İnsanlar bir toplum biçimi içinde ve bu toplum biçiminin aracılığıyla yaşamlarını sürdürürler.  Toplumsal yaşamından ötürü, insanlar birçok kolektif kimlik edinirler. Cinsiyet kimlik, sınıfsal kimlik, dinsel kimlik, ulusal kimlik ve benzeri kolektif kimlikler vardır. Kolektif kimliklerden en fazla duygusal etkinliğe, kültürel derinliğe ve deruhte etmeye sahip olanı ulusal kimliktir.

Ulusal kimlik; genel olarak dört kısımsal kimliğin ya da unsurun sentezinden oluşan bir tümün kimliğini ifade eder. Bu kısımsal kimlikler; egemen olan yasal-siyasal toplum, sınırları belli olan bir ülke, toplumu oluşturan yurttaşlarının ya da fertlerinin hukuki-siyasal eşitliği ve tarihsel bağ olarak ortak kültürüdür. Burada belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ancak, egemen olmayan bir toplumun durumu nedir, sorusu akla gelir. Bize göre belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ancak egemen olmayan bir toplum; egemen olma amacı doğrultusunda iradesini ve tercihini ortaya koyar ve bu iradenin yani ulusal siyasetin takipçisi olursa bir “ulus”tur ve bir ulusal kimliğe sahiptir.

Ulusal kimlik, modern çağın toplumsal yapısı ve kolektif bilinci olup modern-devleti veya ulus-devleti yani ulusu ifade eder. Demek ki ulus, modern çağa özgü bir siyasal toplum biçimidir. Ulus; belli bir insan topluluğunun belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde egemen olduğu kolektif bir birlikteliktir. Bu kolektif birliktelik ulus-devlet kimliğiyle belirlenir ve tanınır. Zaten modern dünya, tek bir siyasi toplum biçimini tanımakta ve onun varlığına ve yaşamına izin vermektedir. Bu “ulus-devlet” dediğimiz biçimdir. “Modern toplumlar; bir ulus-devlet sistemi içerisinde var olan ulus-devletlerdir.”[2] 20. yüzyılda ulus-devlet sistemi bir dünya sistemine dönüşmüştür. Demek ki, modern çağda bir ulusun varlığından söz etmek için, belli bir toprak parçası üzerinde egemen bir toplum olması gerekir. Söz konusu olan egemenlik de ulusa aittir. Ulusal egemenlik, ulusu oluşturan insanlardan ayrı ve onların üzerinde yer alan sürekli bir varlıktır. Bu durumda ulusal egemenlik, belli bir toprak parçasında yalnızca belli bir zaman diliminde yaşayan insanları değil, aynı zamanda geçmişte yaşamış ve gelecekte doğacak kuşakları da kapsayan bir kavramdır. Bu anlayışa göre, egemenlik sadece yaşayan yurttaşlara değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacak olan yurttaşlara da aittir. İşte ulusal egemenliğin sürekliliğinin nedeni de budur. Egemenliğin sürekliliğinden dolayı ulusal kimlik kavramı yalnızca yaşayan yurttaşları değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacak olan yurttaşları da ifade eder.

Yukarda belirtildiği gibi ulusal kimlik sadece siyasal kimlik değil, aynı zamanda kültürel kimliktir. Ulusal kimlikle olan yakın ve tarihsel bağından ötürü, kültürel kimliği de görmek gerekir. Kültür kavramı, çeşitli sosyal bilimlerin konusu olup, her sosyal bilim de kendine göre bir kültür tanımı yapmıştır. Onun için kültür kavramının içeriğinin algılanmasında ve açıklanmasında ortak bir tutum yoktur. Bize göre kültür, toplumsal bir manevi varlıktır.  Toplumsal bir manevi varlık olarak kültür; belli bir toplumda insanlar arasındaki ilişkileri bir toplumsal yaşayış tarzına dönüştüren manevi bir araçtır. Bir yaşayış tarzı olarak kültür; belli bir toplumdaki toplumsal inançların, toplumsal düşüncelerin, toplumsal duyguların ve toplumsal davranışların bütünüdür. Kültürü oluşturan bu öğeler aynı zamanda kültürün niteliklerini de belirtirler. Kültürün bir niteliği, madde dışı bir manevi varlık olmasıdır. Nasıl ki,  medeniyet maddi bir olgu ve maddi bir gelişme ise, kültür de manevi bir olgu ve manevi bir gelişmedir. Bu manevi gerçek ya da bu ruhsal ortam medeniyetle iç içe olup maddi gelişme içindedir.

“Kültür, medeniyet koşullarına göre öğrenilmiş, toplumsal yaşam tarzıdır.”[3] Medeniyet,  maddi gelişme ve maddi gelişme bilincidir. Kültür ise öğrenmedir ve öğrenmeyle elde edilir. Bu alıntıda tanımlanan kültür; ilkel toplumların yani devleti, yazısı, tarihi ve pazarı olmayan sınıfsız toplumların kültürü değil, devletli toplumların yani sınıflı toplumların kültürünü ifade etmektedir. Başka bir deyişle etnoloji ve antropolojinin inceleme konusu olan toplum değil sosyolojinin konusu olan toplumdur. Devletli toplumların kültürü; gelişen, değişen toplumların kültürüdür. İlkel toplumların kültürü; medeniyet koşullarına sahip olmayan ve gelişmeyen, değişmeyen ya da çok yavaş gelişen ve değişen kültürdür. Gerçi ilkel toplumun insanı da yaşam tarzını çevre koşullarına uyumlu hale getirmek zorundadır. Elbette bu değişim modern topluma göre çok yavaştır ama yine de bir değişimdir. Ne var ki, ilkel toplumun kültürü, medeniyetsiz kültürdür. Çünkü medeniyet, devletli toplumlara dair bir olgudur.

Bununla birlikte ilkel topluma özgü olan kültüre bakmakta fayda vardır. İlkel toplum üyelerinin düşüncelerine göre iki alem vardır. Somut yani fiziksel nesnelerden oluşan görünür alem ve ruhlardan oluşan görünmez alem ya da madde ve ruh vardır.  Bu iki alemi keskin bir biçimde birbirinden ayırır. Belirleyiciliği, üstünlüğü görünmez alemde görür. İlkel toplumun insanı, oku ve yayı kendisi ürettiği ve kullandığı halde, okun hedefine yani avına tam isabet etmesini, kendi becerisi olarak değil, ruhların sağladığına inanır. İlkel toplumun insanı görünür alemde ne kadar cesur ve atılgan ise görünmez aleme karşı o kadar korkak ve çaresizdir. Toplumun tüm kurallarının ve inançlarının kaynağının ruhlardan oluşan  görünmez alemden geldiğini düşünür. İşte insan zihnindeki bu bölünmenin görünmez aleme ilişkin olan inançlar, duygular, düşünceler, davranış tarzı da ilkel toplumların kültürünü oluşturur.  Medeni toplumun alameti farikası olan devlet de özünde, insan zihnindeki görünmez alemin görünür alemde cisimleşmesidir. Hatta  modern devletin kuruluşuna  kadar, diğer tüm devlet tiplerinde temel yasanın kaynağının ve kurucusunun toplum ötesi aşkın bir güç yani görünmez alem olduğuna inanılır.

Belli bir medeni toplumda egemen sınıflar, kendi ortak çıkarlarını korumak,  egemenliğini devam ettirmek için; siyasi, iktisadi, ahlaki, hukuki, aile ve benzeri olarak toplumun tüm ilişkilerini ve kurallarını kendi ortak çıkarlarına göre düzenlemeyi amaç edinirler. Bu düzen; devlet örgütlenmesi biçiminde somutlaşır. Devlet, kendinin ve egemen sınıfların ortak çıkarlarını ve amacını ifade eden ideolojiye göre bir yaşayış tarzı oluşturur ve bu yaşayış tarzını toplumun yaşayış tarzına dönüştürmek için tüm maddi ve manevi  araç ve gereçleri seferber eder.  Böylece devlet, topluma bir yaşayış tarzı öğretir ve benimsetir. İşte bu yaşayış tarzı kültürdür. Onun içindir ki kültür, öğrenilmiş bir yaşam tarzıdır. Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, kültürün ikinci niteliği, kültürün öğrenilmiş olduğu ve üçüncü niteliği de, devletin ve egemen sınıfların ortak çıkarlarını ve amacını temsil eden ideolojiye göre yönlendirilmiş ya da güdülenmiş toplumsal inançlar, düşünceler, duygular ve davranış tarzıdır.

Bazı yazarlar kültürü; insanın yarattığı maddi, manevi değerlerin tümü olarak algılarlar. K.Marx’ın görüşü de bu yöndedir. Marx’a göre kültür, “insanın yarattığı maddi, manevi her şey”dir. Kültürü, insanların maddi ve manevi olarak yarattıkları her şey olarak algılayan düşünürler, kültürü maddi kültür, manevi kültür olarak ayırırlar. Maddi kültürden maksatları maddi gelişmedir yani üretilen her tür araç-gereç anlamında tekniktir. Evet teknik maddi bir araç olup insan ile doğa ya da toplum ile doğa arasındaki ilişkiyi sağlar. Kültür ise,  manevi bir araç olarak belirli bir toplumda insanlar arası ilişkileri sağlar. Tekniğin toplum ile doğa arasında; kültürün ise insanlar arasında ilişkiyi sağlayan bir araç olması dışında birbiriyle başka bir ortak yanı yoktur. Araç ya da teknik, maddi ya da somut varlıktır; kültür ise manevi ya da soyut bir varlıktır. Maddi varlık ve manevi varlık, birbirlerinin karşıtı olan varlıklardır. Onun için maddi olanla manevi olan, aynı varlığın gerçekleri, nitelikleri olamayacağından, birbiri içinde dağılamaz ve aynı kavramla tanımlanamazlar. Ancak medeniyet ile kültür birbiri içinde dağıtılamayacağı gibi birbirinden ayrı ve bağımsız olarak ta idrak edilemezler.  Medeniyet tarihi ve kültür tarihi birbirinden soyutlanarak ve kendi başına anlaşılamaz, idrak edilemez. Medeniyet ve kültür belirli bir toplumsal yapının öğeleri olarak ve etkileşim içinde olan bir tümeldir. Onun için bir arada medeniyet ve kültür tarihi vardır.

Devletli toplumlarda yani gelişen, değişen toplumlarda medeniyet ve kültür bir bütünün iki öğesidir. Bu bütün toplumsal yapıdır. Modern çağda, bu toplumsal yapı da ulus-devlettir. Kültür, bir manevi gerçek, öğrenilmiş ve yönlendirilmiş niteliklere sahip bir varlıktır. Demek ki kültürü öğreten; egemen sınıfların ortak çıkarlarını, tüm toplumun ortak çıkarıymış gibi kollayan ve gerçekleştiren de devlettir. Zaten toplumun örgütlenmesi ve yönlendirilmesi de ancak bir devlet aracılığıyla olur. Kültür, “bir devlet ideolojisidir”[4] ve modern çağda bu devlet de ulus-devlettir. Devlet, ulusun ortak çıkarı ve amacı doğrultusunda siyaset ürettiği ve tükettiği iddiasındadır. İşte ulusun ortak çıkarını, amacını kollama iddiasını taşıyan siyasete,  ulusal siyaset denilmektedir.  Böylece ulus-devlet; siyasetini ulusal-siyaset ve ideolojisini de ulusal-kültüre dayandırır. Ulusal-siyaset ve ulusal-kültür yani siyaset ve ideoloji bir tümdür. İşte ulusal kimlik bu tümü kapsayan bir kavramdır. Ulusal kimliği yani ulusal-siyaset ve ulusal-kültürü üreten ve tüketen ulus-devlettir. Çünkü kültür ve medeniyet toplumsal yapının yani ulus-devletin birer öğesidir. Ancak ve ancak ulus-devlet koşulunda, toplum, medeniyetini ve kültürünü oluşturur ve geliştirebilir.

Yukarda belirtilen ulusal kimliğin öznel öğesi; egemenlik unsuru iken, nesnel öğesi ise ulusal kimliğin diğer unsurlarıdır. Her hangi bir topluma ulusal kimliği, kültürel kimliği kazandıran, sağlayan öznel öğedir. Öznel öğe, ulusal egemenliği sağlayan ulus-devlet ya da egemenliği hedefleyen ulusal-siyasettir. Ve bunun içindir ki siyaset, kültüre ya da ideolojiye göre birincildir. “Sonuçta, ideoloji, siyaset karşısında ikincildir. Milliyetçilerin amaçlarını biçimlendiren siyasi ilişkiler ve kurumlardır.”[5] Demek ki, ideoloji ve siyaset birbirinden koparılamayan diyalektik bir bütünsellik içindedirler.

Ulusal kimlik ve kültürel kimlik kavramlarını Türk ulusu ve Türk kültürü,  Bulgar ulusu ve Bulgar kültürü, Alman ulusu ve Alman kültürü gibi somut kavramlarla örneklendirebiliriz. Bu somut örneklerden de anlaşılacağı üzere ulusal kimlik ve kültürel kimlik diyalektik birliğini ulus-devlet sağlar. Peki ama, ulus-devletin ortak çıkarının ve amacının, kendini temsil etmediğine inanan ve kendi ortak çıkar ve amacının doğrultusunda siyasi faaliyet yürüten belirli bir toplumun durumu nedir? Bu durumda olan bir toplum, ezilen ulus konumundadır. Kürd ulusu bunun tipik bir somut örneğidir.

Ezilen uluslarda ulusalcılığın gelişimi ve niteliği, devlete sahip olan uluslara göre farklıdır. Şöyle ki, ezilen uluslar, siyasal egemenliğe yani bağımsız devlete sahip olmadıklarından, bir bütün olarak ezen ulus devletin askeri, siyasal, kültürel, ekonomik baskı ve sömürüsü,  altındadırlar. Kültürel baskı; entegrasyon, asimilasyon politikalarıyla somuta dönüşür.  Ezilen uluslar entegrasyon, asimilasyon tehdidini bertaraf etmek, zenginliklerine sahip olmak ve siyasal bağımsızlığına ulaşmak için ulusal siyaset üzerinde örgütlenmeye ve bu örgütlenmelerin aracılığıyla mücadeleye girişirler. İşte ulusu oluşturan bireyler, bu ulusal siyaset üzerinde yükselen örgütlerinin aracılığıyla ulusal kültürünü öğrenir ve bir davranış, bir yaşayış tarzına dönüştürmeye girişirler. Ve bu sayede ulusal ve kültürel kimliğinin bilincine varırlar. Eğer ezilen ulus, ulusal siyaset üzerinde yükselen örgütlenmelere sahip değilse, ulusal-azınlık siyaseti üzerinde yükselen örgütlenmelerin aracılığıyla verilen mücadelelerle, ezen ulus devletinin baskı, sömürü, entegrasyon, asimilasyon politikasına karşı direnemez ve bırakınız ulusal kimliğinin bilincine, kültürel kimliğinin bilincine bile varamaz.

Ezilen ulusun genel anlamda üzerinde yaşadığı belli bir toprak parçasını ülke olarak tasarımlamaları, belli bir dile iletişim kurabilmeleri, bu insanların birbirine karşı aidiyet duygusu taşımaları ve bunlardan kaynaklanan geleneksel dayanışmaları da kültürel değerleridir. Ezen ulus ve ezilen ulus ilişkisinde, ezilen ulusun ülkesi, zenginlikleri ve ezilen ulusun kendisi, ezen ulusun mülkiyetinde olan üretim araçları konumundadır. Yani ezilen ulus bir nesne konumundadır. Bu durumu üreten ezen ulus devleti ile ezilen ulus arasındaki egemenlik ilişkilerdir. Ezilen ulusun; coğrafyasının, zenginliklerinin ve yarattığı değerlerin mülkiyetini ele geçirme mücadelesi, ulusal siyasetin sorunudur. Ezilen ulus sorunun çözümü,  kültürel olarak tasarımlanan ülkesinde ezen ulus devletinin egemenlik ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıdır. Yani ezilen ulusun kendi coğrafyasında kendi siyasal egemenliğini gerçekleştirmesidir. Neticede, toplumun siyasallaşma sürecine girmesi, toplumun kendi başına siyasal birim konumuna getirir. Bu da toplumun kendi ülkesinde kendi başına toplumsal/siyasal birim konumuna varmasıdır, açıkçası ulus-devlet niteliğine ulaşmasıdır. Yani nesnelleşmiş toplumdan öznelleşmiş topluma, başka bir deyişle kültürel toplumundan siyasallaşmış topluma dönüşmesidir.

Demek ki, ezilen ulusun uluslaşmasının nesnesi; toplum ve kültürel değerleri ile ülke olarak tasarladığı coğrafyadır. Öznesi ise kültürel toplumun ülke olarak tasarımladığı coğrafyasında siyasal egemenliğini amaçlayan ulusal siyasettir.  Ezilen ulusun uluslaşmasını sağlayan unsur,  ulusal egemenliği yani ulus-devleti amaçlayan ulusal siyasettir. Böylece ulusal-siyaset ve ulusal-kültür, birbirinden soyutlanamayan ya da koparılamayan diyalektik bir bütünsellik içindedirler. Bu bütünsellik de ulustur yani ulus-devlettir ya da ulus-devlet hedefinde yürütülen ulusal kurtuluş hareketidir. Ancak ve ancak ulus-devleti hedefleyen bir ulusal kurtuluş hareketine sahip olan bir toplum, ulusal kimlik sahibidir. Aksi durumda bir sürü, bir kalabalık olarak, başka bir ulusun kölesi olur. Bir sürü olarak başka bir ulusun kölesinin de ulusal kimliğe sahip olmayacağı açıktır. İçinden geçtiğimiz süreçte, Kürdistan’ın güney parçasının bağımsız bir devlete dönüşmenin koşulları oluşmuştur. Ve Güneylilerin yürüyüşü de bu yöndedir. Kendini Kürdistan siyasi akımı, devrimcisi, ulusalcısı olarak ifade edenlerin, Kürdlerin bir sürü, bir kalabalık olarak başka ulusların kölesi olmaması için Güney parçasının nispeten eşitlikçi, tam olarak demokratik olan bir bağımsız Kürdistan hedefine ulaşmasını sağlamak için bütün güçleriyle desteklemeleri gerekir. Nihayet ulusal kimliği ve ulusal kültürü üreten ve tüketen ulus-devlettir. Kürd toplumunun ulusal ve kültürel kimliğe ulaşmasının ve sürdürmesinin yolu, ulus-devlet olabilmekten geçmektedir.

Erbil /01/04/2017

[1]  Bu metin şu kaynaklardan yararlanmıştır. Doğrudan alıntı yapılmayanın kaynağı belirtilmemiştir. Doğan Ergun, Ulusal Kişilik, İmge y. 2000, M. Emin Aslan, Kürd Ulusal Hareketin Değerlendirilmesi ve Ulusal Siyaset, Weşanén Ray,2007, Craig Calhon, Milliyetçilik, İstanbul Bilgi Üniversitesi Y. Anthony D. Smith, Milliyetçilik, iletişim Y, 2006,  Pierre Clastres, devlete karşı toplum, Ayrıntı y. 2006,  Giddens, Ulus Devlet ve Şiddet, Kalkeden Y. 2008

[2] A. Giddens, s. 8

[3]  Doğan Ergun, ulusal kişilik, İmge y. 2000, s. 24

[4] Henri Lefebvre, La Vie Quotidienne Dans le Monde Moderne, Paris, 1968, Gallimard Yay. S. 185. Aktaran Doğan Ergun, age, s. 125-126

[5] Anthony D. Smith, Milliyetçilik, s.106