Hareket-ı Milliyenin İçyüzü ( Milli Hareketin İçyüzü)[1]

Muharriri: Keşfi

(Dünkü nüshanın devamı)

Arıyor, tahkik ediyor (araştırıyor), O bugün İstanbul’da en yüksek otellerde ikamet eden bu gayri Müslim sırdaş da Paşaya güya rehberlik ediyordu. İşte bu adam vasıtasıyla der ki, ceste ceste (kısım kısım) yirmi bin başa yakın koyun, dört bin beş yüz tanesine aşkın İzmir’e sevk ettiriliyor. Orada satılıyordu. Tahir Bey’e ait Mısır cinsi küçükbaşlar ise Ankara’ya sevkedilmişti… Rahmi Bey’in mahdumu (oğlu) dağa kaldırıldığı sırada ve bütün bu gasbedilenlerin sevk ve satışında eşkıya ile müşterek olan bu esrarlı hemşeri, son Salihli faciasını müteakip yine onlar namına buradaki biraderlerine bir bavul dolusu banknot getiren bu Rum hemşerimizin Beyoğlu semtinde ve pek itinalı bir otelde ikamet eylemekte olduğunu haber aldım. Neresi olduğunu tahkik ettikten sonra hem ikametgahı hem de kim olduğunu size anlatırım.

Salihli mültecisinin beyanatı burada bitiyor. Şu kadar ki, facialar bunlarla bitmiyor. Bizim başkaca tahkikatımıza ve elde ettiğimiz belgelere nazaran böyle binlerce suçlara irtikap edilmiştir ki peyderpey enzar-ı ibrete (ibret bakışlarına) göstereceğiz. Yalnız bir yön var ki, anlamak, öğrenmek istiyoruz. “Harekat-ı Milliye” namına bu derece vahşet ve şakavet (eşkıyalık) irtikap eylediği halde, hala mı bu cinayetleri işleyen harekete göz yumulacak, müsamaha gösterecek ve gözü kapamakla mukabele edeceklerdir.

Son 7 ile 10 Mart Salihli faciasını kısmen yana yakıla yazdık. Dikkat-ı nazarı bu yöne çekmek istedik. Görünüyor ki henüz bir tesir yok, onlar hala istedikleri gibi at oynatıyor, diledikleri gibi alçaklıklarını gerçekleştiriyorlar. Burada hallerini anlatan, felaketlerini söyleyen musibete uğramış olanlar ise dahiliyeden maliyeye, maliyeden dahiliyeye, sonrada Hilal-i Amere (Kızılay) bilmem nereye sürüm sürüm süründürülüyorlar.

İnsafın o yerde namı yok mu?

Biçareler elli bin, kırk bin… ve daha ziyade, daha noksan zarar ve ziyana maruz bırakılmışlar. Refah ve saadet içinde iken, darlığa ve zarurete düşürülmüşler. Füls-i ahmere (kızıl mangıra, meteliğe) muhtaç kalmışlar. Ne olacaksa olsun bunlara kat’i bir cevap verilse, yahut da başlarınızın çaresine bakın denilse, daha makul ve daha mantıklı olmaz mı?

Lakin kime anlatırsın! Eyvah! Daha evvelce sözkonusu ettiğimiz Alaşehir Kongresi’nde, ittihatçıların hükümetle münasebetlerinin kesilmesi ve telgraf hatlarının tatili (çalışmanın durdurulması) hakkındaki tekliflerinin bir itiraz yaygarası karşısında akamete mahkum olduğunu yazmıştık.

Bu melunca (şeytanca) maksatlarının bu suretle reddedilmesi, onları ümitsiz kılmadı. Kongre toplantısı tatil edildikten sonra da onlar bunun teminine çalışıyorlardı. Karahisar’daki Ömer Lütfi Bey, Mustafa Kemal Paşa’ya atfen o zaman İstanbul’la yegane iletişim aracı olan Alaşehir telgraf merkezinin faaliyetine nihayet (son) verilmesi ve haberleşmenin durdurulması hakkında Alaşehir “Kuvvayı Milliye” kumandanlığına sürekli telgraflar çekilir ve emirler verilir. Lakin aksi mukabele ile karşılanıyordu.

Bu böyle karışıklık ve keşmekeşe maruz bir cereyan takip ederken onlar Karahisar hattını kesiyorlar. Şu kadar ki amaçlarının gerçekleşmesine muvaffak olmuyorlardı.

Zira biraz müşkülat ve zorluğa duçar olmakla beraber, Alaşehir bu vazifeyi ifa ediyordu.

Burada serserilerin sürekli hücum ve tarizlerine (iğneleme, söz dokundurma) hedef olan, ihanet ve hıyanetine (hainlik) kadar hükmedilen Aydın valisi merhum İzzet Bey’in teşekkürü bir borç bildiğimiz endişeden uzak bir siyaset güden, bahsi en büyük bir vazife, bir farıza-i zimmet (boyun borcu)  addediyoruz (sayıyoruz).

İzzet Bey merhum; vilayetin kaderini değiştirmesi dolayısıyla herhangi bir mahallede cereyan eden hadiselerden günü gününe haberdar olmak için gerekli vasıtaları hazırlamış, her şeyden malumat (bilgi) elde etme konusunda hayret veren bir başarı temin etmişti.

Ve doğal olarak Alaşehir Kongresi esnasında lüzumu derecesinde haberdar olmuştu. Hükümetle ilişkilerin kesilmesi ve telgraf muhaberatının (iletişimin) tatili teklifinin arzedildiği şekliyle akamete mahkum edildiğini ve bundaki başlıca amil (etken) ve tesirlerin kimler olduğunu anlayınca, kongre ikinci başkanı Mustafa Bey’e hamiyet ve sadakattından dolayı yazdığı bir teşekkürnameyi özel bir vasıtayla Alaşehir’e gönderiyor. Hükümetin pek nazik ve pek ziyade mühim zamanlar yaşadığı böyle bir hengamede vuku bulan vatanperverane hareketlerinden naşi (ötürü) adı geçeni ve arkadaşlarını tebrik ediyordu. Aynı zamanda İzzet Bey kazanım gereği durumu da açıklayarak aynı suretle hareketin millet ve memleket selameti ve mutluluğu namına çok gerekli olduğunu teşekkürle sıralıyordu.

İşte kongreden sonra süregelen ve muhaberatın (iletişimin) kesilmesini hedefleyen emir ve talimatlarına kulak verilmemesine başlıca sebep olan meselelerden birini de, merhumun mütevazi ve endişeden uzak olan bu teşekkürnamesi teşkil ediyordu. Beddua ve lanete layıktır ki, zorbaların şeytani hırsları sükun bulacak dereceden pek uzaktı. Onlar “rakip olsun da ne yüzden olursa olsun” sözünde olduğu gibi bir tahakküm tarzını elde etmişler, herkesi emirlerine itaat ettirmek, boyun eğdirmek istiyorlardı. Ve bu cebir ile tahakkümün çıkışı, elbette ve elbette perişanlıkla neticeleneceğini takdir etmiyorlar, yahut etmek istemiyorlar.

“Ger ye’si humarin verecek ise sonunda

Evvelce şikest olsun o peymane-i ümid.”

Diyebilecek ve bunun doğruluğu ile delalet ettiği şeye amel edecek seviyede birisi çıkıp ta onlara neticenin vahametini söyleyemiyor. Yokoluş ve felaketin çıkmazına sürüklendiklerini anlatamıyordu.

“Salya veyahut yalan kusan bir ağız onlara karşı yüksekten atıp tutuyor. Yakıp yıkacağını, kırıp dökeceğini, asıp keseceğini haykırarak asılsız bir tehdit ve korkutma siyasetiyle emir ve arzusuna ram ve boyun eğdirmek istiyordu. Ve pek ziyade teessüf olunur ki, pek çok yerlerde buna muvaffak ta oluyordu.

“Nadanlar eder sohbet nadanla telezzûz” (Cahiller, cahillerle sohbet etmekten haz duyarlar.)

Erzurum’daki hangi Allah’ın belasında bir felaket baykuşu daha etmeğe, bir bela daha ıslık çalmaya başlamıştı.

Bu fazahatname (alçakname); gerek merkezi hükümete, gerekse de itilaf devletlerine ve bilhassa İngilizlere karşı ateşler püskürüyor, küfürler ediyor, hezeyanlar savuruyordu. Ve o zaman haftada iki defa yayınlanan bu cinayetname-i şakavetin (uğursuz cinayetnamenin) her nüshası vasıtalarla İstanbul’a yollanıyordu.

Esasen tayin kılınan vazifedarları marifetiyle ve harbiye nezaretindeki dairelerinin bazılarındaki “şapiropraf” makineleri vasıtasıyla çoğaltılarak elden ele tevzi ve gerekli yerlere gönderiliyordu.

Artık Doğu Anadolu zorbalarının ajanlığına inkılap etmiş olan “İzmir Müdafa-i Osmanlı Hukuk Cemiyeti” de bu ihtilal evrakının yayınını ve genelgelerini hazırlama ve teminine üstün çaba sarfetmişti.

İsyan elebaşları ve ihtilalperver bir takım…

(Arkası var.)

***

Hareket-ı Milliyenin İçyüzü (Milli Hareketin İçyüzü)[2]

Muhariri: Keşfi

Beyannameler, makaleler, İtilaf devletleri temsilcilerine çekildiği iddia edilen garip ve o nisbette küstah telgrafnameler, cinayet ve eşkıyalık sahneleri olan memleket kısımlarındaki caniyane musavver (tasvirli) icraatı ve hiçbir aklıselimin düşünmeye sığdıramayacağı bağiyane (büyülü) hareketlerini bedbaht ve musibetle ilan eden neşriyat suretleri güya vatan için bir iş yapıyorlarmışçasına her hafta Balıkesir’e, Alaşehir’e, Akhisar’a, Nazilli’ye, Karahisar’a …. Vs. gönderiliyor. Netice olarak bütün buralardaki kuvvetlerin Şark-ı Anadolu (Doğu Anadolu) isyanpeşleri (isyan liderleri) emellerine itaat etmelerini temin kılınmak isteniyordu.

“Milli Kongre” (İzmir Müdaffa-ı Hukuki Osmaniye Cemiyeti) ve emsali siyasi ve ictimai gayeleri artık tezahür ediyor (meydana çıkıyor), tereddütsüz anlaşılıyordu.

Ocağın Ba’sı bedel-mevt (ölümden sonra diriliş) e mazhariyeti (nail olması) esasen:

Huruş ve çuşsaze darbe-i muzir eder bais.

(Coşup taşma zararlı darbeye sebeptirç)

Değil midir ya işte onlar da bu esasa rabtı muvaffakiyet ediyorlardı (başarabiliyorlardı).

Bir hamiyet caş ve huruşu manidar bir velvalı milliyet teranesi (milliyet nağmelerinin inlemesi) ortalığı kaplamış. Sürekli ve devam eden bir cereyanla yapılmakta; fakat bölüften, şantajdan, şarlatanlıktan ibaret bir cereyanla kainatı aldatmaya çalışıyor. Maalesef kısmen muvaffak da oluyordu. Halbuki onlar bu işin eri, bu kârın ehli değillerdi.

Yazık ki; cüretkarlıkta en ileriye yukarı çıkma kolaydır, mesih (Hz. İsa) olması güç giden bu derbederler Batı Anadolu’da muvaffak olmadıkları münasebetleri kesmeyi, Doğu Anadolu’da artık tamamlama derecesine gelmişlerdi.

Bombalar, teçhizatlı olarak herhangi bir kasabanın posta ve telgrafhanesine musallat ile memurlara, o dairelerin müdürlerinden itibaren çalışanlara, posta ve telgraf dağıtıcılarına varıncaya kadar bütün çalışanları ölümle tehdit ve korkutuyorlar. Arzularına ram ve boyun eğdirmeklerini de Sivas’a, Erzurum’a sürgün gönderiyorlardı. Mülki memurlar ve bilhassa valiler, mutasarrıflar ve kaymakamlar hakkında da aynı tehdit tatbik olunuyordu. Bunlardan bazıları da şehit mağfur (rahmet eden) Hilmi Bey gibi sokak ortalarında hain ve mehin (hor) kurşunlara, zulüm ve cinayete hedef olup gidiyordu.

Mar-ı sermadideye (kışın soğuk gören yılana) Rabbim güneş göstersin; O bir tarafta bunların şer ve fesadına engel olmak isteyen valilerin üzerine silahlı müferezeler sevkolunarak hayatına ve sonuç olarak memuriyetine kastediliyor, zavallıların terkidar ve diyarına (memleketi terk etmeye) mecburiyet hasıl oluyordu.

Karahisar kumandanı Ömer Lütfi Bey; mutasarrıf Mahmut Mahir Bey hakkında, o mükemmel irfan faziletlisine karşı tatbik eylediği zulüm ve işkence, tahammül edilir hadiselerden miydi? … Bu memleket ve millet hizmet uğrunda saçını, sakallını ağartmış, ilim ve fazileti, kemal ve irfanı sayesinde herkesin hürmet ve muhabbetini kazanmış iffetli, namuskâr bir zatı, sırf hükümetine ve padişahına sadakattan dolayı o derece tahkirlere maruz etmek, Karahisar’dan Denizli’ye kadar yaya olarak ve elleri kelepçeli bir halde sürgün etmek, hangi kanunun bahşettiği yetki ve hangi insafın verdiği cüretle tatbik olunuyordu.

Bunun gibi daha pek çok üzücü olaylar yapılmış ve irtikap edilmiştir ki burada tekrar kalpleri yarmaya sebep olacağından dolayı lüzumsuz sayıyoruz.

Bununla birlikte bütün bu cinayetlerin, bu alçaklıkların, bu zülüm ve kötülüklerin, milletin ve memleketin selameti namına yapıldığını, İzmir’in düşman ayakları altından kurtuluş maksadına matuf (yöneltilmiş) olduğunu yaymaya ve teyit etmeye çalışıyorlar. Böylelikle mevkii tahkime muvaffak olmak istiyorlardı.

Halbuki bu işin başına geçenler bu milletle, bu memleketle alakaları hemen hemen yok gibiydi. Osmanlı toplumuyla olan ilişkileri çoktan kesilmiş olan bir takım sevimsizler, havalılar, eşkıya önderleri ve onlara arka çıkma mecburiyetini hisseden öldürme ve göçettirme failleri, ihtikar mücrimleri (vurguncular) ve savaş sorumlusu caniler, katiller bir araya toplanmışlar, eski ikbal ve saadet koltuklarına dönmeyi gayret ediyorlardı. Bu yüzden de “Kuvvayı Milliye Masrafı Zaruriyesi” namı altında zavallı Anadolu köylüsünü soyup soğana çeviriyorlardı. Bütün memleketin varidat (gelir) kaynaklarına el koyduktan başka çeşit çeşit nam ve unvan altında elde ettikleri zorba vergilerle bütün Anadolu masumlarını “füls-i ahmere” (kızıl mangıra-bakır sikkeye) muhtaç bir hale sokuyordu. İlk defa kendi elleriyle kendileri kalemleriyle kendi fetvayı idamlarını yazıyordu.

1335 senesi eylül ortalarına doğru idi ki; Doğu Anadolu’nun Konya, Ankara ve Kastamonu da dahil olmak üzer hükümetle olan irtibatları, zorbaların şer ve ifsadıyla kamilen alakalarını kesmiş, hiçbir tarafla muhabere imkanı kalmamıştı. Artık tehditlerini yapmaya muvaffak oluyorlar. Hükümeti de pek müşkül bir mevkiye koymuş bulunuyorlardı. İstanbul’daki mümessilleri marifetiyle şuraya buraya ve en yüksek makamlara müracaat eden safdil (kolay aldatılan) bazı büyük zevat ise, bilmeyerek ve anlamayarak onlara yardaklık ediyordu.

(Arkası var.)

***

Harekat-ı Milliyenin İçyüzü (Milli Hareketin İçyüzü)[3]

Yazarı: Keşfi

(Dünkü nüshanın devamı)

Zorbaların burada yardakçılığını ifa eden azgın ittihatçıların sınırsız sevincinde vesile teşkil eden genel münasebetleri kesme karşısında adeta şaşırmış, mütereddit ve kararsız bir hayat karmaşası içinde yaşamaya başlamış olan merkezi hükümet, daha o zaman kararını verse, uzun süre meydan vermeksizin yılanın başını ezseydi, bugün bu kötü akıbete giriftar edilmez, meşru hukukumuzun bu mertebe tahakküm ve zorbaların çiğnemesine şahit olmazdık.

Herkesçe malum idi ki, sahte kahramanların Anadolu’da gösterdikleri bütün o gösteriler, blöften başka hiçbir esasa dayanmıyordu. Bilhassa Şark-ı Anadolu’da (Doğu Anadolu’da) vukua getirilen isyan hadiselerinin kapsam dairesinde ancak tertip edenlerden, teşvik edenlerden ve tesir edenlerden başka hiçbir fert yoktu. Bütün halk, harp senelerinin mevcudiyetleri üzerinde açtığı elim yaraların telafi ve tedavisine çaba sarfetmeleri ve sırf kadere mecburiyet his eden ve öyle yapmakla da gelecek azığını temin etmeye çalışan biçare ahaliden (halktan) hiç biri onlara mütemayiil (yönelen) değildi.

Şu kadar ki; yıkmak, asmak, kesmek, canice siyaset bütün bulundukları mahalleri dehşet ve haşyet (korku) içinde bıraktıkları içindir ki hiçbir fert şakşakçılığa muktedir olmamakta ve binetice de hıyanetlerini devam ve ziyade eylemekte (artırmakta) idiler.

Türlü türlü nam ve unvan ile aldıkları vergilerden ayrı Padişah hazretlerinin hukukuna da taarruz ve tecavüz suretiyle asker topluyor, itaat etmeyen, boyun eğmeyenler hakkında en şiddetli cezalar ve en dehşetli işkenceleri tatbik etmekte dakikasını geçirmezler…

Ve bu kötüler, bu fena kimselerdir ki halk onlardan büsbütün nefret ederdi… Bugün askerlik bedeli namı altında herhangi bir zavallıdan aldıkları iki yüz elli liranın acısı unutulmadan iki ay sonra diğer iki yüz elli daha vermesine mecbur edilmesi ve bunlara benzer türlü türlü entrikalar, gerek ithalat ve gerekse ihracat üzerine konulan fahiş ve çeşitli vergiler ortalığı usandırmış, canından da bezdirmişti.

Şikâyet için vasıtaları da yoktu. Bütün postaların, telgrafların asilerce sansür, hem pek sıkı bir sansüre tabi tutulması, biçarelerin elini ayağını bağlamış, pek elim ve son derece müşkül bir hale giriftar eylemişti (uğramışlardı).

Cani hareketler aleyhinde tek bir kelime söyleyenin, küçük bir cümle yazanın cezası, hiç şüphesiz idamdı. Hem de bu idamların hiçbir yerde görülmeyen çeşitleri de vardı.

Cürmün (suçun) derecesine göre diri diri çukura gömmek; eli ayağı bağlanarak başına büyük taşlar salıverilmek; ağaçlara bağlanarak kafasına değnek vurmak; yüzü yukarı yatırılıp karnına ağır bir cismin atılarak bağırsakları parça parça eylemek; suda boğulmak….. vs. Bütün o cezaların tatbikat sureti, sayılarına göre idi.

Her gün bu çeşit mezalime şahit olan herhangi bir Müslümanın pek tabii idi ki, sabır ve tahammülü tükenir, aram ve takati kalmazdı.

Ve hakikaten o duruma gelmişlerdi. Bir kurtarıcı çıksa da onları teşriki mesaiye davet ederek asilerin kahır ve tenkilini (tepelemelerini) teklif eylese, bila istisna (istisnasız) tümü inkıyat edecek (boyun eğecek) ve itaat göstereceklerdi.

Canları yanan, ev barkı söndürülen, gözleri önünde evlat ve afhad (torunları) idam edilen, mal ve menalı (varı yoku) duçar gasp ve talan olan ve en nihayet mevcudiyetine de kast edilen biçarelerin en son müracaat edeceği vasıta da bundan başkası olamazdı. Ne çare ki; İstanbul’un faydasız inlemesine, düzmece gösterişlerine, şantajına, blöfüne ehemmiyet veriliyor, asiler de bir mevcudiyeti tevahhüm (kuruntu) olunuyordu.

O sırada faaliyetin zirve mertebesine ulaşan “Milli Kongre”nin ve “İzmir Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti”nin telaş ve heyecanı ise bütün sade dil ve saf kalpli hal üzerinde mühim bir tesir icra ediyordu.

“İrade-i Milliye” fazahatnamesi delicesine neşri arasında İtilaf devletleri temsilcilerine hitaben çekilmiş olan telgrafnamelerin, merkezi hükümete gönderilen isyan evraklarının Mamüratû’l Azizi (Elazığ) valisi ve yandaşları hakkında uydurulan suçlama belgeleriyle aynı şekilde dehaletine (merhametine sığınmaya) dair olan hezeyancı neşriyatın, Hilafetin yüce dergahına gönderildiği beyan olunan istifanamenin (yardım dileme) ve bunlara benzer isyan belgelerinin birer sureti de yayılmakta ve bunlar “İzmir Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti” tarafından çoğaltılarak mal bulmuş mağribi gibi genelleştirilmekteydi.

Harbiye Nezareti dairelerinde yine adı geçen bakanlık memurları tarafından “şapoğraf” (teksir) makinesi vasıtasıyla binlerce çoğaltılan buna benzer neşriyatın düzgün bir şekilde düzenlenmiş ve hazır hale getirilmiş, endişesizce tevzi edilmesi güvence altına alınmıştı. Ve bütün bunlar o sırada hükümetin aciz ve lakaytsızlığına atfolunduğu içindir ki, halk nezdinde hüsnü telakki ve kabule mazhar oluyor, bağilere (asilere) karşı bir temayül hissi doğuruyordu. Bundan dolayıdır ki, hareketçilerin küstahlıkları günden güne önemli bir çoğalmayla kuvvet elde ediyordu.

1335 senesi Eylül sonlarında idi ki, merkezi hükümet azılıların meşru olmayan taleplerine gerisin geriye mecburi itaat ettiğini izhar (ortaya çıkmak, açıklamak) etti. Halbuki üzerlerine o zaman sevkedilecek pek pek az bir kuvvet, bir anda onları darmadağınık edecek yok olmaya maruz bırakacaktı. Çünkü bütün halk böyle bir kuvvetin yardım etmesine şiddetle bekliyor, onlara iltihak için (katılmak için) sabırsızlık gösteriyordu.

Zaten Aydın vilayeti kötü işgaliyle, işgal sahası hudutlarında toplanan, vatani bir maksat uğrunda silahına sarılan vatansever halk -ekseriyet itibarıyla- onların hareketlerine iştirak etmiyor, maksatlarını göz önünde bulundurmuyorlardı. Hele Aydın ve Nazilli cephelerindeki hakiki “Kuvvayı Milliye” o çeşit şaibelerden hemen hemen münezzehti (uzaktı).

Akhisar ve Salihli cepheleri kuvvetlerinin asilere uyarak hükümetle alakalarını kesmeleri hakkında Alaşehir kongresindeki teklifinde daha önce izah eylediğimiz veçhiyle redde mahkum olması, akametle karşılaşması ile de nümayan (görünür) olmuştu ki, isyanın ibresini “Sivas” teşkil ediyordu. Onların da bütün İzmir ve havalisi cepheleri hariç kaldıkça hiçbir şey yapmaya iktidarları yoktu. Çatlasalar, patlasalar mümkün değil bir aks’l amel (tepki, reaksiyon) icra edemezlerdi.

(Arkası var.)

[1] Serbestî, Numara: 644, Salı 8 Haziran 1920, s. 2

[2] Serbestî, Numara: 645, Çarşanba 9 Haziran 1920, s. 3

[3] Serbestî, on ikinci sene, numara: 648, Cumartesi 12 Haziran 1920, s. 3