ABD ve NATO’nun Afganistan’dan çekilişini açıklayabilme açısından Batı dünyasına egemen olan siyasal gelişme kavramın değişen aşamalarını gözden geçirmek önemli.  Ama önce şunu belirtmemiz gerekir; Fransa Devrimi sonrasında tüm Avrupa toplumları sürekli bir düzensizlik, çatışma ve sarsıntı ortamı içine girmişlerdi. Bundan dolayı da tarihsel, toplumsal çatışmaların ve sarsıntıların nedenlerini inceleyen ve irdeleyen bir bilim arayışı içine girildi. İşte 19. yüzyılın ortalarından bugüne, tarihe ve topluma yönelme konusunda tartışan iki büyük felsefe anlayışı oluştu. “Bunlardan birincisi, olguculuk (pozitivizm), ikincisi ise tarihselciliktir (historizm).”[1] Pozitivizm felsefesi; tarihe ve topluma yönelecek bir bilgi ve bilimin, doğa bilimini örnek alacağını varsayıyordu. Nasıl doğal olaylarının bağlı olduğu yasalar varsa, tarihsel ve toplumsal olayların da bağlı olduğu yasalar bulunmalıydı. Bu yasalar öğrenildikçe toplumsal çatışmaların, sarsıntıların nedenleri bilinebilir ve bunlara karşı tedbirler alınabilirdi. Böylece 19. yüzyılda ortaya çıkan pozitivizm felsefesine göre, tarihin ve toplumun zorunlu yasaları vardır. Pozitif felsefesinin düşünürleri olarak Comte, Hegel ve Marx’ın düşünceleri ve yönelimleri ne kadar farklı olsa da tarihte ve toplumda zorunlu yasalar olduğu düşüncesinde ortaktırlar. “Marksizm, bilindiği üzere, burjuva ideolojisinin bir ürünü saydığı pozitivizme pek çok yönden karşıdır. Bununla birlikte, Marksist bilim anlayışı ile doğalcı/pozitivist/olgucu bilim anlayışı arasında, evrenselci/ yasacı/nedenselci/öndeyici olmaları nedeniyle epistemolojik bakımdan çok sayıda ortaklık mevcuttur.”[2]

Tarihselcilik felsefesi ise, tarihe ve topluma ya da sosyal bilimlere doğabilimsel yöntemle yönelmenin sakıncalı olduğunu belirterek, tarihsel ve toplumsal olaylara farklı epistemolojik öncülerle ve farklı metodolojik ilkelerle yönelmek gerektiğini ileri sürmüştür. Tarihselcilik felsefesine göre, doğal gerçeklik ve toplum-tarih gerçeklik; konu ve yöntem bakımından birbirinden farklı iki bilim grubudur. Yani doğa bilimleri ve sosyal bilimleri konu ve yöntem bakımından birbirinden ayrı iki bilim grubudur. Böylece bilgi ve bilimin öncellikle sosyal bilimlerin boyutunu yani insan yaşantısını anlamayı esas almalıdır. “Bireylerin ve grupların eylemlerini kavrayabilmek için, onların duygu ve düşünce dünyalarında meydana gelenleri (beklentileri, inançları, idealleri, ideolojileri, değerleri, çıkarları, kanaatleri, korkuları, kederleri, sevinçleri, aşkları, nefretleri vd.) bu eylemlerin içsel motifleri olarak, empati, karşılaştırma, zihinde yeniden canlandırma gibi yollarla kavramak gerekir, ki bu kavrama şekline anlama adı verilir. Bu beklentiler, inançlar, idealler, değerler vd. (…) doğabilimsel nedensellikle belirlenemezler; onlar insanların, grupların yaşantılarıdır ve insanların, grupların eylemlerinde ve ürünlerinde ifade olarak yaşarlar, dışa vurulurlar. Dolayısıyla anlama, niyet-eylem, amaç-eylem, duygu-eylem, düşünce-eylem bağıntısının, doğa bilimlerinde olduğu gibi bir nedensellik bağıntısı olarak değil motivasyon bağıntısı olarak kavrama şeklidir.”[3] Historizm felsefesi, Herder’den başlayıp Alman Tarih Okulu ve Dilthey’a kadar devam eder. “Tarihselcilik ve hermeneutik, Dilthey’dan sonra Heideger, Gadamer ve Betti tarafından farklı yönlerde geliştirilmişse de, farklı yönlerden yürüyenlerin de temel referans kaynakları Dilthey olmuştur.”[4]

Ancak günümüzde Batı dünyasına ve dolayısıyla dünyaya egemen olan Pozitivist bilgi ve bilim teorisidir. Yukarıda belirtildiği gibi, pozitivist bilgi ve bilim teorisi, bilim ile doğa bilimi kavramlarını özdeş görmüştür. Yani pozitivist bilgi ve bilim teorisi, doğa bilimleri, sosyal bilimleri ayrımını kabul etmez ve “bilimin tekliği” anlayışını savunur.  Bu tek bilim de bilimsel bilgi olduğunu iler sürer. Bilimsel bilgi, bilgisi edinmeye çalışılan alanın doğa ya da toplum olmasına göre herhangi bir değişiklik göstermez. Pozitivist epistemolojiye göre,” doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki fark öze ilişkin bir fark olmayıp, sadece konuların farklı olmasından ibarettir. Bilimsel bilgiye ulaşmak bakımından aynı metodolojik ilkeler ve aynı ölçütler her iki alan içinde geçerlidir.”[5] Onun içindir ki pozitivist epistemoloji, insani ve toplumsal olaylarla ilgili olan normatif (kural koyucu) disiplinleri yani sosyal bilimleri (tarih, sosyoloji, ekonomi, hukuk, politika, antropoloji, psikoloji, sanat, ahlâk, din gibi öğretileri) ayrı bir bilim olarak kabul etmemiştir. Çünkü normatif disiplinler olması gereken kuralları koymayla uğraştığından ötürü bilim değildir. Oysa bilim, olması gereken ya da değer ile değil, olan ya da olgu ile uğraşır. Yani bilim normatif (kural koyucu) değil, nomotetik (yasa ortaya koyan) bir etkinliktir. Bu etkinlik, tarih ve durumundan bağımsız olarak ve doğa bilimlerinde olduğu gibi, değişmez ilişkileri tanımlamaya çalışır ve bu tanımladığı ilişkilere yasa adını verir. Bu açıklamadan sonra pozitivist siyaset teorisinin siyasal gelişme kavramına bakalım.

Pozitivist siyaset, İkinci Dünya Savaşı’na kadar, anayasa hukuku paralelinde bir “devlet bilimi” araştırma ve analizleriyle ilgilidir. Bu araştırma ve analizler de sadece Batılı toplumlarla ilgiliydi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyasının dışında olan toplumların araştırılmasına ve incelenmesine yoğun bir biçimde yönelmişlerdir. Gerçi “siyasal gelişme” kavramı 1950’lerin sonlarında geliştirmekle beraber, azgelişmiş devletlerin ekonomik, kültürel ve siyasal değişim süreçlerini konu edinen incelemelerin, 1950’lerin dünyasının siyasal konjonktüründen önemli ölçüde etkilenmiştir. Bu anlamda “Hür Dünya” olarak tanımlanan Batı toplumlarının egemen siyasal rejimi olan liberal-demokrasi, sanayileşme ve adil gelir dağılımını sağlamış, eğitim ve sağlık durumunu iyileştirmiş, şehirleşmişlik ve diğer toplumsal-kültürel göstergelerle birleşik bir biçimde modern toplum olarak tanımlanmıştır. Ve bu toplumsal-siyasal örgütlenmiş biçimi yani liberal-demokrasi, tüm dünya devletlerinin belirli evrelerden geçerek varacakları bir ideal olarak tanıtmıştır. Bu anlayışa göre siyasal gelişme. Batı dünyasının dışında kalan azgelişmiş ülkelerin siyasal sistemin, toplumsal, ekonomik ve kültürel değişim süreçlerin yani ekonomik kalkınma, eğitim ve sağlık sorunların nispeten çözümü, şehirleşme, kitle iletişimin gelişmesi, adil gelir dağılımın sağlanması, uluslaşma gibi oluşumların sonucunda liberal demokrasiye dönüşeceği düşüncesini ve inancını içermiştir.

1950’lerden 1960’ların ortalarına kadar, Batı dünyasının toplumsal-siyasal örgütlenme biçimini idealleştirmesi, değer yargısıyla donanmış bir siyasal gelişme kavramıdır.  Bu nedenle Batı dünyasının dışında kalan ülkelerdeki değişim süreçlerini incelerken başvurulan siyasal gelişme kavramı, zaman içinde değişmiştir. 1965’ten itibaren Samuel P. Huntington, Jorge İ. Dominguez gibi yazarlar, siyasal gelişme kavramın, Batı dünyasının değerleriyle yüklü olduğu, bu nedenle de “etnosantrik” bir nitelik taşıdığı, oysa bilimsel incelemelerde olması gerekeni değil, olanı yani olguyu açıklamak olduğuna yönelik eleştirilerin sonucunda değişime uğramıştır. Huntington’un, “Siyasal Gelişme ve Siyasal Bozulma”[6] adlı yazısından sonra, Batı dünyasının dışında kalan toplumlardaki değişimin, önceden belirlenmiş bir liberal- demokrasi idealine doğru dönüşeceği biçiminde değil de her toplumun kendi özgül toplumsal ve tarihsel ortamı içinde açıklanması gerektiği üzerinde durulmuştur.  Başlangıçta, sömürge devletlerin, bağımlı devletlerin ulus- devletler olarak ortaya çıkması ve bu ulus-devletlerin nasıl liberal-demokratik sisteme evirilebilecekleri fikrinin yönlendirdiği incelemelerdir. Özellikle 1960’ların sonlarına doğru, bilim adamlarının kendi değer yargılarını yaptıkları sosyal bilim araştırmalarına yansıttıkları eleştirisine uğramış ve bunun yapılmaması gerektiği, çünkü amacın olguyu yani olanı açıklamak olduğu söylenmiştir. 1950’lerin sonlarında Lipset’in tanınmış yapıtı Siyasal İnsan’ da[7] demokratik düzenin koşullarını araştırması; 1960’ların ortalarında Apter ’in aşağıda belirtilen yapıtında[8] azgelişmiş ülkeleri, sonunda liberal-demokrasiye geçecek ülkeler olarak nitelendirmesi, Batı dünyasının dışında kalan toplumları açıklayabilmekten uzak girişimler olarak kabul edilmiştir.  Bu eleştiri süreci, Huntington’un belirttiği çerçevede yürütülmesiyle sonuçlanmış gibi görünmektedir. Huntington’a göre, modernleşmekte olan ülkelerde artan siyasal katılımı karşılamakta yetersiz olan kurumsallaşma düzeyinin sonuçta siyasal düzenin yıkışını hazırladığı ve bu süreç içinde söz konusu ülkelerde “practorian” yani askeri ve/veya tek-parti diktatörlüğü biçiminde görülen demokratik olmayan siyasal yapılar ortaya çıktığı biçiminde özetlenebilir. Burada tespit edilen önemli özellik, liberal-demokrasiyi idealleştiren önceki teorik teşebbüslerin değer yüklü olduklarından ötürü açıklayıcılıktan uzak olmalarına karşılık, Huntington’un kavramlaştırmasının ise açıklayıcı olduğu düşüncesidir. İşte, Huntington ’un Siyasal gelişme ve Siyasal Bozulma yazısı ve bu yazıdaki fikirlerin geliştirildiği ve Batı dünyasının dışında kalan toplumlardaki değişim süreçlerinin açıklanabilmesi için kavramsal çözümlemelerin karşılaştırmalı bir biçimde açıkladığı Political Order un Changing Societies[9] adlı yapıtından sonra, siyasal gelişme, çoklukla Weberci “ideal tip” kavramını ölçüt alarak açıklanmaya çalışılmıştır.  Bu çerçevede modern toplum ve onun siyasal rejimi olan liberal-demokrasi ile modern olmayan her çeşit toplumsal özelliği taşıyan “geleneksellik” kavramları, gerçekliğe uygun olmayan, ama gerçekliği anlamak ve açıklamak için başvurulması gereken zorunlu kategoriler olarak kabul görmüştür.[10] Böylece, Batı dünyasının liberal demokratik rejiminin temel değer ve kurumlarını, bu değer ve kurumların oluşmasını sağlayan geleneklere sahip olmayan toplumlara empoze etmenin gerçekçi olmayan, değer yüklü bir yaklaşımdan vazgeçildiği ve daha gerçekçi, empirik olarak ölçülmesi ve sınanması mümkün olan ve demokrasiye göre çok daha nesnel özellikler gösterdiği kabul edilen “istikrar” kavramın öne çıkmıştır. Böylelikle, Batı dünyasının siyasal zihniyeti; askeri veya tek parti diktatörlüğü gibi baskı kurumlarını modernleşmekte olan bir toplumun örgütlenebilmesi için zorunlu olan kurumlar olarak kabul etmektedir.[11]

ABD ve NATO’nun Afganistan’dan çekilişinin anlamı, Batı dünyasının dışında kalan ülkelerde siyasal demokrasi veya siyasal istikrarı sağlamanın çok külfetli bir iş olduğunun ortaya çıkmasıdır. Başta ABD ve AB olmak üzere Batı dünyasının kapitalizm-liberalizm ya da ekonomik- siyasal zihniyeti, belki de artık Batı dünyasının dışında kalan ülkeler için, “istikrar ve düzen” siyasal kavramında ısrarcı olmayacaklardır. Çünkü 50 yıldan fazla bir süreden beri başta Türkiye olmak üzere İran, Irak, Pakistan,   gibi Asya, Afrika ve Güney Amerika devletlerin çoğunda siyasal demokrasi veya siyasal istikrar uygulamaları başarısız oldu. Batı dünyasının dışındaki devletlerin istikrarsızlığın nedeni, ekonomik ve sınıfsal mücadeleden ziyade baskı altında tutuğu etnik grupların ve ulusların mücadelesidir. Bundan ötürü birçok ulus-devletin siyasi krize girmesine neden olmaktadır. Çünkü ulusal ya da azınlık sorunu olmayan ulus- devlet sayısı, mevcut devletlerin yüzde 10’undan bile azdır. Bugüne kadar Batı dünyası genellikle azgelişmiş ülkelerin egemenliği altında olan ezilen-ulusların ulusal kurtuluş hareketlerin gelişmesini engellemiş ve ulusal siyaset yerine ulusal-azınlık siyasetini ikame ettirmeye çalışmıştır. Böylece Batı dünyası, çok uluslu azgelişmiş toplumları, egemen etnik grubun yönetiminde modernleşmesini desteklemiştir.  Buna karşın ezilen-uluslar da modern toplum olmak için kararlı bir mücadele sürdürmüşler ve sürdürmektedirler. “Modern ‘toplumlar’, bir ulus-devlet sistemi içerisinde var olan ulus-devletlerdir.”[12] Üstelik 20.yüzyılın ikinci yarısından sonra dünya sistemi ulus-devlet sistemine dönüşmüştür. “20.yüzyılda ulus-devlet sistemi (sadece) küresel bir sistemdir. Dahası, dünya siyasal düzeninde yer alan devlet yönetimleri, bu iddiaların geçerliği konusunda az çok evrensel bir fikir birliğine varmışlardır.”[13] Küreselleşme denilen şey de modernliğin yani kapitalizm ve ulus-devletin dünya çapında yaygınlaşmasıdır. İçinde yaşadığımız XXI. yüzyılda özellikle Asya ve Afrika kıtalarının toplumları, kendi modernliklerini yaşamaktadır. Modernlik; eşitsiz ve bileşik gelişim süreci olarak, dünyanın yeniden paylaşım sürecinde hem zihinsel hem kurumsal olarak daha hızlı ve radikal bir biçimde küreselleşmektedir. Bu da birçok ulus-devletin siyasi krize girmesine neden olmaktadır. Ancak 1960’ların başına kadar gelişmiş ülkelerin rasyonel zihniyetine ve sosyal bilim dünyasına göre, her devletin bir ulusu temsil etiği varsayımından hareketle, baskı altında olan ulus, etnik ve dinsel kimliklerin süreç içinde ulus-devlet kimliği içinde doğal olarak asimile ya da entegre olunacağıdır.

Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşı süresince ve sonrasında birçok devletin, özellikle totaliter olanların topraklarında zora dayalı asimilasyon, kitlesel kovulmalar, kıyımlar ve soykırımlar gibi gayriinsanî ve kirli siyasetler benimsenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir. Buna karşın ezilen uluslar, ulusal hakları için direnmiş ve mücadelelerini sürdürmüştür. Üstelik ulusal sorununu çözdüğünü varsayan Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya devletleri parçalanmış, onların yerine 24 tane yeni devlet kurulmuştur. Bu gelişmelerden dolayı Batı dünyasının siyaset zihniyetinde ve sosyal bilimin dünyasında, ezilenlerin devletleşme, eşitlik, özgürlük, demokratik haklarına yönelik mücadeleler meşru görülmeye başlamıştır. Bu zihniyet değişiminin gereği olarak Avrupa topraklarındaki Bask, İrlanda, Hırvat, Katalan, Arnavut vb. milliyetçiliklerini meşru olarak kabullenmeye ve kimlik sorununun çözümüne yönelik arayışlara başlamıştır.

Batı dünyası, Avrupa coğrafyasındaki kadar olmasa da diğer ezilen ulusların, etnik ve dinsel toplumların kimlik siyasetlerine daha esnek yaklaşma sürecine girmiştir. Ancak küresel güçlerin ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesine yaklaşımını belirleyen, hegemonya mücadelesinin çıkarlarıdır. Bundandır ki, ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesi ile hegemonya mücadelesi karşılıklı etkileşim içindedir. Ezilen-ulusların kurtuluş hareketinin tarihsel görevi; dünya üzerindeki hegemonya mücadelesini ulusun devletleşmesi için bir araç haline getirmesidir. Çünkü ezilen-ulusların sorunu, ulusal kimliği üzerinde bir modern toplum olmakla çözülür. Modern toplum; bir ulus devlet sistemi içinde yaşayan bir ulus-devlettir. Günümüzde ulus devlet sistemi Birleşmiş Milletlerdir.   Ezilen ulusun bir modern toplum olarak Birleşmiş milletlere üye olabilmenin yolu, kendi coğrafyasının üzerinde egemen olmaktan geçer. Ancak bu koşula siyasal eşitliğe kavuşur. Aksi durumda modern toplum olamayacak ve siyasal, ekonomik, kültürel, toplumsal eşitsizliği devam edecektir. Ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin gücü ve başarısı, ulusal-demokratik siyaset üzerinde örgütlenebilmesine bağlıdır.  Ulusal siyaset; ortak hak ve görevler anlayışı üzerinde devletleşmeyi hedefleyen faaliyettir.  Bu durumda tüm siyasal ve toplumsal örgütlenmeler ortak hak ve görevler anlayışı üzerinde inşa edilmelidir. Demokratik siyaset ise, günümüzde krize giren temsili demokrasiden ziyade, konsensüs demokrasini hedefleyen faaliyettir.

 Ulus-devlet sistemi, bir dünya sistemine dönüşmesinden dolayı ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin başarısını mümkün kılan, tarihsel dönemdeki uluslararası güç dengeleridir. Dünyada siyasi istikrar olduğu dönemlerde ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi, kurtuluşunu mümkün kılan uluslararası güç dengelerini bulamaz. Ancak dünyada siyasi istikrar bozulduğunda ve özellikle dünyanın yeniden paylaşım süreçlerinde ezilen ulusun kurtuluş mücadelesi, bağımsızlığını mümkün kılan uluslararası güç dengelerini yakalayabilir. İçinden geçtiğimiz süreçte dünya, dört farklı krizi birlikte yaşamaktadır. Bunlar; 1- ekonomik ve siyasi kriz, 2- neoliberalizmden neomerkantilizme evirilmesi, 3- başını ABD ve Çin’in çektiği emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmeleri, 4- siyasal gelişme kavramın paradigmasının iflasıdır. İlk üçü geçmiş dönemlerde yaşanmış olgular olup, dördüncü olgu ilk olarak yaşanmaktadır.  Batı dünyası için; siyasal gelişme kavramının değişen anlamları olarak siyasi demokrasi ve siyasal istikrarın alternatifi, ezilen-ulusların devletleşmesine yol verilmesi olabilir, neden olmasın ki.  Söz konusu olan alternatif yakın tarihte başarılı bir biçimde uygulanmıştır. Balkanlar’da uygulanan AB modeli, ezilen ulusların sorununun, bir egemenlik sorunu olarak ele alınıp bu doğrultuda çözmeye yönelmesidir. Bu model sayesinde Balkanlar da 19. yüzyıldan beri devam eden çatışmalar ve siyasi istikrarsızlık sonlandırılmış ve siyasi istikrar sağlanabilmiştir. Zaten içinde yaşadığımız modern dünyada nerede olursa olsun ezilen-ulusların sorunu; bir egemenlik sorunudur.  Çünkü ezilen-ulus sorunu, kültürel ve demokratik sorunu değil, bir egemenlik sorunudur.

ABD’nin rakiplerine karşı mücadelesinde üstünlüğü ele geçirmek için, AB ile bir ittifak oluşturması gerekir. Yalnız kendi başına rakiplerine karşı üstünlüğü ele geçirmesi imkânsız gibi bir şeydir. AB ile ABD’nin bir ittifak içinde yer almasının koşularından biri de ABD’nin Kuzey Afrika’yı da içerecek şekilde Ortadoğu’nun AB’nin nüfuz alanı olarak kabul etmesidir. AB, Ortadoğu’yu kendisinin bir periferik alanı olarak kabul etmektedir. AB’nin kendini sürdürmek ve daha da geliştirebilmek için, periferik alanı olarak kabul ettiği Ortadoğu’yu nüfuz alanına dönüştürmesine ihtiyacı vardır. Bu durumda Ortadoğu’nun siyasi istikrarı, birinci derecede AB’nin sorunu olacaktır. Çünkü AB, Ortadoğu’da ticari bloğunu oluşturması için, Ortadoğu’nun siyasi istikrara kavuşturması gerekir. Ortadoğu’da siyasi istikrarı sağlamak için Balkanlar’da denediği ve başardığı modeli uygulamaya geçirmek durumundadır. Bu da ulusal soruna egemenlik sorunu olarak ve etnik, dinsel azınlıklar soruna da demokratik ve kültürel sorun olarak yaklaşılmasıdır. Bu model, sadece Balkanlar’da uygulanan ve ortaya çıkan bir model değil, Avrupa’nın tarihsel olarak üzerinde yükseldiği modern-devlet ya da ulus-devlet modelidir.

Bugüne kadar başta ABD olmak üzere diğer gelişmiş ülkeler, Kürd ulusal sorununa bir ulusal- azınlık sorunu olarak yaklaşmışlardır. Bu nedenledir ki ABD ve diğer gelişmiş ülkeler ile ezen-ulus devletleri Kürdistan’da Kürd ulusuna rağmen hep ulusal-azınlık siyasi akımlara destek vermişlerdir. Bu ulusal-azınlık siyasi akımlar aracılığıyla Kürdistan’da ulusal akımların gelişmesini engellemişlerdir. Başta YNK ve PKK olmak üzere ulusal-azınlık akımlar, Kürdistan’ın bağımsızlığının önünü kesmek için elinden geleni yapmaktadırlar. Bugün de PKK ile YNK’nin Kürd ulusal hareketine karşı üstlendiği rol, ezen-ulus devletlerin düşmanlığı kadar tehlikeli ve baltalayıcı olmuştur. Bugüne kadar Kürdistan’ın bağımsızlığını hedefleyen ulusalcılar ve devrimciler, uluslararası destekten yoksundular. Uluslararası arenada hem sağ hem sol cenah Kürdistan’daki ulusal-azınlık siyasi akımları desteklemekteydi. Ancak içinden geçtiğimiz Üçüncü Paylaşım Savaşı’nda uluslararası güç dengesi, Kürdistan’ın bağımsızlığına yol vermek durumundadır. Zaten Ortadoğu ve Kürdistan; yeniden paylaşım savaş alanlarının tam ortasında bulunan bir coğrafyadır. Onun içindir ki Kürdistan sorunun çözümünün nesnel koşulları oluşmuştur. Ne var ki Kürdistan’ın bağımsızlığa kavuşması için, ulusal-demokratik siyaset üzerinde yükselen siyasal öznenin olması gerekir. Bu nedenledir ki, Kürdistan ulusalcıların ve devrimcilerin siyasal öznel öge sorunun çözümü için, bütün güçlerini seferber etmeleri gerekir. Öznel ögenin çözümünün yolu, ancak ulusal-demokratik siyaset üzerinde örgütlenmiş siyasal yapıların yönlendirmesinde Kürd ulusunu, ulusal-demokratik mücadelesinin öznesine dönüşebilmesinden geçer.

                                                                                                                       14.9.2021

 

[1] Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Notos Kitap Y. 2015 s. 15.

[2] Özlem, Kavram Ve Düşünce Tarihi Çalışmaları Kavramlar Ve Tarihleri, İnkılap Yayınları, s. 19, 2006, İstanbul.

[3] A.g.e., s. 21.

[4] Özlem, siyaset, bilim ve tarih bilinç, İnkılap Yayınları, 1999, s. 80i

[5] Köker, levent, İki Farklı Siyaset, Dipnot Y.2008, Ankara, s.30

[6] Samuel P. Huntington, “Siyasal Gelişme ve Siyasal Bozulma”, çev. E. Özbudun, AÜHFD, Cilt 22-23, Sayı 1-4  (Ankara 1965-66)

[7] Seymour Martin Lipset, Siyasal İnsan, çev. Mete Tuncay (Ankara: Teori 1985)

[8] David E. Apter, The Politices of Modernization (Chicago: U. Of Chicago 1969)

[9] Samuel P. Huntington, Political Order un Changing Societies, (New Haven ve London: Yale U, 1968)

[10] Bu konuda bakınız Reinhard Bendix,” Tradition and Modernity Reconsidered”, R. Bendix, Embattied Reason, Essays on Social Knowledge, (New York, Oxford U, 1970)

[11]Köker, Levent, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Y. 2012, İstanbul, s.35-40, Köker, İki Farklı Siyaset, Dipnot Y.2008, Ankara, s.48-52

[12] Ulus Devlet ve Şiddet, Anthony Giddens, çev. Cumhur Atay, Kalkedon Y, 2008, s. 8

[13] Age, s..113