, özgürlük ve eşitlik gibi güçlü argümanlarla savunur.

2.4 Liberalizmde Siyasal Demokrasi ve Sosyal Ekonomik Demokrasi

2.4.1 Siyasal Demokrasi

Burjuva sınıfı ve burjuva düşünürleri; mutlak monarşinin iktidarı ile dayanışma içine girerek, feodal düzeni yıktılar ve ortaçağın içe kapalı ve durgun toplumunun yerine dışa açık ve dinamik kapitalist düzeni kurdular. Bu tarihi süreç içinde üretim araçları üzerinde mülkiyet ve miras hakkı da aynı şekilde güçlenmiş ve yaygınlaşmıştır. 1688 İngiltere ve 1789 Fransa devrimleri de burjuva sınıfına siyasal iktidara ortak olma yolunu açmıştır. Burjuva sınıfı devlet iktidarının güçlü bir ortağı olması sayesinde,  devleti kendi sınıfsal çıkar, ihtiyaç ve istemlerine göre daha da geliştirerek yetkinleştirmiştir.

Burjuva ideolojisi olan liberalizm, toplumu; sivil toplum ve siyasal toplum olarak ayırır ve birbirinden soyutlayarak ele alır. Sivil toplum serbest piyasa düzenidir. Siyasi toplum ise devlettir. Sivil toplum yani serbest piyasa düzenin temel unsurları, girişim, sözleşme özgürlüğü, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve miras hakkıdır. Herkes istediği malı üretmede, mallarını ve emek gücünü serbestçe tasarruf etmede ve piyasada eşdeğeri ile mübadelede eşit ve aynı hakka sahiptir. Demek ki piyasa sistemi özgür, eşit ve aynı hakka sahip bireylerin ilişkisine dayalıdır. Ne var ki, liberal devlet düzeninde uzun dönem köleler, yoksullar ve kadınlar özgür, eşit ve aynı hakka sahip insanlar olarak kabul edilmemiştir. Bu haliyle liberal ideolojinin sivil toplum ve siyasi toplum söylemi birbiriyle çelişkilidir. Liberaller bu çelişkili durumu uzun süre göz ardı etmişlerdir. Yani liberalizm, serbest piyasa düzeninde özgürlük ve eşitliğin kararlı savunucusuyken, siyasi toplumda özgürlük ve eşitliğin gerçekleşmesine yönelik bir tutum içine girmemiştir. “Liberalizmin, siyasal eşitliği bütünüyle kabulü (eşit genel oy olarak), uzun bir zaman almıştır ve oy hakkının herkese tanınması, kafaları saymak kafaları kesmekten daha iyidir, sözünde de belirtildiği gibi, oldukça rahatsız edici bir biçimde gerçekleşmiştir.” [5]XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra genel oy hakkının tanınması ve yaygınlaşması sayesinde, liberal rejimler demokratikleşmiş ve liberal demokrasi kavramın kullanılması genelleşmiştir. İnsan olduğu için herkesin kanun önünde eşit ve genel oy hakkına sahip olması, ancak XX. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir.

Piyasa düzeninde herkesin mal ya da hizmetini eşdeğeri ile mübadele etmede özgür, eşit ve aynı hakka sahip olma ilkesinin kamu düzenindeki karşılığı ise, yetişkin her yurttaşın eşit genel oy hakkına sahip olma ilkesidir. Herkes serbest piyasa düzeninde malını mübadele etmede, kamu düzeninde oyunu kullanmada özgür ve eşittir. Böylece eşit ve genel oy hakkının tanınması ve siyasal kararların alınması sürecine her yurttaşın eşit katılabilmesi sayesinde siyasal ya da liberal demokrasi gerçekleşmiştir. Siyasal demokrasinin görevi, adaletin ve güvenliğin sağlanmasıdır. Liberal ideolojiye göre yalnızca adalet ve güvenlik konuları siyasal niteliğe sahiptir. Diğer tüm konular bireyin doğal haklarıyla ilgili olup devletin yetki alanı dışındadır ve serbest pazar düzeninin konularıdır.

2.4. 2. Sosyal ve Ekonomik Demokrasi

Liberal ideoloji, siyasal demokrasi ile sosyal ve ekonomik demokrasiyi ayrı alanların yönetimi olarak birbirinden soyutlar. Siyasal demokrasinin piyasa ekonomisine müdahale etmesine karşıdır. Piyasa ekonomisi, devletten bağımsız bir kolektif varlık biçimidir ve burada kararlar özgür ve eşit bireyler tarafından alınır. Liberal ideoloji, nasıl ki siyasi toplumda siyasal kararların demokratik biçimde alınmasını mümkün görüyorsa, aynı şekilde sivil toplumda ekonomik kararların da demokratik biçimde alınmasını mümkün görmektedir. Sivil toplumda yani piyasa ekonomisinde girişim ve sözleşme özgürlüğünün, mülkiyet ve miras hakkının öznesi devlet, ulus, sınıf gibi kolektif varlık biçimleri değil, birey olarak insandır. Bu kolektif varlıkların, kendilerini oluşturan bireylerden ayrı bir varlığı, iradesi ve amaçları yoktur.

“Bireylerden ayrı, iradesi ve amacı olmayan serbest piyasa düzeninde, ekonomik demokrasinin olması mümkün müdür?” sorusu haklı olarak gündeme gelir. Çünkü liberal ekonomide ekonomik kararlar bir azınlık olarak burjuvazi tarafından alınmaktadır. Liberal ideoloji bu soruyu şöyle yanıtlar; genel ve eşit oy hakkının tanınması, her yurttaşın siyasal kararların demokratik biçimde alınmasına katılımını nasıl mümkün kılmışsa, piyasa düzeni de ekonomik kararların demokratik biçimde alınmasını mümkün kılar. Zira piyasa düzeninde, ekonomik kararlar herkesin ya da çoğunluğun etkisiyle alınmaktadır. Liberaller bu görüşlerini, serbest piyasa düzenini yöneten arz ve talep yasalarının işleyişi ile açıklar. Her ekonomik sistemde olduğu gibi liberal ekonomide de iki temel konuya çözüm getirmek gerekmektedir. Bunlar, neyin üretileceği ve nasıl paylaşılacağıdır. Liberal teoriye göre, bu kararlar yalnızca burjuvazinin değil, herkesin katılımıyla alınır. Alınan kararda en yoksul kişinin bile etkisi vardır. Çünkü bu kişinin talep durumu, piyasadaki ürünün fiyatını olumlu ya da olumsuz olarak etkileyecektir. Bu düşünceden yola çıkan liberallere göre, serbest piyasa düzenini yöneten arz ve talep yasaları ekonomik kararların demokratik biçimde alınmasını mümkün kılar. Girişim ve sözleşme özgürlüğüne, özel mülkiyet ve miras hakkı temeline dayanan piyasa düzeninde, bireysel satıcıların ve alıcıların kararları toplumun kaynaklarının (emek, mal, sermaye) nasıl kullanılacağını belirler. Onun için devlet, kendiliğinden işleyen ekonomik doğal düzene müdahale etmemelidir.

  1. Sosyal Devlet

3.1 Sosyal Devletin Tarihsel Gelişimi

Sanayi Devrimi’nin etkisiyle XIX. yüzyılda kapitalizm hızlı bir biçimde gelişmeye başlamıştır ve dolayısıyla tek başına iş yapan kapitalistin yerini tekeller, tröstler almaktadır. Yani rekabetçi kapitalizm tekelci kapitalizme dönüşmektedir. Aynı şekilde Avrupa kapitalist devletleri, tüm dünyayı sömürge ve yarı-sömürge durumuna getirmek için büyük bir mücadeleye girişmiş ve XIX. yüzyılın üçüncü çeyreğinde bu hedeflerine az çok ulaşmışlardır. Liberal devletin ekonomiye müdahale etmeyen “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” politikası, emekçi kitlelere refahı, mutluluğu değil, işsizlik, yoksulluk, cehalet, hastalık, vb. toplumsal kötülükleri getirmiştir. Bu da toplumdaki eşitsizlikleri hem yatay hem dikey olarak derinleştirmiştir. Laissez-faire politikaların yönlendirdiği vahşi kapitalizm koşullarında, burjuva sınıfı dışında kalan kesimler liberalizmin tanıdığı siyasal hak ve özgürlükleri kullanamaz bir duruma gelmiştir. Böylece siyasal demokrasi, bir demokratik rejim haline gelememiştir. Siyasal demokrasinin öngördüğü özgürlük, eşitlik ve demokrasi uygulamaya geçirilememiş sadece teoride kalmıştır.

Kapitalizmin yoksullaştırdığı ve baskı altına aldığı emekçi kitleleri, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren harekete geçecek ve 1848 Devrimi ile kapitalist düzenin baskı ve sömürüsüne karşı büyük bir mücadeleye girişecektir. 1848 Devrimi, sosyal, ekonomik ve siyasal alanda bazı köklü değişimlerin nedeni olacaktır. Her şeyden önce 1848 Devrimi, işçi sınıfının bir sınıf olarak burjuva sınıfı karşısına bir siyasal hareket olarak ilk çıkışıdır. İşçi hareketinin bir siyasal hareket olabilmesi, işçi sınıfının bir sınıf olarak burjuva sınıfının karşısına çıkması ve mücadele vermesiyle olur. 1848 Devrimi’nin özü de budur. 1848 Devrimi ile birlikte burjuva sınıfının muhafazakâr siyasetle uzlaşarak, demokratik mücadeleden geri çekilmesiyle birlikte, siyasal, sosyal ve ekonomik demokrasinin mücadelesi, artık işçi sınıfı hareketinin ve programının bir ögesine dönüşür. “1848 devriminin amacı, siyasal demokrasiyi sağlamanın yanı sıra, sosyal ve ekonomik demokrasiyi gerçekleştirmekti. Demokrasinin sadece siyasi muhtevaya sahip olmadığı, aynı zamanda, sosyal ve ekonomik bir muhtevası bulunduğu fikri de gittikçe daha yaygın bir hale geliyordu.”[6]

İşçi sınıfının siyasal akımları içinde de genel olarak iki çizgi ya da iki eğilim ortaya çıktı: Burjuva demokratik sınırlar içinde mücadele yöntemini benimseyen reformcu sosyalizm ya da sosyal demokrat siyasal akımı ile kapitalist üretim ilişkilerini yok etmeyi hedefleyen komünizm. Onun için, sosyal demokrat siyasal akımın kökeni ya da programları sosyalizme ve Marksizm’e değil, liberalizme dayanmaktadır. Yani sosyal demokrat ya da reformcu sosyalizm akımları Marksizm’in uzantısı değil, liberalizmin uzantısıdır. “Almanya ve İskandinav ülkelerindeki sosyal demokratlar, kökenlerini Marx’a dayandırsalar da büyük ölçüde revizyonisttirler ve onların programlarıyla başka yerlerde liberal olarak adlandırılan programlar arasında ayrım yapmak zordur. İngiliz sosyalizminin ana akımı ise hiçbir zaman Marx’a sahip çıkmadığı gibi, İşçi Partisi’ni Liberal Parti’den ayırmak da çoğu zaman kolay değildir.”[7]

Rekabetçi kapitalizmin yerini tekelci kapitalizmin almasıyla birlikte, liberalizm de kendi içinde iki siyasal çizgiye bölünecektir. “1870 ile 1930’lar arasında modern toplumların değişen koşullarıyla baş edebilmek için başlıca iki liberal stratejinin -sosyal liberalizm ile neo-klasik liberalizm- ortaya çıktığını görüyoruz. Birincisi esas olarak liberal demokrasinin görece güvende olduğu İngiltere, Fransa ve Birleşik Amerika’da egemen olmuş, ikincisi büyük ölçüde demokrasinin ya neredeyse hiç olmadığı ya da varsa bile liberaller tarafından güvenilmediği İtalya, Almanya ve Avusturya’da ortaya çıkmıştır.”[8] Sosyal liberalizm, devletin sosyal ve ekonomik alana pozitif bir özgürlük anlayışı ile müdahale etmesini savunurken; neo-klasik liberalizm yukarıda açıklanan liberal devlet anlayışını ifade etmekte olup, negatif özgürlük anlayışının tarafı olarak piyasanın kendiliğinden işleyişini savunmaktadır. Başka bir anlatımla sosyal liberaller yönetilen kapitalizmi, neo-klasik liberaller ise yöneten kapitalizmi savunmaktadır.

1870 Paris Komünü, Birinci Dünya Savaşı, Bolşevik Devrimi, İkinci Dünya Savaşı ve art arda yaşanan ekonomik krizlerden ötürü, sosyal liberalizm hem işçi hem burjuva sınıfının siyasi hareketlerinin ve programlarının ögesine dönüşecektir. Artık sosyal liberalizm, modern liberalizm, sosyal refah liberalizmi, korporatist (muhafazakâr) sosyal devlet ya da bu yazının da benimsediği ad olarak soysal devlet, gelişmiş kapitalist ülkelerin merkezi siyasi kavramına dönüşecektir.  Böylece kendiliğinden işleyen piyasa düzeninin herkese refah ve mutluluğu getiremeyeceğine ve en iyi ekonomik düzen olmadığına dair düşünce ve kanaat yaygın hale gelmiştir. Bu düşünce ve kanatın değişmesi durumu, “büyük ölçüde J. MK. Keynes’in, (1883-1946) büyüme ve refaha sadece yönetilen veya regüle edilen bir kapitalizmle ulaşılabileceğine ve anahtar iktisadi sorumlulukların devletin eline bırakılması gerektiğine dair fikirlerin bir ürünüydü.”[9] Aynı durum, hukuk konusunda da kendini gösterecektir. Şöyle ki, sosyal devlet önce yasalarda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise anayasalarda ifade edilecektir.

Sonuç olarak toplumun refah koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen sosyal devlet anlayışı 1848 Devrim süreciyle ortaya çıkmıştır. Özü itibariyle sosyal devlet, Sanayi Devrimi’nin yoksulluğa, cehalete mahkûm ettiği işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin ürünüdür.  Gelişmiş kapitalist ülkeler, 1945-1980 arası dönemde sosyal devlet modelini uygulamaya geçirmişlerdir.  Bu dönemde gelişmiş kapitalist ülkeler, sosyal harcamalar için milli servetinden artan oranda pay ayırmışlardır. Sosyal harcamalar biçiminde tezahür eden sosyal devlet uygulamaları her konuda hissedilmiştir.  “1900’de Avrupa’da Milli Gelirden toplumsal alanlara ayrılan kaynak ancak iki veya üç ülkede yüzde 3’ü geçer. 1940’a gelindiğinde hemen hemen tüm ülkelerin toplumsal alanlara ayırdığı bütçeler yüzde 5’i aşmıştır. 1950’lerin başında ise bu rakam yüzde 10 ile 15 arasında değişmektedir. 1970’lerin ortalarında Avrupa’daki refah devletleri arasında toplumsal amaçlara bütçeden ayrılan kaynak dörtte bir ile üçte bir arasında değişmektedir. ‘Refah devleti’ olma konusunda en kararsız devletlerin kamu harcamalarında bile toptan bir dönüşüm yaşanmıştır. ABD’de 1890’da Milli Gelirin yüzde 2, 4’ü olan toplumsal harcamalar, 1981’de yüzde 20, 2’ye çıkmıştır. Refahın önemli bölümünün sağlanmasında özel şirketlerin çok büyük rol üstlendiği Japonya’da bile toplumsal harcamaların bütçe içindeki oranı 1890’da yüzde 1, 4 iken 1985’de yüzde 16, 2’ye çıkmıştır.”[10] 20. yüzyılda gelişmiş kapitalist devletlerin harcamalarındaki artışın bir bölümü toplumsal refah için ayrılmış ve harcanmıştır. Adı geçen devletlerin toplumsal amaçlar için milli servetinden artan oranda pay ayırabilmelerini de son yüzyılda kişi başı üretimdeki yedi kat artışın sayesinde sağlamıştır. 20. yüzyılda devletlerin toplumsal refah için harcamaları dikkat çekici bir biçimde büyümüştür.[11]

  1. 2. Sosyal Devletin Toplum ve Birey Anlayışı

Sosyal devlet de, siyasal liberalizmin temel ilkelerine bağlıdır. Ancak uygulamada ortaya çıkan sorunlara çözüm üretmek için, yeni ilkeler ve tutumlar getirir. Sosyal devlet anlayışında da birey, devletin ve toplumun merkezi öznesi ve amacıdır. Ne var ki, 1848 Devrimi ile birlikte genel durum sosyalleşmeye doğru yöneldiğinden dolayı, artık birey tek başına değildir, bireyin oluşturduğu sosyal, ekonomik ve kültürel kurumlar da bir gerçeklik olarak kabul edilmiştir.

Fransa’nın 1848 Anayasası, bireycilikten ayrılır ve aileyi önemle ele alır, çalışma hakkından, mülkiyet kavramından ve kamu düzeninden önce, aileden söz açıp aileyi cumhuriyetin temeli sayar. Zamanla, bireyin haklarını korumak için kurulan kredi kurumları, tarım birlikleri, sendikalar, vb. toplulukları da hukukun güvencesine alır.[12]

  1. 3. Sosyal Devletin Özgürlük ve Eşitlik Anlayışı

Liberal demokrasi yönetimi altındaki toplumun büyük çoğunluğunun, Amerika ile Fransa bildirilerinin ilan ettiği medeni ve siyasal haklarını kullanamadıkları açığa çıktı. Çünkü büyük bir çoğunluk yoksulluk, işsizlik, cehalet içinde yaşamını sürdürmekteydi. Yoksul olan insanlar kendilerine tanınan hakları kullanabilme olanaklarından mahrumlardı. Asgari eğitimi almamış, günde 8-12 saat çalışan insanlar için, düşünce özgürlüğünün pratik bir değeri yoktur. Konutu olmayan insanlar için, konut dokunulmazlığının bir anlamı yoktur. Doktora gidecek ve ilaç alacak parası olmayan insanlar için, yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, seyahat özgürlüğü gibi hak ve özgürlükler bir şey ifade etmez. Oysa liberalizm kanun önünde eşitlik ilkesiyle aristokratların ayrıcalıklarını ortadan kaldırmış ve insanların hukuki engellerden kurtulması halinde, sosyal ve ekonomik alanda iyileşmelerin sağlanacağına ve sınıflar arasındaki uçurumun kalkacağına inanmıştır. Bireyin, hukuki eşitliğin olduğu bir yerde, yeteneklerini geliştirip değerlendirebileceğinden, kendisine onurlu bir yaşam kurabileceğine inanılıyordu. Ancak bu öngörüler, bireylerin yaşam mücadelesine eşit olmayan koşullarda başladığını görmezden gelmişti. Zengin bir ailenin ferdi, miras hakkı sayesinde yaşamı boyunca hiç çalışmadan bolluk içinde yaşayabilir. Yoksul bir ailenin ferdi ise, yaşamı boyunca çalışmasına rağmen asgari ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Bireylerin servetlerindeki eşitsizliğin ve miras kurumunun olduğu yerde, kişisel yeteneklerle ve çalışma kapasitesiyle onurlu bir yaşamın kurulamayacağı anlaşılmıştı. Onun için kanun önünde eşitlik ilkesinin, şans ve olanak eşitliği ya da fırsat eşitliği ilkesi ile desteklenmesi gerekiyordu.  Ancak sosyal devletin önerdiği fırsat eşitliği, yurttaşların ekonomik ve sosyal statülerini eşitlemek anlamına gelmemekte; kapitalizmin ekonomik ve sosyal açıdan sınıflar arasında yarattığı derin uçurumları hafifletmeyi, yani çalışanların asgari gereksinmelerini karşılayabilmeyi hedeflemektedir.

Bireysel hak ve özgürlüklerin hedefi, bireylere, devletin müdahale edemeyeceği özel bir alan yaratılmasıdır. Bu özel alan içinde, bireyler istedikleri gibi hareket edebilir. Bireysel hakların amacı, bireyleri devlete karşı korumaktır. Devletin bireylerin özel alanına girmesini önlemektir. Ancak görülen o ki bu haklar, sadece küçük bir azınlık olan burjuva sınıfına yaramıştır. Yoksul kesimlerin bireye tanınan hak ve özgürlükleri kullanabilmesi için devletin müdahale etmesi ve yoksul kesimlere destek olması gerekir. İşte devletin bu desteği, yeni bir hak kategorisi olarak sosyal hakları ortaya çıkarmıştır. Sosyal haklar; devletten sağlık, sosyal güvenlik, eğitim gibi kamu hizmeti isteme yetkisidir. Yoksulların daha doğrusu emekçilerin insan haklarından yararlanabilmesi için devletin üstlendiği hizmetler sosyal haklar olarak adlandırılır.

Sosyal hakları şöyle sıralayabiliriz: Çalışma hakkı, sendika kurma hakkı, grev ve toplu sözleşme hakkı, iş yeri yönetimine girme hakkı, sosyal güvenlik hakkı, dinlenme hakkı, parasız öğrenim ve eğitim görme hakkı, beslenme hakkı, sağlık hakkı, kültürel yaşama katılabilme hakkı, kültürel kimlik hakkı, konut hakkı, korunmaya muhtaç kesimlerin (anne, çocuk, yaşlı, engelli gibi) korunmasıyla ilgili haklar.

Bireysel hakların ele geçirilmesi ve güvence altına alınması, büyük ölçüde burjuva sınıfının; sosyal hakların ele geçirilmesi ve güvence altına alınması da büyük ölçüde işçi sınıfının mücadelesi ile sağlanmıştır. Hem bireysel haklar hem sosyal haklar, insan onurunun korunmasının ve insanca bir yaşamın sürdürülmesinin güvence altına alınması bakımından zorunludur.[13]

Bireysel ve sosyal hakların uygulamaya geçirebilmesi için, öznel ve nesnel ögelerin çakışması gerekir. Nesnel öge, ilgili ülkenin insan haklarına büyük mali kaynakları ayırabilecek kadar gelişmiş bir ekonomiye; öznel öge ise, işçi sınıfının ve emekçi kitlenin kazanılmış hakları koruyacak kadar örgütlü bir güce sahip olmasını gerektirir. Bu öznel ve nesnel koşullarının çakıştığı ülkeler, genellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdir. Bunun için bu hakların tümü olmasa da büyük bir kısmı, birçok devlet tarafından teorik olarak kabul edilse de ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde uygulanabilmektedir. Ancak tüm insanların ve halkların eşit haklara sahip olması durumunda bireysel ve sosyal haklarının bir anlamı ve değeri olur. “Tüm insanlar eşit haklara sahipse ve tüm halkların eşit hakları varsa, kapitalist dünya ekonomisinin hep içinde bulunduğu ve kendisini kurtaramayacağı eşitsizlikçi sistem türü sürdürülemez. Fakat bu açıkça kabul edilirse, tehlikeli (yani yoksun) sınıfların gözünde kapitalist dünya ekonomisinin meşruiyeti kalmaz. Ve bir sistemin meşruiyeti yoksa yaşayamaz.”[14] Wallerstein’in de belirttiği gibi, kapitalist üretim tarzının işleyişi içinde tüm insanlara ve tüm halklara eşit bireysel ve sosyal haklar tanımak ve uygulamak mümkün değildir.

  1. 4. Sosyal Devlet ve Demokrasi

Liberalizm, genel ve eşit oy hakkına dayalı seçimler aracılığıyla siyasal demokrasinin, piyasa düzenini yöneten arz ve talep yasaları aracılığıyla da sosyal ve ekonomik demokrasinin gerçekleşeceğine inanıyordu. Bu teori, ekonomik işletmelerin gerçek kişilerin yönettiği rekabetçi kapitalizmde kısmi olarak gerçekleşebilirdi. Ancak XIX. yüzyıl içinde rekabetçi kapitalizm yerini tekelci kapitalizme, ekonomik işletmelerin yönetiminde gerçek kişiler yerini tüzel kişilere yani şirketlere bırakmıştır. Artık ekonomik kararlar herkesin etkisiyle yani serbest pazar aracılığıyla değil, tekellerin, kartellerin, tröstlerin çıkarları ve tercihleri doğrultusunda alınmaktadır. Tekeller ekonomik alanı çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği gibi, ekonomik gücü sayesinde siyasi alanı da etkisi altına alır. Böylece kısmi olarak var olan siyasal, sosyal ve ekonomik demokrasi de yok oldu.  İşçi sınıfının önderliğinde emekçi kesimlerin sosyal haklar hedefindeki mücadelesi ve bu mücadeleyi destekleyen liberallerin katkısıyla sosyal devlet modeli gerçekleşmiştir.

Sosyal devlet anlayışı, kendiliğinden işlemeyen sosyal ve ekonomik demokrasiyi devlet müdahalesi ile gerçekleştirmektir. Bunu da yasal düzenlemelerle ve devletin kamu hizmetini üstlenmesiyle gerçekleştirebilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın getirdiği sosyal, ekonomik yıkımın sonuçlarını iyileştirmek için, sosyal ve ekonomik alanla ilgili yasal düzenlemeler yapmıştır. Demokratik sürecin gelişmesiyle birlikte, ekonomik ve sosyal alanla ilgili iyileştirmeler, anayasal düzenlemelerin konusu olacaktır. Böylece XX. yüzyılın liberal devleti sadece adaletin ve güvenliğin sağlanmasından değil, sosyal hakların korunmasından da sorumludur.

Sosyal devlet, sosyal ve ekonomik demokrasiyi gerçekleştirmek için devletin sosyal ve ekonomik alanlarını demokratik sürece dâhil ederek, bu alanların siyasallaşmasını sağlamıştır. Sosyal ve ekonomik kararlar hem işletme hem ulusal düzeyde alınmaktadır. Sosyal ve ekonomik demokrasinin gerçekleşmesi için, işletme düzeyinde ve  ulusal düzeyde alınan kararlardan etkilenen herkesin karar alma sürecine katılması gerekir.

İşletmeler düzeyinde alınan kararlar çalışanların işletme yönetimine katılmasını kapsar. Sosyal devlet anlayışına göre, çalışanlar iş yerlerinde temsilcileri aracılığıyla yönetime katılırlar. Yönetime katılma, yönetenlerin iş yerini nasıl yönettiği konusunda çalışanları bilgilendirir. Bazı mevzularda çalışanlar ile yönetenlerin ortak yönetimine kadar giden farklı durumları kapsar. Yönetime katılma, çalışan ile çalıştıranın ortak yönetimi ya da birlikte yönetimi anlamına gelmez. Yönetime katılma, bazı sosyal ya da ekonomik konularda ortaya çıkan sorunların çözümünde, bir ortak yönetim niteliğine dönüşebilir. Bununla birlikte, “çalışanların yönetime katılmaları, sosyal devlet sisteminde, özel mülkiyet hakkının yarattığı ayrıcalıkları etkilemez, işveren iş yerinin yönetimine ve kazancına sahip olma hakkını elinde tutar.”[15]

Sosyal devlet anlayışına göre, ulusal düzeyde sosyal ve ekonomik demokrasinin gerçekleşmesi için, siyasal temsilin yanında birde korporatif temsilin olması gerekir. Liberalizm, devleti ve toplumu bireyden ve bireyin iradesinden hareketle açıkladığından dolayı, siyasal demokraside temsil yetkisi yalnızca bireye aittir. Her yurttaş siyasal temsil aracılığıyla devlet yönetimine katılmaktadır. Seçilen milletvekilleri bir bölgenin ya da onu seçen seçmenlerin değil, ulusun temsilcileridir. Sosyal devlet anlayışında toplumun temelini oluşturan birey ve bireylerin kurduğu kurumlardır. Bu nedenledir ki bireylerin kurduğu kurumların da devlet yapısında temsil edilmesi gerekir. Bu korporatif temsil olarak adlandırılır. Korporatif temsil; sendikalar, meslek kurumları, tarım birlikleri, korunmaya muhtaç kesimlerin ve tüketicilerin örgütleri gibi sosyal ve ekonomik alanda çalışan kurumların temsil edilmesidir. Bu durumda sosyal devlette, farklı nitelikte iki meclisin olması gerekir. Biri ulusu temsil eden meclis, diğeri sosyal ve ekonomik kuruluşları temsil eden korporatif meclistir.

Ancak korporatif bir meclis kurmanın, çözümü zor olan çeşitli teorik ve pratik sorunları vardır. Her şeyden önce korporatif temsil ulusal egemenlik ilkesine aykırıdır. Liberalizmde iktidarın kaynağı bireylerin oluşturduğu ulustur. Siyasi temsilde, seçilen vekiller doğrudan doğruya ulusu temsil eder. Korporatif temsilde ise, vekil kendisini seçen kurumu temsil eder. Siyasal temsilde eşitlik ilkesi gereği her bireyin bir oy hakkı vardır. Korporatif temsilde, birey birden çok kurumun üyesi olabileceğinden, bireyin birden çok oy hakkı vardır. Yaşadığımız süreçte, sosyal ve ekonomik alanda çok sayıda sendika, mesleki ve ekonomik kurum vardır. Tüm bu kurumların hak ettiği biçimde temsilini sağlamak pratik açıdan da zordur. Korporatif temsil görüşü, hem bu sorunlar sebebiyle hem de iki dünya savaşı arasında İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerde demokrasinin yıkılmasının ve faşizmin kurulmasının bir aracı olarak kullanıldığı için, saygınlığını ve değerini kaybetmiştir.

Günümüzün demokrasi anlayışında sosyal ve ekonomik kuruluşlar, artık korporatif meclisler yolu ile değil, birer baskı kuruluşu ya da yasayla kurulmuş danışma kurulları olarak siyaseti etkilemektedir.[16]

Bazı yazarlar, 1945- 1970 arası dönemi “sosyal devletin altın çağı” olarak  adlandırmışlardır.  Bu dönemde gelişmiş ülkelerinin sosyal harcamaları [gayrisafi yurtiçi hâsılaya nispetle] yaklaşık iki kat artmıştır. Ancak bu dönemin sosyal devlet politikaları, sermayenin kâr oranlarını düşürmüştür. [17] Diğer iki sorun ise, Bretton Woods Sistemi’nin 1971 yılında çökmesinin yarattığı belirsizlikler ve artan sosyal harcamalarından kaynaklanan bütçe açıklarıdır.  Birinci Petrol Şoku (1973-75) ve İkinci Petrol Şoku (1979-80)  var olan bunalımı daha da derinleştirmiştir. İki petrol şoku, petrol ithal eden ülkelerde doğrudan, diğer ülkelerde dolaylı olarak stagflasyon [durgunluk içinde enflasyon] etkileri ortaya koymuştur. Bu ülkelerde büyüme performansı düşerken enflasyon ve işsizlik yükselmiştir.

Söz konusu etkenlerin tetiklediği sermaye birikim bunalımı, sosyal devleti hem kuramsal olarak hem de uygulamaları bakımından yıpratarak yeni bir dönemi başlatmıştır. 1970-1980 arası dönemi de “sosyal devletin gümüş çağı” olarak adlandırmışlardır.  Egemen güçler,  yaşanmakta olan bunalımın nedeninin sosyal devlet modeli olduğu görüşünü yaygınlaştırmışlardır. Bu görüşten hareketle, sosyal harcamalarda kesintilere gidilmiştir.  Böylece sosyal devlet modeli itibarsızlaştırılarak, liberal / bireyci içerikli neoliberal yeni bir söylemin öne çıkmasına yol açılmıştır.  Bu söylem; çalışkan ve yetenekli insanların gelirlerinden alınan vergilerin işe yaramaz ve tembel insanlara aktarılmasının doğru ve dürüst olmadığı görüşünü öne sürmüştür. Bu görüş, bir müddet sonra, İngiltere’de Margaret Thatcher (1979) ve ABD’de Ronald Reagan (1981) tarafından hükümet politikası hâline dönüştürülecektir.

Böylelikle sosyal devlet, yaşanmakta olan bunalımın önemli nedenlerinden biri olarak görülüp tasfiye edilecek ve yerine neoliberal model konulacaktır. Neoliberalizmin hedefleri;  en düşük vergi oranı, en ucuz işgücü ve en az sosyal harcamalardır. [18]

4- Neoliberalizm,

Sosyal devletin ekonomiye aktif bir şekilde müdahalesi, istihdam yaratan ve zenginliği yeniden dağıtan politikaları, liberal devletin ekonomik-politik anlayışından oldukça uzaklaşmıştı.  Bu gelişmelerden dolayı burjuva sınıfının politik ve ekonomik elitleri ile büyük sermaye grupları, kendi çıkarlarını tehdit altında görmekteydiler.  Bu tehdit’e buldukları çözüm ise, sosyal devlet ekonomisi ve politikasının yerine klasik liberalizmi geçirmektir. Böylece 1960’lardan itibaren sosyal devlet politikalarını eleştirerek, daha önce klasik liberalizmin “bırakınız yapsınlar” görüşü doğrultusunda ekonomik politikayı savunmaya başladılar. Bu yeni klasik liberalizmi de neoliberalizm olarak tanımladılar.  Neoliberalizm,  klasik liberalizmin ekonomi anlayışı ve bu anlayışının temel unsurları olan serbest piyasa ekonomisi ile serbest dış ticaretin yeniden anlatımıdır.

Neoliberal ekonomi, devlet ve  kamu işletmelerinin özelleştirilmesi; devletin ekonomideki düzenlemelerine son verilmesi; sübvansiyonların sınırlandırılması; sosyal harcamaların ve yatırımların azaltılması suretiyle kamu harcamalarının azaltılması; devletin hem faaliyet alanı hem de personel olarak küçülmesi; sabit döviz kurunun ortadan kaldırılması ve dalgalı kur sistemine geçilmesi; uluslararası piyasaların gelişebilmesi için küresel sermaye hareketlerinin dünya düzeyinde serbest bırakılması; vergi oranlarında indirim yapılması;  ticaretin, sanayinin ve ithalatın serbestleştirilmesi; çevre koruma standartlarının yumuşatılması ve  esnek iş gücü piyasası gibi politikaları içerir.

Bu özelliklerden de anlaşılacağı gibi, neoliberalizm ile klasik liberalizm, özellikleri bakımından aynı şeydir. Aralarında nitelik bakımından bir fark yoktur. Onun için liberal düşünürler ya da taraftarları kendilerini neoliberal olarak değil, liberal olarak tanımlarlar. Ancak aralarında bazı kurumlar bakımından farklar vardır. Klasik liberalizm döneminde para sistemi, klasik altın standardı ve buna bağlı olarak sabit kur sistemidir. Neoliberalizm döneminde ise para sistemi, dolara endeksli küresel finans sistemi ve buna bağlı olarak dalgalı kur sistemidir. Diğer fark da neoliberalizm döneminde iki güçlü uluslararası kurum olarak IMF ve Dünya Bankası’nın varlığıdır.  Gelişmiş ve güçlü devletlerle birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın yürüttüğü politikalar, neoliberalizmin dünya düzeyinde egemen anlayışa dönüşmesine vesile olmuştur . IMF ve Dünya Bankası, kendilerinden borç talebinde bulunan ülkelere, neoliberal politikaları, “yapısal reformlar” adı altında  uygulamalarını şart koşarlar.

Yukarıda belirtildiği gibi, neoliberalizmin politikaları İngiltere’de Thatcher, ABD’de ise Reagan yönetimi tarafından uygulanmaya geçirildi  ve günümüze kadar uygulanmaya devam etmektedir. Neoliberal   politikalar, hem emperyalist ülkelerde   hem de diğer ülkelerde; hem servet hem de gelir bakımından eşitsizliği daha da arttırmıştır. Esnek iş gücü piyasalarındaki işçi ve emekçi kesimlerin gelirleri, yükselen enflasyona nispeten daha düşük oranda artış göstermiştir ve işçiler ile emekçi kesimler fakirleşmiştir. Merkantilizmin, liberalizmin, sosyal devletin, neoliberalizmin daha iyi anlaşılması ve gelecekte öngördüğümüz neomerkantilizm rejiminin daha iyi kavranabilmesi için para sistemlerini incelemek faydalı olacaktır.

5- Para Sistemleri

Tek Metal Sistemi

Tek metal sisteminde tek bir metal para tedavülde kullanılmaktadır. Yani bu sistem, yalnızca altın ya da yalnızca gümüş sikkelerin kullanıldığı bir sistemdir. Tek metal sistemine monometalizm de denilmektedir.

Çift Metal Sistemi

Sanayi Devriminin ardından gerek ülke ekonomilerinin gerekse de uluslararası ticaretin hızla gelişmesi, para talebini hızla arttırmıştır. Devletlerin elindeki altın stokları yetersiz kalınca da gümüşten de sikke basılmaya başlanmış böylece çift metal sistemi ortaya çıkmıştır. Çift metal para sistemi, hem altın hem de gümüş madenlerinden basılmış paranın tedavülde geçerli olduğu bir para sistemidir.  Çift metal sistemine bimetalizm de denilmektedir.  Çift metal sistemi, XVIII.yüzyılın başlarından itibaren Avrupa ve Amerika’da resmi para olarak kabul edilmiş ve XIX.yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. İlk zamanlar başarılı bir biçimde işleyen bu çift metal para sisteminin aksamaya başlaması kaçınılmazdır. Her zaman için dünya düzeyinde gümüş üretimi, altın üretiminden fazladır. Böyle olunca piyasaya sürülen gümüş para toplamı, altın para toplamından fazla olmuştur. Bu da iki metal para arasındaki paritenin bozulmasına neden olmuştur.

Altın ve gümüş stoklarının sürekli değişmesi nedeniyle çift metal para sistemini benimseyen devletler parite belirlenmesinde sürekli revizyona gitmeye ihtiyaç duymuştur.  Çünkü altın ve gümüş sikkeleri birlikte para arzını oluşturur ve karşılarında tek bir para talebi vardır. Yani para talebi, altın para talebi ve gümüş para talebi olarak ayrılmaz. Piyasada gümüş para stoku altın para stokuna göre belirgin bir biçimde fazlalaştığında ise, paraya yönelik arz-talep yasaları gereği gümüş paranın satın alma gücü düşme eğilimi göstermiştir, çünkü gümüş para göreli olarak fazlalaşmıştır. Ekonomilerin, altın paranın prim yapmasına dayanabileceği bir sınırı vardır. Bu sınır aşıldığında ise Gresham Yasası işlemeye başlayacaktır. Bu yasaya göre, nominal değerleri aynı, fakat külçe değerleri farklı iki madeni paradan külçe değeri yüksek olan dolaşımdan çekilir. Başka bir deyişle kötü para, iyi parayı dolaşımdan çıkarır. Bu hikâyede kötü para, değeri sürekli düşen gümüş para, iyi para ise prim yapan altın paradır. Gresham Yasası’nın işleyişi iki yönde olmuştur. Ya insanlar ödemelerin altın parayla yapılmasında ısrar etmiş, gümüş parayı kabul etmekten kaçınmışlardır, böylece gümüş para fiilen tedavülden çıkmıştır ya da altın para eritilerek külçe altın olarak piyasaya dönmüştür. Ülke içinde gümüş paranın satın alma değeri ile gümüşün külçe fiyatı denk tutulsa bile, ülkeler arası külçe fiyatlarının farklılığından dolayı ülkeden metal çıkışı olacak, yine kötü para iyi parayı dışlayacaktır. Bu nedenlerden dolayı İngiltere 1816’dan itibaren gümüş sikkeleri tedavülden kaldırmış ve yalnızca altın sikkeleri kullanmıştır. Buna karşın Fransa, Hollanda ve Çin gibi bazı ülkeler çift metal para sistemi kullanmışlardır. Böylelikle XVIII. yüzyıl başlarından 1870’lere kadar çift metal para sistemi uygulanmıştır.

Klasik Altın Standardı (1870-1914)

Klasik altın standardı 1870-1914 arasında uygulanmış para sistemidir. Bu sistemde milli kâğıt paraların temsil ettiği değer, belli bir orana dayalı bir ağırlık ve ayarda altına bağlanmıştır; istenildiğinde paranın altına, altının da paraya çevrilmesi mümkündür. Bu dönemde bir kâğıt paranın fiyatının ya da değerinin altına oranı  %20 ile %100 arası olmuştur.

Klasik altın standardı sisteminden önce çift metal para sistemi yürürlükteydi. Çift metal para sistemi,  tedavülde gümüş ve altın olmak üzere iki ayrı madenden basılmış paranın geçerli olduğu bir para sistemidir.  Çift metal para sisteminde gümüşün sürekli olarak aksaması, hem iç piyasalarda dengesizlikler yaratmış, hem de uluslararası ticareti olumsuz yönde etkilemeye başlamıştır. Bu olumsuz gelişmelerden ötürü, Avrupa ülkeleri ve ABD, çift metal para sistemini terk ederek altın standardı sistemini uygulamaya koymuşlardır. Altın standardı sistemine geçişin bir başka nedeni de, merkantilizmin  yerine  liberal ekonomi görüşünün itibar kazanmasıdır. Klasik altın standardı döneminde gelişmiş ülkelerin ekonomilerinde, fiyatların genel düzeyi sürekli olarak istikrarlı olmuş yani enflasyon yaşanmamıştır.   Teknoloji, istihdam sorunu yaratmadan gelişimini sağlamıştır. Teknolojik gelişimden kaynaklanan verimlilik artışını sürdürmüş ve yaşam standardını yükseltmiştir.  Bu dönem sömürgeci kapitalizmden emperyalist kapitalizme geçildiği dönemdir.  Bu dönem de dünyanın tümü sömürge ve yarı sömürge durumuna getirilmiştir.

1.yüzyıl başlarında emperyalist ülkeler, ekonomik krizlerini aşmak ve büyümelerini sürdürmek için, dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmişlerdir. Bu mücadele klasik altın standardını çöküşe götürmüştür. “28 Temmuz 1914’ te Avusturya Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş açmıştır. 30 Temmuz’da Amsterdam, Paris, Madrid, Roma, Berlin, Viyana ve Moskova borsaları kapanmıştır. Birleşik Krallık ve bütün büyük devletler paranın altına olan dönüşümünü askıya almışlardır. 31 Temmuz 1914 Cuma günü İngiltere’de beklenmedik bir şey olur ve Londra Borsası kapatılır.”[19]

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa devletlerinin ulusal paralarının altın karşılığı bulunmaktaydı. Ancak bu devletlerin, savaşla beraber artan maliyetlerini karşılayabilmek için, para bastırmaları gerekiyordu. İşte bu nedenle klasik altın standardından vazgeçildi. Savaşın yarattığı tahribat, 1929 Büyük Bunalımı ve ardından İkinci Dünya Savaşı nedeniyle bu devletler, paralarını altın standardına dönüştüremediler.  1944’e ulaşıldığında diğer ülkelerin hazinelerindeki altın stokları büyük ölçüde azalmışken, ABD’nin hazinesinde dünyadaki bütün altın stoklarının 3’te 2’si bulunmaktaydı.  Bu durumda yalnızca ABD dolarının altın karşılığı bulunmaktaydı. Böylece 1914-1944 tarihleri arasında bir rezerv para sistemi yoktur.  Bu dönemde ekonomik bakımından kaos yaşanmıştır. Bu süreçte ekonomik olarak çok büyüyen ve güçlenen ABD öncülüğünde oluşturulan Bretton Woods sistemi ile bu kaostan çıkılabilmiştir.

Bretton Woods Sistemi (1944-1973)

Bretton Woods sistemi, 1944 yılının Temmuz ayında Bretton Woods kasabasında (ABD, New Hampshire eyaleti), toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı sonucunda kabul edilen ekonomik ve mali sistemdir. Sistem, katılan ülkelerin ortak bir parasal düzen üzerinde anlaşmalarına dayalıdır. Sistemin özünde dünya para sisteminin altına endeksli tek para birimi olan dolara bağlı olarak yönlenmesi kabul edilmiştir. [20] Bretton Woods anlaşmasıyla Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ve Dünya Bankası’nın (World Bank) kurulmasına karar verilmiş; daha sonra 1947 yılında da Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) imzalanmıştır

Bretton Woods sisteminin temel özellikleri şunlardır: 1-) Altına dönüşebilen tek para birimi ABD doları olup, bir ons altın 35 dolar olarak belirlenmiştir. 2-)  ABD,  yabancıların ellerindeki dolarları 35 dolar/ons karşılığında altına çevirmeyi taahhüt etmiştir. 3-) Yabancı paraların değeri dolara göre belirlenmiş ve bu değerler IMF’ye kaydedilmiştir. 4-) Her hangi bir ülkenin parasının değerinde bir dengesizlik olması durumunda , bu ülkeye, parasının  dolara karşı değerini değiştirme izni verilmiştir. Bu gibi durumlarda öngörülmüş devalüasyon ya da revalüasyon oranları en fazla %10 olabilecektir. %10’nu aşan bir devalüasyon ya da revalüasyon için IMF’nin onayı gerekmektedir. Böylelikle her üye ülke parasını ABD dolarına endekslemiş ve dolar da altına çevrilebildiğinden dolayı, ulusal paralar dolaylı olarak altına endekslemişti.  Zaten Bretton Woods çerçevesinde (1944-1971) “değiştirilemeyen tek kur dolar-altın fiyatıdır. Altın bu sistemin tek çıpasıdır.”[21] Böylece ABD kendisine 35 dolar getiren herkese 1 ons altın vermeyi kabul etmişti.

ABD dış ticaretinin açıklar vermesi ve borçlu ülkeler arasına girmesi, diğer batılı ülkelerin ise dış ticaret fazlası vermesi dolar üzerinde baskı oluşturdu. Bununla birlikte soğuk savaş döneminin getirdiği askeri harcamalar,  Vietnam Savaşı ve sosyal harcamaların artması bütçe açıklarını daha da büyüttü. ABD bu harcamaların maliyetini karşılayabilmek için sürekli dolar basmaya başladı. Ne var ki basılan dolarların karşılığı kadar altın miktarı ABD’nin rezervlerinde yoktu. Başta Fransa olmak üzere birçok devlet bu nedenle dolara karşı olan güvenlerini kaybettiler. Ellerindeki dolarlarını altına çevirmeyi talep ettiler.  Nixon başkanlığındaki ABD,  15 Ağustos 1971’de, içinde bulunduğu ekonomik güçlükler nedeniyle doların karşılığını altın olarak veremeyeceğini açıkladı.  Gerçi Nixon, yabancıların elinde bulunan dolarların altına çevrilmeyi geçici olarak durdurduklarını söylemişti. “Bu geçici durdurma ellerindeki dolarları yeni parite üzerinden altına çevirmeyi uman Fransa gibi ülkelerin beklediği çözüm değildir. 1 Aralık 1971 tarihli Smithsonian Anlaşması’na göre Amerika Birleşik Devletleri teknik olarak doların altın karşılığını 35 dolar/onstan 38dolar/onsa devalüe ederek korumaktadır. Ekim 1973’te dolar altına karşı tekrar devalüe edilerek 42.22 dolar/onsa düşer. Ancak devalüasyonlar sadece formalite icabı yapılmaktadırlar çünkü Ağustos 1971’den beri ABD’de doların altına karşı konvertibilitesi kalmamıştır. 19 Mart 1973’te büyük devletlerin çoğu dalgalı kur uygulamasına geçerler. Haziran 1971’de IMF resmen altını para sisteminden çıkararak özel çekme haklarına (SDR) dayalı bir düzene geçer. (SDR’ler 1969’da ortaya çıktıklarında altın karşılığıdırlar ancak 1973’e gelindiğinde SDR’ler de itibari para haline gelmişlerdir.)  1976’da Amerikan Kongresi doların tüm yasal tanımlarından altın ve gümüş ibarelerini çıkarır.”[22]   Böylelikle 1973’te dalgalı kur sistemine geçerler.

Dalgalı Kur Sistemi (Dolar Endeksli Küresel Finans Sistemi)

Dalgalı kur sisteminde hiçbir paranın altın karşılığı kalmamıştır.  Zaten paranın altın karşılığı olduğu yerde dalgalı kur olmaz. Paraların güvencesi yalnızca devletler ve devletlerin ekonomisine olan güvendir. Bu durumda doların dünya finansal piyasasında rezerv para olarak kalabilmesi için ABD’nin teminatı ve ekonomik açıdan rekabet üstünlüğüne sahip olması gerekiyordu. Gerçi 1970’lerde de günümüzde olduğu gibi  ABD en güçlü ekonomiye sahiptir. 1970’lerde petrole olan talep artmaktaydı ve bu durumun devam edeceği belliydi. ABD, yeni dünya düzeninde hegemonyasını sürdürebilmenin önemli araçlarından biri olan petrol konusunda yetkili olmaya çalıştı. Bunu gerçekleştirmek için Suudi Arabistan ile petrol konusunda anlaşma yaptı. 1972-1973 yıllarında ABD Suudi kraliyet ailesiyle, kraliyet ailesinin iktidarını koruma karşılığında petrolü yalnız dolarla satmaları konusunda bir anlaşma yaptı. Sonradan  OPEC ülkeleri de bu anlaşmaya katıldılar ve petrol karşılığı olarak sadece dolar kabul ettiler. Bu anlaşma sayesinde doların dünyanın en önemli enerji kaynağı olan petrol karşılığı bulunmaktaydı. Böylece doların altın karşılığı bulunmamakta, ancak petrol karşılığı bulunmaktadır.  Doların küresel finansal piyasasında rezerv para olarak kalabilmesinin bir nedeni de petrol karşılığının olmasıydı.

Küresel finans piyasasında, bir paranın rezerv para olabilmesi, talep edildiğinde kolayca bulunmasına bağlıdır. ABD’nin kurduğu dolara endeksli küresel ekonomik düzenin sürdürülmesi için de dünyaya sürekli dolar ihraç etmesi gerekmektedir. Bu da sürekli dış ticaret açığı ve borçlanma anlamına gelmektedir. Eğer ABD dış ticarette açık değil de fazla vermeye çalışsa, dünyadaki dolarları ülkesinde toplamış olacaktır.  Bu da küresel finans piyasasında ihtiyaç duyulan doların bulunmasını zorlaştıracağı için rezerv para olarak kabulünü zorlaştıracaktır. Zaten ABD’nin dış ticaret açıkları ve borçları, küresel ekonomik düzene likidite sağlamak için oluşturulmuş sistemin bir unsurudur.  Dolar rezerv para olduğu sürece, ABD’nin de dünyaya sürekli borçlanması gerekmektedir. Elbette bu gerçek ve çok büyük miktarlara varan bir borçtur. Ancak kendisi karşılıksız olarak bastığı dolar ile borçlarını ödemektedir. Böylece dış borçların maliyeti, basılan dolarların maliyeti kadardır.

1971-1980 arasında dolar dünyanın her alanına yayılmış ve likidite bolluğunu yaratmıştı. Artık tüm ekonomik sorunlar, düşük faiz oranları,  ucuz ve rahat krediler ve ucuz para ile çözülecekti. Bundan böyle finansal krizler yaşanmayacaktı. “Ancak ucuz para finansal krizleri sona erdirmekten çok uzaktır. Latin Amerika borç krizi 1982’de, Meksika peso krizi 1994’te, Asya ve Rusya finansal krizleri 1988’de ve küresel kriz 2007-2009’da gerçekleşmiştir. “[23]   Bu ekonomik krizlerin çözümü için kullanılan yöntem;  batan bankaların kurtarılmasına yönelik tedbirler alınması ve böylece büyük çapta banka iflaslarının önlemesidir.  Altın standardının olmayışından ötürü para elastikiyet kazanmıştır. Bundan böyle merkez bankalarının para basarak,  swap (takas) işlemlerle ya da  garantilerle yaratacakları likiditenin sınırı yoktur. Para sınırsız miktarlardadır ve çok ucuz, hatta neredeyse bedava hâle gelmiştir.

“Tekrar eden krizleri para basarak çözme uygulaması 2008’de Amerikan Bankacılık Düzenleme Kurulu’nun tüm banka hesapları ve para piyasası fonlarını garanti altına almasıyla zirve yapar. FED Amerikan bankalarını canlandırmak için trilyonlarca para basar ve ECB ile trilyonlarca dolarlık onlarca swap işlemi gerçekleştirir. Avrupa bankacılık sektörünü canlandırmak için ECB’nin bu dolara ihtiyacı vardır.”[24] FED, 2008 yılında ortaya çıkan büyük ekonomik krizde, batan bankalarını iflastan kurtarmak ve küresel ekonomiyi canlandırmak için karşılıksız olarak  4 trilyondan fazla dolar bastı. FED’in küresel krizin başlangıcı olarak kabul ettiği 2008 yılında bilançosu 800 milyar iken 2015’te 4,2 trilyon dolara çıkmıştır. FED bir sonraki ekonomik krizde aynı yöntemi ve aynı oranı uygularsa bilançosu 20 trilyon dolara ulaşacaktır. Bu miktar takriben ABD’nin GSMH’ne eşittir.[25]  Aynı sorunlar diğer gelişmiş ülkelerin merkez bankalar için de geçerlidir.

Gelişmiş ülkelerin elitlerinin projesine göre, ekonomilerin sürdürülebilir bir büyüme düzeyine varmaları hâlinde merkez bankaların ekonomiye destek vermeleri sona erecektir.  Ne var ki bu proje gerçekleşmemiştir. Çünkü ülkelerin  ekonomilerinde tasarladıkları gibi bir büyüme olmamış tam tersine bu büyüme çok düşük düzeyde kalmıştır. Günümüzde de sermayenin büyümeyi ve merkezileşmeyi sürdürebilmesi için merkez bankaların para politikalarına ihtiyacı vardır.

Gelişmiş ülkelerin ekonomik ve politik elitleri,  2008 küresel krizinden daha büyük bir krizin geleceği beklentisi içindedirler.   Beklentide kalmayıp tedbirlerini de almaya çalışmaktadırlar. Çünkü önümüzdeki büyük krizde FED geçmişte olduğu gibi sisteme likidite sağlayamayacaktır.  Dünya ekonomisini canlandırmak için dolar basmaya girişmesi halinde ABD ‘Triffin Açmazı’ olarak tanımlanan bir ekonomik açmazla karşılaşabilir. “Bu ekonomik açmaz 1960 yılında Amerikan Kongresine verdiği ifadede Belçikalı ekonomist Robert Triffin tarafından ortaya konulmuştur.  Triffin’e göre küresel rezerv parayı basan ülkenin dünyadaki normal ticaret hacminin devamı için sürekli bütçe açığı vermesi gerekmektedir. Ancak uzun süre bütçe açığı veren ülkenin sonunda iflas etmesi normaldir. Böyle bir durumda ticari ortaklar rezerv paranın değerine olan güvenleri yitirdiklerinden bu para yerine yeni alternatifler arayacaklardır.”[26]  Günümüzde dolara endeksli küresel ekonomik düzene alternatif arayışlar başlamıştır. Başta Çin olmak üzere pek çok devlet dolara olan güvenlerini yitirmeye başladıkları için altın stoklarını hızla arttırmaya başlamıştır. Böylece dolara endeksli küresel finans sistemi krize girmiştir. SDR’ler bu krizi çözebilir.  “Çünkü SDR’leri basan IMF bir ülke olmadığından bütçe açığı vermemektedir. Basılan SDR miktarına duyulacak güvende sınır yoktur. IMF’nin SDR’lerini kabul etmeyecek ticari ortaklar yoktur. IMF dünyadaki tüm ticari ortakları kapsamaktadır. SDR’ler normal para politikaları gereği ihraç edilmezler. Bu kâğıtlar bir kurumu hatta ülkeyi kurtarmak için basılmazlar. SDR’lerin temel varoluş nedeni likidite krizlerinde veya diğer para türlerine güven kaybı olduğunda likiditeyi arttırmaktır.”[27]

Doğrusu SDR’lerin dünya parası olacağına dair işaretler vardır. “25 Mart 2009 Amerikan hazine bakanı artan SDR kullanımına karşı olmadığını bir gazetecinin artan SDR ihraçları hakkındaki sorusuna, ‘Aslında buna çok açığız’ diyerek belirtmiştir. Bu yanıt kimseye radikal görünmese de doları öldürmek üzere atılan sessiz ve yavaş bir adımdı. Dünya parasına doğru atılan bir diğer adım ise Kasım 2015’te IMF yönetim kurulunun Çin yuanını SDR sepetindeki referans para birimleri arasına katmasıyla atılmıştır. Bu sepetteki diğer para birimleri dolar, sterlin, avro ve yendir ve bu karar tamamen siyasidir. Çünkü yuan gerçek rezerv para birimi özellikleri taşımıyordur ve en az on sene daha taşımayacaktır. Rezerv para birimi derin ve likit tahvil piyasaları, hedging (riskten korunma) araçları, repo finansmanı, etkin takas kurumları mekanizması ve düzgün bir yasal sistem gerektirir. Çin’de bunların hiçbiri yoktur… IMF’nin yuanı SDR sepetine katma kararından sadece birkaç hafta sonra Amerikan Temsilciler Meclisi sözcüsü Paul Ryan bütçe yasa tasarısına bir madde sıkıştırarak Çin’in IMF sistemindeki oy hakkını artıracak bir değişiklik teklif eder. Bu girişim de Çin’in dünya para sistemini yöneten ülkeler kulübüne katılımını sağlamlaştıran bir harekettir.”[28] Çin’e tanınan bu hakların nedeni, Çin’in dört bin ton altın rezervine sahip olması ve altın satın alımına devam etmesidir.  Çin, bu altın rezervleri sayesinde SDR güçleriyle aynı masada oturma hakkı edinmiştir.  Buna karşın AB’nin on bin ton, ABD’nin sekiz bin ton ve IMF’nin yaklaşık üç bin ton altın rezervi bulunmaktadır. Oysa ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin yetkilileri toplum nezdinde altını küçümseyen konuşmalar yaparlar.  Bununla beraber gelişmiş ülkeler paralarına karşı güven kalmadığı döneme karşı altın stoklarını arttırmaktadırlar.

Son yıllarda gelişmiş ülkelerin tekrardan korumacı politikalara yöneldiklerini görüyoruz. Brexit, AB’nin Avrupa sınırlarını sıkı kontrol altına alma çabaları, Amerikan-Çin ticaret savaşları bu görüşü destekleyen işaretlerdir. Yine son yıllarda dünya ekonomisi resesyon sürecinde iken, koronavirüs salgını ülkelerin ve özellikle gelişmiş ülkelerin ekonomik ve politik krizlerini daha da derinleştirdi.  Tüm bu belirtiler neoliberalizmin ve dolara endeksli küresel finans sisteminin çöküşe başladığını bize göstermektedir. Uzmanların ve yapılan araştırmaların ortaya çıkardığı sonuç, gelişmiş ülke elitlerinin yeni bir alternatif arayışı içinde olduklarıdır. Çünkü kapitalizm,  kendi kendine işleyemez ve dışarıdan destek almadan kendini sürdüremez. kapitalizm her çöküşünde devletin koruması ve desteği sayesinde ayağa kalkmıştır. Elbette bunu yeni bir ekonomik ve politik alternatifle gerçekleştirmiştir. Gelişmiş ülkelerin elitleri,  gelecek küresel krizin, 2008 krizinden daha büyük olacağı ve neoliberalizmin böyle bir krizi taşıyamayacağı görüşündedirler. Tüm bu işaretler, neoliberalizmin alternatifinin büyük bir olasılıkla  neomerkantilizm olacağını göstermektedir.

6- Neomerkantilizm

Yukarıda görüldüğü gibi, Batı Avrupa, 1500-1800 arasında merkantilist sistemle yönetilmiştir.  Bu sistem sayesinde zenginleşmiş ve bu süreçte devlet ve ekonomi sistemini tartışmış, yorumlamış ve farklı düşünceler ortaya koymuştur. Böylece demokrasi, özgürlük, eşitlik, bireysel haklar gibi kavramlara dayalı değerler öne çıkmıştır. Siyaset ve ekonomi de bu değerlerden etkilenerek yeniden yorumlanmış ve biçimlenmiştir. İşte ekonomik liberalizm ve siyasi ya da liberal demokrasi fikri, bu gelişmelerin ürünüdür.   Önce İngiltere ve sonradan diğer gelişmiş ülkelerin katılımı ile XVIII.yüzyılın sonlarına doğru ekonomik liberalizm uygulanmıştır. Gelişmiş ülkelerin elitleri, genel olarak liberalizm/ serbest ticaret ve merkantilizm/korumacılık görüşlerine ideolojik olarak değil, kapitalist ekonominin çıkarları doğrultusunda yaklaşırlar. Serbest ticaret ile korumacılık, kapitalist ekonominin birer yüzünü temsil eden alternatif uygulamalardır. Elbette elitler arasında farklı görüşte olanlar  vardır. Korumacılıktan yana olanlar ekonomik milliyetçiler, serbest ticaretten yana olanlar ise liberaller olarak tanımlanırlar. Bununla birlikte ülke ve dünya düzleminde ortaya çıkan gelişmeleri farklı değerlendirseler de sonuçta, elitlerin çoğunluğu ortak bir görüşte birleşebilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, 1870-1914, 1944-1973, 1980- 2008 arası serbest ticaret, 1914-1944, arası korumacılık dönemleridir. 2008- sonrası dönem ise yeni korumacılık olarak ifade edilmektedir.  Yani neoliberalizm formu içinde tarife dışı engeller politikası uygulamasına geçilmiştir.  Serbest ticaret genişleme dönemleri, 1870-1914 döneminde İngiltere’nin,  1944-1970 döneminde ise ABD’nin önderliğinde gerçekleşmiştir. Hâlbuki İngiltere’nin XVIII. yüzyıl ve ABD’nin XIX. yüzyıl dış ticaret politikaları korumacılıktır. Günümüzde Çin’in dış ticaret politikası korumacılıktır. “1970lerden beri Amerika’ya karşı Çin, Japonya, Kore ve Tayvan tarafından koruyuculuk tedbirleri alınmaktadır.”[29] Demek ki, aynı dönemde bazı devletler liberal, bazıları ise merkantilist dış ticaret politikalarını uygulayabilirler.

2008 küresel finans krizi başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin ekonomilerini küçültmüştür. Bu da uluslararası ticaretin, üretimin ve istihdamın  azalmasına neden olmuştur.   Bu gelişmelerden ötürü, birçok ülke çıkarlarını korumak için, dış ticaret politikasında GATT (1948-1995)  ve devamı olan WTO gibi ülkelerin taraf olduğu liberal anlaşmalardan dolayı,  korumacılık politikaları değil,  ama yeni korumacılık ya da tarife dışı engeller politikaları uygulamaktadır. “Gümrük tarifesi (yani gümrüklerde uygulanan vergi sistemi) dışında, uluslararası mal ve hizmet akımlarının serbest ticaret koşulları çerçevesinde gerçekleşmesine engel olan her türlü araç ve politikaya tarife dışı engeller adı veriliyor.”[30]  Tarife dışı engellerin önde gelen araçları; anti damping,  kotalar, ithalatta ek vergi uygulaması, gönüllü ihracat kısıtlamaları,ve ithalatın zorlaştırılmasıdır.

Başta ABD olmak üzere birçok gelişmiş ülke yurt dışında bulunan sanayi kuruluşlarını yeniden kendi ülkelerine çekmek için birtakım politika, teşvik ve sübvansiyonlar uygulamaktadırlar.  Küresel finans krizinin ardından yurt dışına çıkan sanayi kuruluşlarını tekrar kendi ülkelerine getirmek için önlemler almaya başlamışlardır. İmalat, malzeme makineleri, iletişim, bilişim, yazılım gibi yüksek katma değeri yaratan işlere gerekli destek verilmektedir. Bu destek tarife dışı engelleri ve ülkelerin döviz kuru rezervlerini kendi çıkarları doğrultusunda devalüe etmeleri politikalarıyla verilmiştir. Bu politikaların hedefi ihracatı artırmak ve ithalatı azaltmak olup, bu da ticaret savaşlarından başka bir şey değildir.

İngiltere korumacı politikaları uygulayabilmek için, AB’den ayrılma kararı almıştı. Trump yönetimindeki ABD, artık tarife dışı engeller ve devalüasyon politikaları ile yetinmemekte gümrük tarifesi uygulamaktadır. Böylece ABD, ticaret savaşını başlatmış olmaktadır. Bu durumda ABD ihracatı ithalatı aşacaktır. Bu da dolar kıtlığını getirecektir. Ne var ki, ‘dünya ticareti dolara bağımlı olduğundan ortaya çıkan dolar kıtlığı küresel sermaye piyasalarını istikrarsızlaştırma ile tehdit etmektedir. Burada ikilem henüz üzerinde geniş mutabakat sağlanarak doların yerini alacak bir aracın ortaya çıkmamış olmasından kaynaklanmaktadır. SDR doların tacını elinden almak için hazır beklemektedir ancak kriz tarafından hızlandırılmadığı sürece bu uzun sürecek bir iştir.’[31]  Görülüyor ki kapitalizmin neoliberalizm formu, artık çöküş sürecine girmiştir. Bu çöküş süreci koronavirüs salgını nedeniyle  daha da derinleşmekte ve boyutlanmaktadır.  Bu çöküş sürecinde ekonomik, politik, sosyal ve her bakımdan en çok kaybedenleri işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen kesimler olacaktır. Bu, dünya çapında milyarlarca insanı ilgilendiren ve harekete geçiren bir durumdur. Devletler, geçmişte yaptığı gibi neoliberalizmi vahşi kapitalizm ilan edecek ve sosyal devleti hatırlatarak neomerkantilist sistemi gündeme taşıyacaktır.

Sonuç

“Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) yayınladığı Küresel Borç Monitörü Raporu’na göre tüm dünyada ve tüm sektörlerdeki borç miktarı 2019’da 10 trilyon dolardan fazla artarak 255 trilyon dolara yükseldi. Söz konusu borç miktarı, küresel gayrisafi hasılanın (GSH) yüzde 322’si ve 2008 Küresel Finansal Krizi’ndeki seviyeden 87 trilyon dolar daha fazla.”[32]  Görüldüğü gibi,  daha önce görülmemiş bir borçlanma durumu vardır. Koronavirüs salgının etkisiyle borçlanma ivmesi yükselerek devam etmektedir. Ne var ki bu borçlanma miktarlarını sürdürebilecek yeterli küresel ekonomik büyüme  hızı yoktur. 2008 küresel finans krizi sonrasında küresel ekonomi bir türlü hedeflenen ekonomik büyümeyi sağlayamadı ve hatta resesyon içindedir.  Onun için gelecekteki küresel krizi, FED ve diğer merkez bankaları para emisyon yoluyla çözemezler.   Çünkü emisyon, kendi kendini sürdürebilir ekonomik büyümeyi sağlayamıyor. Gelecek olan küresel finansal kriz; yüz milyonlarca işçiyi işinden edecek, milyonlarca işyeri kapanacak ve milyarlarca insan yoksullaşacak ve dünya bir süre kaos içinde yaşayacaktır. “Bundan sonraki finansal kriz 1998 ve 2008 krizlerinin sadece daha büyüğü olmayacaktır. Yeni kriz niteliksel olarak farklı olacaktır. Yani küresel bazda pek çok farklı varlık türünü içerecektir. Bu krizde 1970’lerden beri görünmeyen enflasyon, 1930’lardan beri görünmeyen toplu iflaslar ve 1914 yılından beri görülmeyen borsaların kapatılmaları söz konusu olacaktır ve paniği önlemek için devlet gücü devreye girecektir. Likidite Çin’in de büyük etkisiyle G20ler tarafından verilen emirle IMF tarafından sağlanacaktır.”[33]

Birbirileriyle rekabet hâlinde olan ülkeler,  çıkarları gereği Bretton Woods benzeri bir dünya para sistemi üzerinde anlaşabilirler. Bunun da SDR olunacağı düşünülmektedir. Bir diğer ortak çıkarları ise, dünya vergi sistemi üzerinde anlaşabilmeleridir. Böylece kurumsal vergi kaçakçılığını önleyebilirler. “Vergilerden kaçınma sonucu küresel holdingler vergi cennetlerinde 7 trilyon dolar nakit tutmaktadırlar. Bu miktar dostları kurumsal yönetimlerin başlarında olsa bile devlet yönetimindeki elitlerin göz ardı edemeyeceği bir meblağdır. 7 trilyon dolara uygulanacak yüzde yirmi beş bedel bile G7’ler için taze 1.75 trilyon dolar demektir. Bu para daha sonra devlet dış borçlarının ödenmesinde kullanılacaktır.”[34] Bununla beraber neomerkantilizm döneminde büyük bir olasılıkla günümüzün dünyasındaki siyasi sınırlara dair statükolar olmayacak ya da önemini yitirecektir. IMF, Dünya Bankası, WTO gibi kurumlar yeniden tanzim edilecekler.  AB, NATO, BRICS gibi kurumlar kendini sürdüremeyecektir.  Neomerkantilizm sisteminin küresel güçleri, kendi ihtiyaçlarına uygun uluslararası ve bölgesel kurumlarını yeniden oluşturacaktır. İşte günümüzün dünyasının hegemon gücü olan ABD, hegemonyasını sürdürebilmek için neomerkantilizme yönelmiştir. “ABD sınırları içerisinde gayet hukuk kurallarına riayet ederek oynadığı kapitalizm oyununu sınırları dışında hukuk tanımaz vahşi kapitalizme terk eder.” [35] ABD’nin amacı,  dünya kapitalizmini, kendinin ve müttefiklerinin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemektir.

21.yüzyıl neomerkantilizmi 1914-1944 döneminin merkantilizmi gibi ekonomi ve devlet milliyetçiği ideolojisini ön plana çıkaracaktır ve sahiplenecektir. Günümüzdeki devletin daha önceki döneme göre çok daha geniş ve güçlü olanaklara sahip olması ise gelecek olan neomerkantilizmi daha öncekinden hem farklı kılmakta hem de daha etkili yapmaktadır. Devlet yöneticilerinin sahip oldukları iletişim, ulaşım, yazılım ve bilgisayar, dijital takip, ileri veri merkezleri ve araştırma yöntemleri, silah teknolojisi vb. olanaklar, toplumu ve toplumsal olayları kontrol etme konusunda oldukça etkilidir. Sürekli gelişen bu olanaklar sayesinde neomerkantilist devlet, insan haklarını ve özgürlüklerini sınırlayacak ve sivil toplumu daha çok kontrol ve baskı altına alacaktır. Peki ama Batı demokrasisi, insan haklarının ve özgürlüklerinin sınırlanmasına izin verecek mi? Bu soruna daha yakından bakalım. Önce şunu belirtmeliyiz ki, Batı demokrasisi katılım demokrasisi, konsensüs demokrasisi değil; temsili demokrasidir. Dolayısıyla Batı dünyasının egemen demokrasi anlayışı demokratik elitizmdir. Batı dünyasında her düzeyde yaygınlaşan farklı demokrasi akımları oluşmakla birlikte, XX. yüzyılda ve günümüzde Batı dünyasının siyaset üretme,  yasa yapma ve uygulama ilişkisini belirleyen, demokratik elitizm anlayışıdır. Demokratik elitizm yerine çağdaş demokrasi, liberal demokrasi ve siyasi demokrasi kavramları da kullanılmaktadır. Batı demokrasisini diğer yönetimlerden ayıran en açık özellik,  bu demokraside elit kadroların birden çok siyasi partilerde örgütlenmeleri ve siyasal iktidar için serbestçe yarışma hakkına sahip olmalarıdır. Bu yarışma sayesinde partilerin vatandaşların çıkarlarını gözeten programlar oluşturduklarını iddia ederler. Böylece vatandaşlar; çıkarlarını gözetmediğini düşündüğü partiyi yani yönetici elit kadroyu, düzenli aralıklarla yapılan seçimler yoluyla değiştirebilirler. Ülkeyle ilgili siyasal üretim, yasa yapma/bozma ve uygulanması ve bu siyasetlere karşı alternatif programlar ortaya koyması, elit kadroların görevidir. Vatandaşların asıl siyasal görevi ise, kendilerine sunulan siyasal programlardan birini tercih etmektir. Zaten elitist yönetim; sürdürülebilir  bir ekonomik büyüme, yeni iş olanaklarının oluşturulması, işsizliğin azaltılması, maaş ve fiyatların kontrolü, sosyal güvenlik hakkı,  parasız öğrenim ve eğitim görme hakkı,  sağlık hakkı, konut hakkı gibi bazı olanaklar da sağlayacaktır. Demokratik elitist yönetim, yukarıda belirtilen olanaklar sayesinde sivil toplumu çok daha kolay denetleyecek ve manipüle edebilecektir.

Günümüzde 200’den fazla devlet var ve ulusal kimlik sorunu olmayan devlet sayısı, mevcut devletlerin yüzde 10’undan bile azdır.  Bu ezilen uluslar, birer modern toplum yani ulus-devlet olmayı talep etmekte ve bunun mücadelesini vermektedir. Ancak uluslararası sistem, dünyada oluşturdukları statükonun korunması gerekçesiyle siyasi sınırların değişmesine izin vermemektedir. Bu da ezen ulus-devletlerin ezilen uluslara karşı elini güçlendirmektedir.  Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde ve sonrasında birçok devlet, özellikle de despotik, totaliter devletler; asimilasyon, kitlesel kovulmalar, kıyımlar, soykırımlar gibi gayriinsanî ve kirli siyasetleri benimsemiş ve uygulamışlardır. Buna karşın ezilen uluslar, ulusal hakları için direnmiş ve mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Üstelik ulusal sorunlarını çözdüklerini varsayan Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya devletleri parçalanıp yerlerine birçok yeni ulus-devlet kurulmuştur.

Günümüzde küresel güçler, siyasal ve ekonomik krizlerini aşmak için, nüfuz alanlarını genişletme mücadelesi içindedirler. Başka bir deyişle dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmişlerdir.  Hegemonya ve paylaşım mücadelesi neomerkantilizm döneminde daha da sertleşecek ve yoğunlaşacaktır. Bu nedenledir ki, küresel güçlerin hegemonya mücadelesi ile ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi karşılıklı etkileşim içindedir. Ancak küresel güçlerin ezilen ulusların kurtuluş mücadelesine yaklaşımını belirleyen hegemonya mücadelesinin çıkarlarıdır. Buna karşın, ezilen ulusların kurtuluş hareketinin tarihsel görevi; dünya üzerindeki hegemonya mücadelesini, ulusal egemenliğin bir aracına dönüştürebilmektir. Çünkü küresel güçler; ulusal sorunu etnik-kültürel kimlik sorununa indirgeyerek, ezilen ulusların devletleşmelerinin önünü kesmek ve yerine bölge ya da federe yönetim ikame etmek gayretindedirler. Örneğin; 2003’te ABD ile Irak arasında olan savaşın sonucunda, Irak devleti yenilmiş ve devlet olmanın tüm özelliklerini yitirmiş ve Irak devletinin Kürdistan’ın güney parçası üzerindeki işgali tamamen ortadan kalkmıştı. Buna karşın Kürdistan ulusal güçleri, kendi coğrafyası üzerinde ulus-devletini kuracak bir siyasal örgütlemeye ve güce sahipti. Artık ismi olan, cismi olmayan Irak devletinin, Kürd ulusunun devletleşmesine mani olacak bir kudreti yoktu ve hâla da yoktur. Kürd ulusunun devletleşmesine ısrarlı bir biçimde karşı çıkan ve “federe yönetim ” çerçevesinde yeniden kurulan Irak devleti içinde kalmasına mecbur eden güç, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünyanın egemen güçleriydi.

Ezilen uluslar, neomerkantilizm döneminde bir yandan bugüne nazaran daha fazla bağımsızlık kazanma olasılığına sahip olacakken; bir yandan da bu süreçte daha fazla soykırım riskiyle karşı karşıya kalacaklardır. Her ezilen ulusun olduğu gibi Kürd ulusunun da kurtuluş mücadelesinin başarısının yolu; ulusal-demokratik siyaset üzerinde örgütlülüğünü ve birliğini örebilmesinden geçer. Bunu başarabilmek için de; ezilen ulusların, ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyaseti arasında siyasal, ideolojik ve örgütsel ayrım çizgilerini çekebilmeleri gerekir. Çünkü ulusal-azınlık siyaseti; ulusal sorunu, etnik-kültürel kimlik soruna indirgemeyi hedefleyen bir siyasettir. Onun içindir ki, ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi sürecinde en tehlikeli ve hain düşman ulusal-azınlık siyasetidir. Kürdistan özgülünde birçok olayda olduğu gibi, Kerkük ve Şengal olaylarında da YNK ve PKK’nin düşman güçleriyle işbirliği yapmaları bilinçsizliklerinden ya da konjonktürel bir etkilenmeden kaynaklanmamıştır.  Tam tersine YNK ve PKK, izledikleri ulusal-azınlık siyasetinin gereği olarak üstlerine düşeni yapmışlardır.

                                                                                                                                 AMED/28.5.2020

[1] Selik, M. İktisadi Doktrinler Tarihi, Gerçek Y. 1974, İstanbul, s. 105

[2] Selik, A.g.e., s. 116-119.

[3] Sartori, G. Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, Çevirenler: Karamustafaoğlu, Mehmet Turhan, Sentez Y, Bursa, 2014, s.454

[4] Sartori, age, s.451

[5] Sartori, age, s.417

[6] Akın İlhan, Kamu Hukuku, Üçdal Y. İstanbul, s.341

[7] Berktay, Fatmagül, Liberalim, Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 200 s.89

[8] Fatmagül, age, s. 75

[9] Heywood, Heywood, A. Siyaset, Çev. Bekir Berat Özipek, Bircan Şahin, Zeynep Kopuzlu, Bahattin Seçilmişoğlu, Atilla Yayla, Liberte Anakara, 2013, s. 75c.

[10] Pierson, C. Modern Devlet, Çev. Neşet Kutluğ, Burcu Erdoğan, Chiviyazıları Y. İstanbul, 2008, s. 79.

[11] Pierson, A.g.e., s. 80

[12] Akın, age, s. 344.

[13] Uygun, A.g.e., s. 496-497, Ayfer Göze, age, s. 235-253.

[14]Wallerstein, Immanuel, Liberalizmden Sonra, Çev. Erol Öz, Metis Y. İstanbul, 20009,s. 155.

[15]Göze, age, 288.

[16]Göze, A.g.e., s. 282-310, Oktay Uygun, A.g.e., s. 306-310.

[17]ABD’de 1961-65 döneminde yüzde 14,1 seviyesinde olan vergi öncesi kâr oranı, 1966-70 döneminde yüzde 12,9  ve 1970 yılında yüzde 9,1 seviyesine gerilemiştir. Benzer bir durum İngiltere’de yaşanmıştır. Bu ülkenin vergi öncesi kâr oranı, 1960-64 döneminde yüzde 13,0 seviyesinde iken 1965-69 döneminde yüzde 11,7  ve 1970 yılında yüzde 9.7 seviyesine düşmüştür ( Kara, Uğur, Sosyal Devletin Yükselişi ve Düşüşü, Adana: Karahan Kitabevi. 2015: 99-100).

[18]A. Göze, Sosyal Devlet, Beta Y. İstanbul 2013, s. 14-2. Oktay Uygun, Devlet Teorisi, XII Levha Y. İstanbul, 2014, 305-306. George Sabine, Çev. Özer Ozankaya, Yakınçağ Siyasal Düşünceler Tarihi, Cem y.  Ankara, 2o13, s. 92-102.

[19]  Rıckards James, Çöküşe Giden Yol, Çev. Mert Akcanbaş, Destek Y. 2018, İstanbul,  s. . 60-61

[20] Eğilmez, Mahfi,  Kendime Yazılar, Ekonomi Sözlüğü Eylül, 2013

[21]  Rıckards, age,  s.66

[22] Rıckards, age, s. 88-89

[23]  Rıckards, age, s..69

[24]  Rıckards, age, s. 71

[25]  Rıckards, age, s 72

[26] Rıckards, age, s. 98

[27] Rıckards, age, s. 98

[28] Rıckards, age, s 99-100

[29] Rıckards, age, s. 277

[30] Mahfi Eğilmez, Kendime Yazılar

[31] Rıckards, age, s.256

[32]Independent Türkçe, 8 Nisan 2020

[33] Rıckards, age,s.335

[34]   Rıckards, age,s. 107

[35] Akıl Piyonları, M.T. Cinius Y. 2020, İstanbul, s. 129