22 yaşındaki Kürt kadını Jina Emini, teokratik/totaliter ve sömürgeci İran devletinin güvenlik güçleri tarafından başörtüsünü İslami kurallara uygun şekilde takmadığı gerekçesiyle, 13 Eylül 2022’de gözaltına alındı ve hunharca yapılan işkence sonucunda 16 Eylül’de yaşamını yitirdi. 17 Eylül’de memleketi Saqız kentinde Jina Emini için düzenlene cenaze töreninde başlayan gösteriler daha sonra Sine, Mehabad, Kirmanşan, Urmiye, Tahran, Tebriz, Meşet, Belucistan kentlerine de yayıldı.  Arif Qurbani’nin (26.9.2002 Rudaw) belirtiği gibi “İran İslam Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir Kürt’ün öldürülmesi diğer halkların ve milletlerin protestolarına ve gösterilerine yol açtı.” Bu gösteriler, İran’ın tüm zor, şiddet uygulamalarına rağmen, başta Doğu Kürdistan olmak üzere İran’ın tüm coğrafyasında bir direniş hareketine dönüştü. Bu gösterilerin bir infiale, bir direniş hareketine dönüşmesinin nedeni, hem İran’da   hem de dış dünyada yaşanan kırılgan ve kaotik durumdur.

İran

İran anayasasına göre, İran’ın resmî dini İslam, resmî mezhebi ise İsaaşeriyye Şiiliğidir. İran, İsaaşeriyye Şii versiyona dayalı teokratik bir rejim tarafından yönetilmekte olan bölgesel bir güçtür. Ortadoğu bölgesinde hegemonyasını kurabilmek için devletin; siyasi, ideolojik, askeri, ekonomik ve diğer tüm enstrümanlarını seferber etmiştir. İran Fars ulusun egemenliği üzerinde kurulmuş bir ezen-ulus ya da sömürgeci devlettir. Bu anlamda İran; Kürd, Azeri, Beluci, Arap uluslarını ve birçok farklı kültürel kimlikleri; siyasal, ideolojik, kültürel, ekonomik, askeri olmak üzere her bakımından kendi egemenliği   altında tutmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bir ezen-ulus devleti olarak kurulan ve 1979’dan beri teokrasi ile yönetilmekte olan İran, bu karakteristiklerinden ötürü, demokrasiye, özgürlüklere, insan haklarına, kadın haklarına, eşitliğe, karşı olan ve farklı inançları hoş görmeyen, farklı kültürel kimliklerin demokratik, kültürel, ulusal haklarını tanımayan teokratik/totaliter bir rejimdir.

 Gelinen yerde Fars ulusu, sosyo-ekonomik hakları, demokratik haklar ve özgürlükleri talep etmekte ve bunun mücadelesini vermektedir. Aynı biçimde İran’ın, tüm baskı ve şiddet uygulamalarına karşın egemenlik altında olan Kürd, Beluci, Azeri, Arap ve diğer ulusal ve etnik gruplarda, söz konusu hakların yanı sıra federal çoğulcu demokratik bir sistemle kısmi egemenlik haklarını talep etmekte ve bunun mücadelesini vermektedir. Böylelikle tüm bu kesimlerin mücadeleleri ortak bir zeminde buluştu ve bir serhıldan hareketine dönüştü. Üstelik içinden geçtiğimiz süreçte, İran devleti, dini ideolojisine rağmen rejimin bir ideoloji olarak İslam’ın, artık memnuniyetsiz işçi/emekçi kitleleri, kadınları, genç nüfusu çekemediğini ve harekete geçiremediğini fark ettiği için İslami söylemini milliyetçi söyleme ve politikaya doğru yönlendirmiştir. Milliyetçiliğe doğru yönelmek, kaçınılmaz olarak egemenlik altındaki etnik/ulusal gruplara daha fazla baskı yapacaktır ve yapmaktadır da. Bu da rejimin, yalnızca etnik gruplar ve uluslar üzerinde değil, rejime muhalif olan tüm kesimlere karşı devlet şiddetini ve baskısını daha da artırmaktadır ve artıracaktır da.

Dış Dünya

İran’daki gelişmeleri aynı zamanda dünyadaki gelişmeler perspektifinden de değerlendirmek gerekir. İçinden geçtiğimiz süreçte dünya, dört farklı krizi birlikte yaşamaktadır. Bunlar; 1-ekonomik ve siyasi kriz, 2- siyasi ve ekonomik işleyiş bakımından neoliberalizmden neomerkantilizme doğru evirilme, 3-dünyanın, başını ABD ve Çin’in çektiği iki kutuplu dünyaya dönüşme evresine girmesi ve bu kutupların dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmeleri, 4- Batı dünyasının ya da pozitivist siyasal gelişme paradigmasının iflasıdır. İlk üçü geçmiş dönemlerde yaşanmış olgular olup, dördüncü olgu ise ilk olarak yaşanmaktadır.  Bu belirtilen tüm konular iç içe geçmiştir ve her biri diğerlerinin sonucunu etkileme potansiyeline sahiptir. Onun için günümüz dünyası ciddi bir bunalım içindedir. Dünyanın bu kaotik durumu, özellikle Covid-19 salgını ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte çok daha şiddetli bir hale gelmiştir. Küresel siyasi ve ekonomik meseleler daha fazla çatışma ve bölünmeye doğru ilerliyor. ABD ile Çin arasında küresel hegemonik mücadeleler ve bundan kaynaklanan gerilim her geçen gün keskinleşiyor. Küresel hegemonik rekabet, bir süredir globalizme bir tepki olarak dünya çapında gelişen popülizmin yükselişiyle birlikte, dünyanın siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunları daha da çetrefilli bir hale gelmiştir. Batılı küresel güçler de dahil olmak üzere ülkelerin bugünkü ekonomik ve siyasi politikaları neo-merkantilizme doğru kaymaktadır. Ticaret savaşları, bölgeselleşme/lokalleşme ve popülizm, Covid-19 salgınının ortaya çıkması ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte daha da yoğunlaştı ve çeşitlendi.

Batılı siyasi gelişim paradigmasının (istikrar) çöküşünün etkisi ise, daha geniş ve daha derindir. Çünkü günümüzde tek bir etnik, dilsel, dinsel gruptan oluşan bir devlet yoktur. Devletlerin tümü çok etnikli, çok dinli ve birden çok dilin konuşulduğu nüfusa sahiptirler. Buna karşın devletlerin çoğu çok uluslu, çok etnikli, çok dilli ve çok dinli olmaktan kaynaklanan bu çeşitliği hukuki güvence altına almaktan kaçınmaktadırlar. Bu kaçınmanın önemli bir nedeni de Batılı siyasi gelişim paradigmasının sağladığı güvenceydi. Şöyle ki: Batılı siyasi güçler, diğer bölgelerle ilişkileri açısından “istikrar” politikasını izlediler. Batılı siyasi güçler; dünya ekonomik/siyasi düzeni tehdit etmediği sürece, BM’nin ortaya koyduğu sözleşmelerin, tüzüklerin korunması ve garanti altına alınması yoluyla demokratik olmayan devletlerin baskıcı politikalarını, insan haklarını kötüye kullanmalarını, etnik temizliklerini -BM tarafından tanınan siyasi sınırları içinde sürdürmeleri şartıyla- sessiz kalmıştır. Demokratik olmayan devletlerin bu politikaları, kendi siyasi bölgelerinde göreceli istikrarı korumayı başardıkları sürece tolere edildi.  Günümüzün büyüyen küresel hegemonik mücadeleleri, küresel güçler ve diğer bölgeler arasındaki ilişkiler açısından baskın çıkar noktası olarak istikrar anlayışını yavaş yavaş ama kaçınılmaz olarak değiştirmektedir. Demek ki, siyasal gelişme paradigmasının çöküşü; merkez-çevre ilişkileri, küresel hegemonik, bölgesel ve yerel güçler ile devlet dışı siyasi özneler arasındaki ilişkiler üzerindeki etkisi açısından çok önemli olan yeni bir olgudur. Ayrıca günümüzde ulusal ve uluslararası çatışmaların çoğu etnik ya da ulusal ve insan hakları sorunlarından kaynaklanmaktadır ya da bu sorunlar küresel güçler tarafından kendi hegemonik çıkarları acısından kullanılmaktadır.

İşte bu durumdan ötürü azgelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler, egemenliği altındaki farklı kültürel kimlikleri daha çok baskı altına almak için ırkçı-faşist rejimlere yönelmektedir. Bu ülkelerde egemen konumunda olan ulusların demokratik, sosyo-ekonomik ve insan hakları sorunları vardır. Baskı altında olan etnik ve ulusların ise, bu hakların yansıra egemenlik ve özgürlük sorunu vardır.  Önümüzdeki iki kutuplu dünya çağında bölgesel ve yerel güçler ulusal çıkarlarına göre bu kutuplaşmada yer alacaklardır ve iki kutuplu dünyaya geçiş surecinde kendilerini yeni fırsatlara ve zorluklara karşı hazırlayacaklardır. İşte böyle geçiş dönemlerde Kürtler gibi ezilen uluslar da kendilerini özgürleştirme ve egemenlik haklarını ele geçirme fırsatlarına sahip olacaklardır. Aynı zamanda böyle kaotik ve geçici dönemlerde, ezilen uluslar ve etnik gruplar tam bir imha ve soykırım tehlikesiyle de da karşı karşıyadır.  Yine bu süreçte, BM, AB, G7 ve onun varyasyonları gibi çokuluslu kurumlar kaçınılmaz olarak bu yeni dönemin şartlarına göre ya evrilecekler ya da uyum sağlayamadıkları durumda etkinliklerini kaybederek dağılacaklardır. Yaklaşan bu yeni kaotik dönemde çokuluslu yönetim organı olarak BM’nin potansiyel değişikliklerinden biri, BM’nin mevcut devlet üyelerinin “ülkenin bütünlüğü ilkesi” ne yaptığı vurgunun etkisini yitirme durumudur. Bu nedenle, baskı altında olan ulusların ve etnik grupların egemenlik, özgürlük hakları perspektifinden, BM’nin, baskı altında olan ulusları ve etnik grupları baskıcı rejimlerin sıkı kontrolü altında tutmadaki rolüne odaklanmak çok önemlidir.

Sonuç olarak

Bu bahsi geçen kırılgan ve kaotik küresel sorunlar ve hegemonik mücadeleler, Ortadoğu ve dolayısıyla Kürdistan’ın geleceği üzerinde kaçınılmaz olarak ciddi etkilere yol açacaktır. Ve bu da Ortadoğu ve Kürdistan’daki siyasi yapılara ve aktörlere, bu hegemonya mücadelesini insan ve halkların, haklarını ve özgürlüklerini ele geçirmesini sağlamak için de fırsatlar sunmaktadır. Doğu Kürdistan ve İran’da direnişi sürdüren siyasi yapılar ve aktörler bunun farkındadırlar. Onun içindir ki, günümüzde egemen konumunda olan Fars ulusu ile egemenlik altında olan  etnik ve ulusal gruplar birlikte ve ortak bir biçimde mücadele etmektedirler.  Bu mücadelelerden bağımsız olarak nükleer silah edinmenin gayretinde ve hatta eşiğinde olan İran, Batı dünyası, özellikle de ABD ve İsrail ile çok ciddi sorunlar yaşadığı bir süreçten geçmektedir. İşte tam bu dönemde İran’da kitleselleşen gösteriler, protestolar yaşanmaktadır. İran gittikçe genişleyen ve güçlenen bu direnişe karşı bazı tedbirlere başvurma gayretindedir. Bunlardan biri, Doğu Kürdistan ve İran halklarının haklı, meşru direnişini, ABD ve Batı dünyası ile yaşadığı sorunlarla ilişkilendirerek, dış tahriklere bağlamak. Bir diğeri de, farsların sosyo-ekonomik, demokratik ve özgürlükleri için verdiği mücadele ile egemenlik altındaki ulusların ve etnik grupların egemenlik ve özgürlükleri için verdiği mücadeleleri birbirinden soyutlamak yani koparmak istemektedir. Bu nedenledir ki İran rejimi, İslami ideolojisini, milliyetçi ideolojiye ve politikaya yöneltmiştir. Ve özellikle de Doğu Kürdistan siyasi yapılarını silahlı mücadeleye itmek için tüm imkanlarını ve becerilerini seferber etmiştir. Yine bu nedenle Kürdistan Federe Bölgesine, tahrik edercesine periyodik bir biçimde silahlı saldırılar sürdürmektedir. Doğu Kürdistan’daki siyasi yapıların ve aktörlerin; İran’ın manipülasyon politikalarını, girişimlerini boşa çıkarmasının ve uluslararası güçlerin önerilerinin cazibesine kapılmamasının yolu da, silahlı mücadeleden kaçınmaktan geçer. Mevcut durumda silahlı direnişe kalkışmak, sürdürülen ortak mücadeleyi sekteye uğratacak, Kürdleri yalnızlaştıracak ve İran rejiminin elini güçlendirecektir. Doğu Kürdistan siyasi yapıları ancak, 1991’deki ABD-Irak Savaşı gibi bir büyük bunalım sürecinde ve ulusal egemenliği için, kitlesel siyasal başkaldırıları, kitlesel siyasal silahlı başkaldırıya dönüştürebilirler. Bir diğer önemli konu da Güneybatı Kürdistan’daki gelişmelerden ve özellikle PKK’nin manipülasyon politikalarından ders çıkarılması gerektiğidir.  Bunun farkında oluşun bir işareti olaraktan “Rojhilat” kavramını tek olarak değil, Kürdistan’a Rojhilat, ya da Doğu Kürdistan kavramı kullanılmalıdır.

Diyarbekir/16.10.2022