m-e-aslan-kiziltepeBu metinin içeriği, ulusal kurtuluş hareketinin perspektifiyle sınırlıdır. Ulusal kurtuluş hareketinin içeriği de, ulus-devlet hedefinden dolayı, ulusal- demokratik devrim alanına ya da çerçevesine girer. Her ulusal hareket gibi, Kürd ulusal hareketinin de hedefi ulus-devlettir. Onun için ulus-devlet ya da modern devlet hakkında kısa bir açıklama yapmakta fayda vardır.

A-Modern Devlet

Modern devletin daha iyi anlaşılması için modern ve modern kavramın türevleri olan modernlik, modernizm kavramlarını kısaca izah etmek gerekir.

Modern bir sıfat oluşundan ötürü, ancak nitelediği şeyle bir anlam kazanabilmektedir.

Modern, tam şimdi, son zamanlar, çağ anlamına gelen Latince “modo” kökeninden üretilen modernus’tan gelmektedir.

Modern kavramı, içinde bulunulan dönemi çağrıştırmakla birlikte, eski bir toplum modelinden kopuşu ve belirli özeliklere sahip tarihsel bir süreci ifade etmektedir. Modern dünya, ilke olarak, eski dünyaya olan karşıtlığı ifade etmektedir. Örneğin Ortaçağ Roma Kilise’si de modern kavramını kullanmıştır ve hatta denilebilir ki, modernlik Hıristiyan Ortaçağı’nın bir icadı olup eski dünyanın karşıtlığını ifade eder. Modern dünya Hıristiyan, eski dünya ise pagandı. Eski dünya karanlığı, kötülüğü ve cehaleti temsil ederken, modern dünya, Tanrının oğlu İsa Mesih biçiminde insanlar arasında ortaya çıkmasıyla aydınlığı, iyiliği temsil etmektedir.

Modern kavramından modernlik ve modernizm terimleri üretilmiştir. Modernlik ve modernizm kavramların yerine çağcıl, çağcılık terimleri kullanılabilir. Bazı düşünürler,  modernlik ve modernizm kavramlarına aynı, bazıları ise farklı anlamlar yüklemiştir.

Krishan Kumar, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları adlı kitabında şunu söyler.

Modernlik ve Modernizm kimileyin birbirinin yerine kullanılabilen, kimileyin farklı anlamlar verilen iki terimdir. Ben ikinci yolu izleyeceğim. Modernlik terimini modern dünyayı doğuran değişimlerin hepsini-düşünsel-toplumsal ve politik değişimler-kapsamlı bir şekilde tarif etmek üzere kullanıyorum. Modernizm ondokuzuncu yüzyılın sonunda batıda ortaya çıkan kültürel harekettir. (…) Bu ayrı anlamlarıyla bile bu iki terim birbiriyle kesinlikle bağlantılıdır ve bunların ayrı tutulması konusunda tamamen tutarlı olmak her zaman mümkün değildir. Bunun nedeni kısmen, bu terimlerin anlamları konusunda genel bir uzlaşının olmayışıdır. Ama yine de bu ayrımı muhafaza etmeye çalışmak yararlı olabilecek gibi görünüyor.”[1]

Ben ise,  modernlik ve modernizm terimlerini birbirinin yerine kullanacağım.

1-Modern Devletin Doğuşu

Modern devlet, feodal düzenden kopuşu ifade etmektedir. Modern devlet, feodal düzenin siyasi, ekonomik, kültürel ve coğrafi parçalanmışlığını merkezileştirmekle tarih sahnesine çıkmıştır. Modern öncesindeki her tür devlet yapılanmasında, siyasi iktidar iki merkezlidir. Çünkü yasa yapma yetkisi yani egemenlik, toplum ötesi aşkın (tabiatüstü) bir güce ya da tanrısal iradeye aittir. Hükümdar sadece yasayı uygular. Siyasi iktidar, kral ile Papa (dinsel kurum) arasında ayrışmış olup, iki merkezliydi. Bu nedenle modern öncesinin devleti, egemen devlet değildir.

Modern devlet ise, yasa yapma ve uygulama yetkisini kendinde toplamış ve tek merkezlidir.

Modern devlet, egemen devlettir. En üstün iktidar anlamına gelen egemenlik, yasa yapma ve bozma yetkisidir.

 Modern devletle egemenlik kavramı aynı tarihlerde doğmuştur. Egemenlik, modern-devletin özü olup, siyasal ve hukuksal yetkilerinin kaynağıdır. Modern devletin asli unsuru olan egemenlik kavramının doğuşu ve gelişim sürecinin anlaşılması, aynı zamanda modern devletin doğum ve gelişim sürecinin de anlaşılmasıdır. Bunun içindir ki egemenlik kavramının ortaya çıkışı ve gelişimini kısaca belirtmemiz gerekir.

XVI. yüzyılda, Batı Avrupa’nın bazı ülkelerinde mutlakiyetçi monarşi, feodal düzenin coğrafi, siyasi parçalanmışlığını sonlandırıp, siyasi iktidarı tek elde toplamıştır. Siyasal düşüncede yapılması gereken ise ortaya çıkan siyasal merkeze bir meşruiyet kaynağını sağlamaktır. İşte Jean Bodin (1530-1596), egemenlik kavramını siyasal düşünceye kazandırarak bu eksikliği gidermiştir. Bodin 1576’da yayımladığı Devlete Dair Altı Kitap adlı eserde egemenlik kavramını; mutlak, sürekli ve bölünmez otorite olarak tanımladı. Bu mutlaklık yalnızca devlet hakları alanındaydı ve bireyin özel haklarına tecavüz edemezdi. Bununla birlikte Bodin’de egemenlik, tam anlamıyla tanrısalsallıktan soyutlanamadığından ötürü, meşruiyeti eksik kalmıştır. Bunun için egemenliğin, tam anlamıyla tanrısallıktan kurtarılıp rasyonelleştirilmesi (akılcılaştırılması) gerekmekteydi.

İşte Thomas Hobbes (1588-1679), toplum sözleşmesi kuramı ile egemenlik ilkesini toplumla ilişkilendirerek bu eksikliği tamamlamıştır. Hobbes’un toplum sözleşmesi kuramına göre, devlet, rasyonel (ussal, akli) davranan bireylerin ürünüdür. Bireyler, çıkarlarının gereği olarak yani rasyonel hesap ile kendi aralarında sözleşme yaparak ve bu sözleşme yoluyla devleti kurarlar ve temsilcileri olarak yetkilendirirler. Bireyler yurttaş sıfatıyla devletin içinde yer alırlar ve kendilerini devletle özdeşleştirirler. Devlet, egemenlik yetkisini toplum sözleşmesi aracılığıyla halktan almıştır. Halk, kendi rızası ile tüm iradesini, temsilcisi olarak yetkilendirdikleri devlete teslim etmiştir. Artık halk egemenliğe sahip değil ve kullanma yetkisini de tamamen devlete devretmiştir. Hobbes yasa/uygulama yetkisini tek merkezde toplar ve bu tek siyasi merkezin meşruiyetini ve kaynağını da halkın rızasından üretir. Artık bu siyasi yapılanma modern devlettir.

Hobbes’un Leviathan (1651) adlı kitabında tasvir ettiği toplum sözleşmesi kuramının getirdiği yenilik, devleti laikleştirmedir. Hobbes, ilk olarak yasa yapma ve yok etme yetkisini yani egemenliğin kaynağını tanrısal iradeden kopartıp ve halka dayandırmıştır. Bundandır ki Hobbes laik modern devletin ilk kuramcısıdır. Zaten birçok siyaset felsefecisi de Hobbes’u modern devletin ilk kuramcısı olarak tanımlar. Örneğin: Pıerson da, “modern devletin ilk kuramcısı olarak tanımlanan Thomas Hobbes” olduğunu söyler.[2]

Batı Avrupa’da gelişen ekonomik/politiğin yanı sıra dünyayı sömürgeleştirmelerinin yaygınlaşması yoluyla, mutlakiyetçi monarşilerde, siyasal, toplumsal ve ekonomik alanda büyük değişimler olur. Bu değişimlerle birlikte, güçlenen burjuva sınıfının özgürlük talepleri de artar. Burjuva sınıfı, siyasi iktidarın tüm yetkisini yalnızca kralın elinde toplayan mutlakiyetçi monarşiyi eleştirmeye başlarlar. Spinoza, Locke, Montesquieu ve Aydınlanma düşünürleri, mutlakiyetçi rejimi eleştireceklerdir.

Ancak eleştiricilerin hedefi, monarşiyi tasfiye etmek değildir. Hedefleri, mutlakiyetçi monarşi yerine meşruti monarşiyi getirmektir. Burjuva sınıfı, Hobbes’ta meşruluğun kaynağı olan, fakat iktidara ortak olmayan halkın iktidara ortak olmasını istemektedir. Aslında burjuva sınıfı, halk adına iktidarın bir ortağı olarak yasa yapma yetkisini talep etmektedir. Böylece bazı mekanizmalar aracılığıyla kralın yetkisinin sınırlandırılması ve denetim altına alınması istenmektedir.

Ancak tüm bu düşünürlerin ürettiği siyasi tezler, meşruti monarşinin çerçevesi içinde kalmaktadır. Örneğin İngiltere, 1680 Muhteşem Devrimi ile meşruti monarşiyi kuracaktır. Bu monarşi halen kendini sürdürmektedir

Teorik düzeyde kral-devlet çerçevesi dışına çıkan ve kral-devlet yerine ulus-devleti yerleştiren düşünür, Jean Jacques Rousseau (1712-1778) dur. Rousseau, 1762’de yayımladığı Toplum Sözleşmesi adlı eserde siyasal düşünceye,  genel irade ya da ulus iradesi kavramını hediye etmiştir. Artık yasayı yapan ve yok eden genel iradedir, yani ulusun iradesidir. Genel irade ortak amacı ve çıkarı temsil eder. Genel iradenin oluşturduğu tek bir hukuk sistemiyle üyelerini yurttaşlara dönüştürerek, homojen bir hukuksal-siyasal yapıyı yani devleti yaratır. Rousseau, bireyleri yurttaş statüsüyle kamu ya da devlet alanında eşit duruma getirir.

Rousseau’nun bireyi, iki kimliği aynı anda taşır. Biri uyruk kimliği, diğeri yurttaş kimliğidir.

Bireyler, yurttaş kimliği ile toplumun ortak amacı ve çıkarı için yasalar yapar. Bireyler, uyruk kimliği ile yasalara itaat eder. Böylece bireyin yasaya itaat etmesi, kendine itaat etmesidir. Yani bireyin uyruk kimliği, yurttaş kimliğine itaat etmesidir. Dolayısıyla yurttaşların devlete itaat etmesi rızaya dayalıdır. Bundandır ki Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramındaki modern ya da ulus-devleti, tarihin bugüne kadar tanıdığı en meşru ve güçlü devlettir.

Emmanuel-Joseph Sieyés (1748-1836) de, 1779’da

Sieyés de Üçüncü Sınıf Nedir? Adlı eserde siyasal temsil kuramını siyaset felsefesine kazandırmak suretiyle, ulus-devleti daha da güçlendirmiştir. Artık yasa yapma ve bozma işlevini üstlenen kişiler, ulusun temsilcisi sıfatına sahiptirler. Devletin, ulusun temsil organı olan meclis aracılığıyla yasa yapma yetkisine sahip olması, meşruiyetini daha da güçlendirir ve tartışılmaz bir konuma getirir. Egemenlik yetkisi ulusa ait olmakla birlikte, temsil organı da egemenliği kullanma yetkisine sahiptir. Böylece siyasi iktidar, ulus adına yasa/uygulama işlevinin üstlendiğinin iddiasından hareketle, meşruluğunu güvence altına almış ve mutlak bir güçle donanmış olur.

Görüldüğü gibi, Hobbes’a göre, egemenlik devlet alanına aittir, ya da egemenliğin sahibi devlettir.

Rousseau ise,  egemenliği devlet alanından çıkartıp,  halkın ya da ulusun alanına yerleştirmiştir.

Sieyés de siyasal temsil kuramı ile Hobbes ve Rousseau’nun tezlerini bir senteze ulaştırmıştır. Şöyle ki; egemenliğin kaynağı ulus iradesine, kullanma yetkisinin de ulusun temsil organına aittir. Böylece egemenlik, ulus-devlet ikileminin otoritesine dönüşür.

Ulus-devlet, Rousseau ve Sieyés’ın teorisinin doğrultusunda belirginleşir ve Fransız Devrimi ile uygulamaya geçer. Devrim döneminde açıklığa kavuştuğu gibi, ulus-devlet; insan haklarının, hukuksal eşitliğin, demokrasinin gelişmesine ve yerleşmesine imkân sağladığı gibi, despotik, totaliter iktidarların kurulmasına da uygun bir temel sağlar. Bu çelişkili durumun nedeni de iki temel toplumsal sınıf olarak burjuva ve işçi sınıfının ve diğer farklı kesimlerin taleplerini ve mücadelelerini ulus-devlet çerçevesi içinde gerçekleştirebileceklerine inanmaları ve buna yönelmeleridir. İşte tüm bu farklı kesimlerin taleplerinin ulus-devlet içinde karşılanacağına yönelik beklentilerinden dolayı ulus-devlet,  yüzyıllar süresince Batı dünyasının ve ardından da dünyanın egemen siyasal birimine dönüşür.

Sonuç olarak, modern devlet ulus-devletle eş zamanlıdır. Modern öncesi devletlerde egemenliğin kaynağını tanrısal iradeden ve meşruiyetini de dinsel anlayıştan almaktadır. Modern devlet ise,  egemenliğin ve meşruiyetinin kaynağını halktan alır. İşte modern devlet ile ulus-devletin eş zamanlı oluşunun nedeni de egemenliğin kaynağının halk olarak kabul edilmesinden gelir. Çünkü egemen olan halk, bir ulus kimliği çerçevesinde ortaya çıkmaktadır.

2-Modern dünyanın egemen siyasi sistemi, ulus-devlet sistemidir.

İlk olarak Batı Avrupa’da ulus-devlet ve kapitalist üretim biçimi ortaya çıkar ve ulus-devlet gücünün sayesinde tüm dünyayı sömürge ve yarı sömürge durumuna getirmişlerdir. Böylelikle dünyaya, sömürge devlet formunu ve kapitalizmi taşımıştır. Sonradan bu sömürge devletler, birer ulus-devlete dönüşeceklerdir. Böylece ulus-devlet ve kapitalizm dünyanın egemen siyasi ve ekonomik sistemine dönüşmüştür. Modern dünyanın zihinsel ve kurumsal yapısı; kapitalizm ve ulus-devlet sistemin kesişmesi doğrultusunda biçimlenmiştir. Bundandır ki, dünyanın egemen üretim biçimi kapitalizm ve egemen siyasal yapılanması da ulus-devlet sistemidir.  Modern dünyada siyasal toplum formu, ulus-devletlerdir. Ulus-devlet formu, artık dünyanın tek bir siyasi toplum sistemine dönüşmüştür.

Giddens bu durumu şöyle tanımlar: “Modern toplumlar, bir ulus-devlet sistemi içerisinde var olan ulus-devletlerdir.”[3]

Modern dünyada ulus-devlet biçiminden daha farklı bir siyasi toplum biçimine imkân tanınmamakta ve izin verilmemektedir. Smith bu durumu şöyle açıklıyor:

“Modern dünyada tek bir siyasi toplum türü tanınmakta ve onun varlığına izin verilmektedir. Bu “ulus devlet” dediğimiz türdür. Onları tanımak son derece kolaydır. Ulus devletlerin, sınırları, başkentleri, ulusal marşları, pasaportları, paraları, askeri geçit törenleri, ulusal müzeleri, büyükelçilikleri ve genellikle de Birleşmiş Milletler’de bir sandalyeleri vardır. Bu devletlerin aynı zamanda ulus devletin sınırları içinde tek hükümeti, tek bir eğitim düzeni, tek bir ekonomisi ve çalışma düzeni ile tüm yurttaşları için geçerli tek bir hukuksal haklar sistemi vardır.”[4]

Küreselleşme denilen şey de, modernliğin yani kapitalizmin ve ulus-devletin dünya çapında yaygınlaşmasıdır. İçinde yaşadığımız XXI. yüzyılda özellikle Asya ve Afrika kıtalarının toplumları, kendi modernliklerini yaşamaktadırlar. Modernlik; eşitsiz ve bileşik gelişim süreci olarak küreselleşmektedir. Modernlik; dünyanın yeniden paylaşım sürecinde hem zihinsel ve hem kurumsal olarak daha hızlı ve radikal bir biçimde küreselleşmektedir. Bu da birçok ulus-devletin siyasi kriz içine girmesine neden olmaktadır.

Çünkü aynı kültürü paylaşan ve homojen bir etnik topluma dayalı ulus- devlet sayısı, mevcut devletlerin yüzde 10’undan bile azdır. Ancak 1960’ların başına kadar gelişmiş ülkelerin rasyonel zihniyetine ve sosyal bilim dünyasına göre, her devlet bir ulusu temsil etiği varsayımından hareketle, ulusal ve dinsel kimliklerin, süreç içinde ulus-devlet kimliği içinde eriyeceğini varsaymaktaydı.

Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde ve sonrasında birçok devlet ve özellikle totaliter devletler, coğrafyasında asimilasyon, kitlesel kovulmalar, kıyımlar, soykırımlar gibi gayriinsanî ve kirli siyasetler benimsenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir.

Buna karşın ezilen uluslar, ulusal hakları için direnmiş ve mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Üstelik ulusal sorununu çözdüklerini varsayan Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya devletleri parçalanıp yerlerine 24 tane yeni devlet kurulmuştur.

 Bu gelişmelerden dolayı Batı dünyasının siyaset zihniyetinde ve sosyal bilimin dünyasında,  ezilenlerin devletleşme, eşitlik, özgürlük, demokratik haklara yönelik mücadelesini meşru görmeye başlamışlardır. Bu zihniyet değişiminin gereği olarak Avrupa topraklarındaki Bask, İrlanda, Hırvat, Katalan, Arnavut vb, milliyetçiliklerini meşru olarak kabullenmeye ve kimlik sorununun çözümüne yönelik arayışlara başladılar.

Batı dünyası, Avrupa coğrafyasındaki kadar olmasa da, diğer ezilen ulusların, etnik ve dinsel toplumların kimlik siyasetlerine daha esnek yaklaşmaktadır. Ancak küresel güçlerin ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesine yaklaşımını belirleyen hegemonya mücadelesinin çıkarlarıdır.  Bundandır ki, ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesi ile hegemonya mücadelesi karşılıklı etkileşim içindedir.

Ezilen-ulus kurtuluş hareketinin tarihsel görevi; dünya üzerindeki hegemonya mücadelesini, ulusunun devletleşmesinin bir aracına dönüştürmektir.

B-Kürd ulusal sorunu,  bağımsız birleşik Kurdistan’dır

1- Kürd ulusu, uluslararası bir ezilen-ulustur.

Ulus; siyasallaşmış ya da egemen veya devletleşmiş bir toplumdur. Peki, Kürd toplumu egemen olmadığına göre, bir ulus mudur? Sorusu sorulabilir. Belli bir toprak parçasında yaşayan bir toplum, ortak hak ve görev anlayışı üzerinde devletleşme hedefi doğrultusunda, iradesini ve tercihini ortaya koyarsa, ulustur. Kürd toplumu, devletleşmek için defalarca iradesini ve tercihini ortaya koymuş ve bu tutumunu kararlı bir biçimde sürdürmüştür, sürdürmektedir.

Kürd ulusal hareketinin tarihinde,  ulusal nitelikte birçok girişimi olmuştur. Bu hususta birkaç örnek vermekte fayda vardır. Şêx Abdulselam Barzani ve yoldaşları tarafından 1907’de oluşturulan ve uygulamaya geçirilen program; 1920’de Komünist Enternasyonal’in II. Kongresinin sömürgeler için alınan Sovyet kararının içini dolduracak niteliktedir. Ali Şêr ve yoldaşlarının önderliğinde kurulan ve 1917 sonu ile 1918 başlarında yaşayan Erzincan Şurası, Mîr Mahmut Berzencî ve yoldaşlarının önderliğinde 22 Mayıs 1919’da bağımsız Kurdistan krallığı ve Qazî Muhammed ve yoldaşlarının öndeliğinde Kurdistan Cumhuriyeti kurulmuştur.

Bunlardan dolayı Kürd toplumu bir ulustur. Ancak uluslararası ezilen bir ulustur. Kürd ulusu;  siyasal, hukuksal, askeri, ekonomik, kültürel ve her yönden ezen ulus-devletlerin mutlak egemenliğindedir. Bugünün koşullarında Kurdistan güneyi, federe devlet statüsünde kısmi bir özerkliği ele geçirmiştir Bununla birlikte Kürd ulusu, dört parçada da ulusal hakları için, mücadelesini sürdürmektedir.

Kürd ulusu, dünyanın modern toplumların içinde bir modern toplum kimliğine kavuşması için, birliğini sağlaması gerekir. Kürd ulusunun birliğinin sağlamasının yolu da, Kurdistan’ın bağımsızlığı ve Kürd ulusunun devletleşmesinden geçer. Dört Kurdistan ve dört Kürd ulusu yoktur, bir Kurdistan ve bir Kürd ulusu vardır. Kürd ulusunun devletleşmesinin kılavuzu da,  ulusal-demokratik siyaset yani ulusalcılıktır.

2- Ulusalcılık, ezilen-ulusun devletleşme siyaseti ve ideolojisidir.

Batı Avrupa’da ulusalcılık ya da milliyetçilik, yıkılmaya, erimeye doğru yüz tutmuş feodal toplumun dilini, deyişini, değerlerini kullanarak ulus-devlete dönüştürmenin siyaseti ve ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkmıştır.

Ezilen-ulusların kurtuluş hareketlerinin ulusalcılığı ise, ezen ulus-devletine karşı kendi toplumunun dilini, deyişini, değerlerini harekete geçirerek, köleliğe karşı başkaldırının ve ulus-devletini kurmanın siyaseti ve ideolojisidir. Ulus-devlet hedefinden dolayı, ezilen-ulus ulusalcılığı, hem modern sürecin ürünüdür ve hem de geliştirenidir. Netice itibariyle dünyanın modern toplumlarından biri olmanın yolu, ulus-devlet olmaktan geçer. Onun için ezilen-ulusun ulusalcılığı meşrudur, ilericiliktir ve devrimciliktir. Buna karşın ezen-ulus ulusalcılığı, asimilasyonun, zorbalığın, soykırımın, vb. siyaseti ve ideolojisi oluşundan dolayı gericiliktir. Örneğin, Nazizm, Kemalizm, Baasizm ve İŞİD. 

3- Kürd ulusal hareketinin acil görevi, ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyaset arasında ayrım çizgilerini çekmektir.

Ezilen-ulusların devletleşmesi, ancak iki koşulun çakışmasıyla mümkündür. Birincisi, ulusal siyasal öznedir. Ulusal siyasal özne; ezilen- ulusun devletleşme hedefine olan sadakati ve aidiyeti; bölgesel, örgütsel, sınıfsal, dini gibi her türlü bağlılığının, çıkarlarının ve değerlerinin üstünde ve ötesinde olduğunun ifadesidir. Çünkü ulus-devlete, egemenliğin kaynağı, sahibi ve taşıyıcısı ulustur.

İkincisi de tarihsel andaki uluslararası güç dengesidir. Bu da genel olarak dünyanın paylaşım mücadele süreçlerinde oluşan bir koşuldur.

Birinci koşul; ezilen-ulusun milliyetçilerinin devrimcilerinin, komünistlerinin ulusal siyasal bilinçle, ulusal siyasal öznesini oluşturmasıyla gerçekleşir. İkinci koşul ise genellikle paylaşım mücadele süreçlerinde oluşur.

Yaşadığımız süreçte tam da bu olmaktadır. İçinden geçtiğimiz süreçte, dünya ekonomik kriz ile siyasi krizi birlikte yaşamaktadır. Dünyanın hegemonik güçleri olan gelişmiş ülkeler; ekonomik ve siyasi krizlerini çözme arayışı içindedirler. Bu arayıştan hareketle gelişmiş ülkeler, nüfuz alanlarını genişletme mücadelesine girmişlerdir. Nüfuz alanlarını genişletme hedefinden ötürü, gelişmiş ülkelerin kendi aralarında ticari gruplaşmaların oluşturmasına ve dünyanın yeniden paylaşılmasının mücadelesine girişmişlerdir. Bu paylaşım mücadelesinin kızıştığı alan Ortadoğu ve dolayısıyla Kurdistan coğrafyasıdır.

  1. Paylaşım mücadelesinden dolayı uluslararası güç dengesi, istikrarsız ve belirsiz bir duruma dönüşmüştür. Bu da, uluslararası ilişkiler bakımından, bağımsız birleşik Kurdistan’ın kurulmasının olanaklarını yaratmıştır.

Ancak Kurdistan siyasi akımları,  henüz Kurdistani siyasetin öznesine dönüşememiştir

Şimdi asıl sorun, Kurdistani siyasetin öznel öğesinin oluşturulmasıdır. Kurdistani siyasetin öznel öğesinin oluşmasının yolu da, ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyaseti arasındaki ayrım çizgilerinin çekilmesinden geçer. Yani ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyasetin arasındaki farkın açık ve net bir biçimde belirginleştirilmesi ve Kurdistanlılara taşınması gerekir. Onun için Kurdistan’daki ulusal-azınlık siyasetin bazı özelliklerinin belirtilmesinde fayda vardır:

* Ulusal-azınlık siyaseti, ulusal sorunu, bir egemenlik sorunu olarak değil, kültürel ve demokratik bir sorun olarak ele alır ve ezen-ulus devletin demokratikleşmesi mücadelesine bağımlı kılar. Onun için diğer parçadaki Kurdistanlılar ile değil, ezen-ulus ile birlikte yaşamanın siyasetini halka taşır. Örneğin,  Hewlêr ile değil, Ankara ile yaşamak gibi. Böylece ulusal-azınlık siyasetinin teorik-pratik faaliyeti, Kürd toplumunu kendi kimliğiyle değil, ezen ulus kimliğiyle bir modern topluma dönüşmesine yöneliktir. Yani Kurdistan kuzeyindeki Kürd toplumu, Türk ulusunun bir alt birimi olarak ve Türk ulus kimliğiyle modern dünyada yerini almasının siyasetini üretmektedir. Diğer parçalar için de aynı anlayış geçerlidir.

* Ulusal-azınlık siyaseti, Kürd ulusal hareketini bir kurtuluş hareketinden ziyade bir özgürlük hareketi olarak tanımlar. Hâlbuki Kürd ulusal hareketi, bir özgürlük hareketi olmaktan ziyade bir ulusal kurtuluş hareketidir. Elbette ezilen ulusun kurtuluş mücadelesi devletleşme hedefiyle birlikte eşitlik, özgürlük ve demokratik hakların genişletme mücadelesini de içerir. Ayrıca eşitlik, özgürlük ve demokratik haklar ezilen-ulus statüsünde değil, ulus-devlet statüsünde uygulamaya geçirebilir.

* Kendini özgürlük hareketi olarak tanımlayan akımlar, siyasi kimliğini devrimci-demokrat, liberal-demokrat olarak tanımlarlar. Oysa ezilen-ulusun siyasi akımlarının kimliği, devrimci demokrat ya da liberal-demokrat değil,  ulusal-demokrat, ulusal-devrimci olur. Kurdistan’da liberal-demokrat ya da devrimci- demokrat olarak kendini tanımlayan siyasi akımlar, ezen-ulus siyasi akımlarının izdüşümüdür.

* Ulusal-azınlık siyaseti, örgütünü öncü ve örgüt liderini de bir kılavuz ya da rêber olarak takdim eder. Liderini kılavuz olarak takdim etmek, lideri kutsamak olur ki, bu tutum, modern toplumlarda geçer akçe değil, ancak eşitsizliğin vazgeçilmez bir esas olduğu geleneksel toplumlar için geçerlidir. Örgüt lideri fedakâr, yetenekli, bilgili, uzak görüşlü gibi becerileri ile liderlik sıfatına laik olabilir. Ancak lider, siyasetin kılavuzu olamaz. Devletleşmeyi hedefleyen bir siyasetin kılavuzu; tanımlanan amaç ve bu amaca yürüyen temel ilkeler ile mücadele yöntemidir

* Ulusal-azınlık siyasetinin en önemli sloganlarından biri, halkların kardeşliği genel sloganından hareketle Kürdlerin; Türkler, Farslar ve Araplarla kardeş olduğudur. Bu anlayışa göre ezilen-ulus statüsünde olan Kürd ulusu ile ezen-ulus statüsünde olan Türk, Arap ve Fars ulusları kardeştir. Bu anlayış, Kürd toplumunu bir ulustan ziyade ezen-ulus devletlerin azınlıklarından biri görmektedir. Aynı şekilde Kurdistan bir ülke olmaktan ziyade ezen-ulus ülkelerinin coğrafyasının bir bölgesi olarak idrak etmekteler. Zaten ulusal-azınlık siyaseti Kurdistani bir siyaset değil, ezen-ulus devletleri olarak Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin siyasetidir.

Oysa ezen-ulus ile ezilen-ulus kardeş değildirler. Biri egemen ve ezen, diğeri ezilen yani esaret altında olan toplumdur. Egemen toplum olan ile egemen olmayan toplum ya da ezen-ulus ile ezilen-ulus arasındaki ilişki, eşitlik değil, ezen/ezilen ilişkisidir. Kürd ulusu ile Türk, Arap, Fars ulusu arasındaki ilişki, eşitsizlik temeli üzerinde kurulmuş olup, dolayısıyla kardeş de değildirler. Ancak bağımsız birleşik Kurdistan’ın eşit, özgür vatandaşları için, halkların kardeşliği genel sloganın bir anlamı olur.

* Ulusal-demokratik siyaseti, bağımsız Kurdistan hedefi doğrultusunda siyasi akımlarının propaganda ve ajitasyonda serbestlik ve eylemde birlik zemininde ortak faaliyetlerinin örgütlenmesinin kararlı savunucusudur. Ortak faaliyetlerin örgütlenebilmesi de dört şartın ortak kabulüne bağlıdır.

1- Kurdistan halkının bağımsız birleşik Kurdistan mücadelesine katılması için siyasi faaliyet yürütmeleri.

2- Kurdistan’daki diğer ulusal ve dinsel azınlıklar üzerinde baskı kurma siyasetine karşı açık tavır almaları.

3- Diğer siyasi örgütlere karşı mücadelesini siyasi mücadele yöntemiyle sürdürmeleri, iftira, komplo ve şiddet gibi sekter yöntemine karşı açık tavır almaları.

4- Herhangi bir siyasi akımın örgütlenme, propaganda ve ajitasyon faaliyetlerine karşı olmamalarıdır.

Buna karşın ulusal-azınlık siyaseti,  bir yandan ulusal cephenin kurulması için propaganda ve ajitasyon dozajını yükseltirken, diğer yandan ürettiği siyasetle dinamitlemektedir. Şöyle ki:

1- Kurdistan halkının öz-eylemi yerine, kendi eylemlerini ikame eder.

2- Kurdistan halkına bürokratik yöntemle buyruk verme hakkını kendisinde görür.

3- Kürd ulusal kurtuluş mücadelesinin çıkarını, örgüt çıkarına tabi tutar.

4- Kürd ulusal hareketi içindeki diğer siyasal akımlara karşı mücadelesinde bürokratik, ikameci ve sekter yöntemlere başvurur.

Bu siyasi tutumunu da, öncü örgüt olduğu iddiasına dayandırmaktadır.

Böylece ulusal-azınlık siyaseti; Kürd ulusun ortak çıkarının ve değerlerinin yerine kendi örgütünün çıkarını ve değerlerini ikame eder. Bundandır ki, ulusal azınlık siyaseti, Kürd ulusunun birliğinin önünde ciddi bir engeldir. (PKK’nin kendi parti bayrağını Kürd ulusunun sembolü olan ulusal bayrağın yerine ikame etmesi gibi)

Netice olarak Kurdistani bir siyasetin amacı; nesnel durumda olan Kürd ulusunu öznel bir öğeye yani ulus-devlete dönüştürmektir. Çünkü egemenliğin taşıyıcısı, siyasal dayanışmanın temeli, bağlılığın, aidiyetin özne ve nesnesi ulustur.

Buna karşın ulusal-azınlık siyaseti, bilinçli olarak ulusal siyaseti belirsizleştirmeye ve istikrarsızlaştırmaya çalışır.  Siyasi hedefi, belirsiz ve istikrarsız olan ulusal-azınlık siyaseti, Kürd ulusal hareketini ehlileştirmenin aracından başka bir şey değildir. Kurdistan’ın önde gelen ve müzminleşmiş ulusal-azınlık siyasi akımları, PKK ve YNK hareketidir.

Sonuç olarak

Kürd ve Kurdistan sorunu farklı siyasi nitelikli sorunlardır. Çözümü de farklı siyasi niteliklidir. Kürd sorunun çözümü; Kurdistan dışında İstanbul, Bağdat, Tahran, Şam, Berlin ve başka yerlerde yaşayan Kürdlerin demokratik ve kültürel haklarına sahip olmasıdır. Yani ulusal-azınlık haklarıdır. Bu hakları ele geçirme mücadelesi demokratik mücadelenin sorunudur.

Kurdistan sorunun çözümü; Kürd ulusunun kendi kaderini tayin etme yani Kurdistan’ın bağımsızlığı ve Kürdlerin devletleşme hakkıdır. Bu hakları ele geçirme mücadelesi, ulusal-demokratik mücadelenin sorunudur.

Onun için Kürd ulusal hareketi, demokratik mücadele ile ulusal-demokratik mücadeleyi birlikte içerir. Başka bir söylemle Kürd ulusal hareketi; ulusal-azınlık siyaseti ile ulusal-demokratik siyasetini birlikte içerir.

Buna karşın Kürd siyasi akımlarda egemen olan anlayış, ulusal-azınlık ya da parçacı siyasettir. Bu nedenledir ki, 1960’lardan bugüne Kürd ulusal hareketi, devrimci siyasetle reformist siyaset ya da ulusal-demokratik siyaset ile ulusal-azınlık ya da parçacı siyaseti arasında istikrarsız ve belirsiz bir konumdadır.

Kurdistan’ın, ulusal-azınlık ya da parçacı siyasetine değil, ulusal-demokratik bir siyasete ihtiyacı vardır. Çünkü ezilen ulus, ulusal siyasal bilinçten mahrum olmanın ürünüdür. Ezilen ulusun kurtuluşu ulusal siyasal bilinçle olur. Kürd ulusunun ulusal siyasal bilinçle donanması da, ulusal siyaset zemini üzerinde yükselen siyasal öznenin aracılığıyla olur. Zira Kurdistan’da başkaldırılar için ulusal siyaset zorunlu değildir ama bağımsız birleşik Kurdistan’ın kurulabilmesi için, Kurdistanlıları ulusal siyasal bilinçle donatacak siyasi öznenin varlığı zorunludur.

Bundandır ki, yaşadığımız süreçte Kürd ulusal hareketinin acil ihtiyacı; ulusal siyasetin öznel öğesinin sorununu çözmektir. Bunu başarmanın yolu da; ulusal-demokratik siyaset ile ulusal-azınlık siyasetin arasındaki ideolojik, siyasal, programsal ve örgütsel ayrım çizgilerinin çekilmesi ve bu ayrım çizgilerini, Kurdistanlılara taşımaktan geçer. Başarısı da buna bağlıdır.

12.12.2014

* Bu yazı, Tevgera Ciwanên Kurdistan’ın 21.12.2014 tarihinde Kızıltepe’de düzenlediği Konferansta sunulan konuşmanın metnidir.

[1] Krishan Kumar,  Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Dost Y. Nisan 2013. s. 88

[2] C. Pıerson, Modern Devlet, Chiviyazıları Y.  2008, s. 23

[3] Anthony Giddens, Ulus Devlet Ve Şiddet, Kalkedon Y. 2008,  s.8

[4] Aktaran C.Pıerson, Modern Devlet, s. 85