Selahattin Demirtaş’ın romanı Leylan’ı kısa bir zaman içinde okudum. ‘Kitabı elden bırakamadım…’ denir ya, öyle. (Selahattin Demirtaş, Leylan,  Dipnot Yayınları, 2020, Ankara)

Leylan, aslında iki romanı içeriyor. Birincisine Leylan diyebiliriz. Bu birbirleriyle, ilkokul, ortaokul ve lisede arkadaş olan Kudret, Kemalettin ve Süphan’ın, bir Kürd şehrinde, muhtemelen Diyarbakır’da ilişkilerini dile getiriyor. Bu ilişki, Kudret’in, okul arkadaşı Serap’a (Leylan) duyduğu sevgi, aşk çerçevesinde gelişmektedir. Bu üç arkadaşın, Avukat, şair İhsan Biçici’yle ilişkileri, bu şehrin Diyarbakır olduğunu anlatmaktadır. (s. 58-59) Ailesi, Serap’ı nişanlamaya çalışmakta ama nişan her seferinde, bu üç arkadaşın hazırladığı planlarla bozulmaktadır. Kudret, Serap’ın başka bir insanla evlenmesine kati surette izin vermeyecektir. Kudret’in, Serap’a sevgisi, aşkı, aslında karşılıklıdır. Serap da Kudret’e aşkla bağlıdır. Kemalettin oto tamircisidir. Kemalettin’in bu konuda ustalığı gittikçe gelişmektedir. Kudret ve Süphan da Kemalettin’e yardım ederek oto tamirciliği konusunda birşeyler öğrenmeye çalışmaktadırlar. Bu ara Kudret’de okuma zevki gelişmiştir.

Kudret bir gün, tamir ettikleri bir arabada bir kitap bulur. Bu kitabı okumaya başlar. Mehmet Uzun’un Bîra Kederê romanıdır. Kudret Kürdçe bir kitap okuyabilmekten çok büyük mutluluk duyar. Arabanın sahibi Kudret’e başka kitaplar da verir. Kudret okumasını geliştirir.  (s. 50-51)

Lise arkadaşlarından biri de Netice’dir. Sınıfta Serap’a duyulan ilgi Netice’nin güzelliğinin farkedilmesini engellemiştir. Uzun yıllar sonra bu üç arkadaş, Diyarbakır’da Netice ile karşılaşmışlardır. Netice, üniversite eğitimimin sonunda üniversitede öğretim üyesi olarak kalmıştır. Türkoloji bölümünde doçenttir. Bir saha çalışması için Diyarbakır’dadır. Sınıf arkadaşı Serap ile de görüşmektedir.

Kudret, okumaktan hoşlanan biridir. Netice, sınıf arkadaşı Kudret’in okumaktan hoşlandığını anlayınca, hazırladığı bir roman taslağını verir. Okumasını ve önerilerini bildirmesinin ister. Roman taşlığı ‘Hayat Hep Yarımdır’ adını taşımaktadır. Leylan’daki ikinci roman, Hayat Hep Yarımdır adını taşımaktadır. s.7-66 Leylan, s. 67-293 Hayat Hep Yarımdır romanıyla ilgilidir.

Bu iki romanın üslubu da farklıdır. Leylan’da bölümler, 1, 2, 3… şeklinde numaralanmamıştır. Hayat Hep Yarımdır’ da ise, bölüm başlıklarında, 1’den 29’a kadar numaralar vardır. Bunu anlamak mümkündür. Çünkü, roman farklı bir kişi tarafından yazılmaktadır.

Yazarın bu tutumu Mehtap  Ceyran’ın,  Mevsim Yas romanındaki üslubu hatırlatmaktadır. Orada, başkarakter Zehra öğretmen, 1990’lardaki Batman’ı anlatmaktadır. Baskı-zulüm, takibat… Öğretmen Zehra, takibat altında olan, ortalıkta görünmemeye çalışan, Hizbullah tarafından tehdit edilen,  arkadaşı Taha’nın yaşadığı eve uğrar. Arkadaşı Taha yoktur, onunla ilgili bir haber de yoktur.  Hizbullah tarafından kaçırılmış olabileceğini düşünür. Ama arkadaşının evinde bir defter bulur. Bu, Taha’nın günlükleridir. Olayla artık, bu defterde yazılanlar çerçevesinde anlatılır. (İsmail Beşikci, Dönemin Romanları, nerinaazad, 19.3. 2019)

Bu konuda, Mevsim Yas ve Leylan arasında çok önemli bir fark vardır. Taha’nın günlüklerinde yine Batman anlatılar. Leylan’da ve Hayat Hep Yarımdır’da anlatılanlar ise çok farklıdır.  Leylan’da olaylar Diyarbakır’da geçmektedir. Hayat Hep Yarımdır’da ise İstanbul’da geçmektedir. Dile getirilen olaylar, ilişkiler çok çok farklıdır.  Hayat Hep Yarımdır’da, Leylan’daki karakterler de yoktur, ilişkiler de yoktur.

Hayat Hep Yarımdır

Hayat Hep Yarımdır romanı, Zeliha’nın Mardin’den kaçarak İstanbul’a gelmesiyle başlamaktadır. Zeliha’nın ailesi yoksuldur.  Babası bir şirkette yük taşımaktadır. Anası, evlere temizliğe gitmektedir.  Küçük kardeşlerine Zeliha bakmaktadır.  Evin,  yemek, bulaşık, çamaşır, temizlik vs. bütün işleriyle hep Zeliha ilgilenmektedir. Aile kızlarının bu gayretinin bilmekte ve onu çok sevmektedir.

17 yaşlarındaki bu genç kız, bir gün, evlerinin önündeki küçük bahçede, yetiştirdikleri sebzeleri sularkan, işsiz, içkici, her daim içen, evde olan, komşusunun tecavüzüne uğrar. Ama bu tecavüzü ailesine anlatamaz. Komşularının bu tacizinden kurtulmak için, ailesinden habersiz, İstanbul’a kaçar.

İstanbul’a ilk defa gelmektedir. Daha doğrusu ilk defa Mardin dışına çıkmaktadır. Parası yoktur, kalacak yer vs. yoktur.  Garda otobüsten indiği zaman,  nereye gideceğini, ne yapacağını bilmemektedir.  Birkaç kişiye, yol, iz sorar, sosyal yardım derneği, belediyenin aşevi gibi yerler sorar.  Fakat, sordukları kişiler, O’nu aşağıdan yukarıya süzmelerinde rahatsız olur. Sonunda Mutlu Açıkgöz ile tanışır. Mutlu, avukatlık yaptığını söylemektedir. Gözden özürlüdür.

Zeliha’yı evine götürür. Evde kahvaltı yaparlar. Mutlu O’na para da verir. Herhangi bir yardıma ihtiyaç duyduğu zaman, Taksim’e, Gümüşsuyu’daki Mîr Kafe’ye gitmesini söyler.  Mîr Kafe’de, seninle ilgilenecekler olabilir, der. Mîr Kafe’yi,  Bedirhan  çalıştırmaktadır.

Bedirhan, Nusaybinlidir. Arkadaşı Celal Tatvanlıdır. Tarsuslu bir arkadaşları daha vardır.  Sema. Bu üç arkadaş üniversiteyi beraber okur. Bedirhan, Tarih, Celal Psikoloji, Sema,Tıp tahsil etmektedir. Her üçü de üniversiteyi normal süreleri içinde bitirirler. Sema, Kanada’da eğitimine devam ederek, beyine, cerrahisi konusunda uzman olmuştur. Bedirhan ve Celal de eğitimlerinden sonra üniversitede kalmışlar,  öğretim üyesi olmuşlarıdır. Her ikisi de doçenttir. Çevrelerinde,  öğrencilikleri dönemindeki, muhalif kimlikleriyle bilinirler. O zamanlarda, onlar hakkında,  her muhalif gösteride yer almaya çalışırlardı, şeklinde bilgiler vardır.

Dr. Sema ve Bedirhan evlenirler. Deniz ve Mazlum adında çocukları vardır. İşte Zeliha bu ailede çalışmaya başlar. Çocukların bakımından sorumludur.  Deniz ve Mazlum, Zeliha’yı abla olarak görür. Aile de Zeliha’ya kendi kızları gibi muamele eder. Zeliha, artık ailenin bir bireyi olmuştur.

Bedirhan ve Celal, kısa zamanda doçent olmuşlardır. Ama muhalif kimliklerinden dolayı kendilerine profesörlük kadrosu verilmez.

‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisini her ikisi de imzalar. İmzadan sonra, Her ikisinin de üniversitedeki görevine son verilir. Zaten, Bedirhan, Taksim’de Mîr Kafe’yi bu tarihten sonra kurar ve çalıştırmaya başlar.

Bir süre sonra, Celal, ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisinden imzasını geri çeker. Üniversiteye döner ve çok kısa bir zaman sonra profesör olur.  Kendisine yakında bir fakültenin dekanı olacağı da bildirilir.  Bu eyleminden dolayı Bedirhan Celal’e çok kırılır, araları açılır, birbirlerine küserler.

Bedirhan, kafasında kendisine rahatsızlık veren bazı durumlar olduğunu hisseder. Üzülmesin diye eşi Sema’ya haber vermeden birkaç beyin cerrahisi doktoruna muayene olur. Doktorlar, ciddi sorunlar olduğunu belirtirler. Sorun teşkil eden tümör çıkarmak için ameliyat önerirler.

Bedirhan, son anda, hasta durumunu beyin cerrahisi uzmanı eşi Sema’ya da açıklar.  Dr. Sema, çalıştığı hastanedeki öbür doktorlarla da istişare ederek, eşini kendi çalıştığı hastaneye aldırır.  Ogün ameliyat olacaktır. Sabah, oğlu Mazlum’u kreşe,  kızı Deniz’i okula bıraktıktan sonra,  hastaneye gidecek, ameliyat masasına yatacaktır.

Bundan önce, Bedirhan, eşi Sema’ya,  uzun zamandan beri küs olduğu Celal’i de Mîr Kafe’ye davet ederek, birlikte bir görüşme gerçekleştireceklerini söylüyor.

Oğlu Mazlum’u kreşe bırakır. Kullandığı araba, kızı Deniz’i okuluna görürken bir trafik kazası meydana gelir. Deniz yaralanır. Bedirhan ise, ağır yaralı ve şuuru kapalı olarak hastaneye kaldırılır.

Bedirhan’ın şuuru, eşinin ve öbür doktorların bütün müdahalelerine rağmen, çok yoğun ilgiye rağmen normal sürede açılmaz. Dr. Sema, daha başka doktorlardan yardım alabilmek için Bedirhan dosyasını, internette, beyin cerrahisi doktorlarının görüşüne sunar.  İsviçre’den bir hastane, dosya ile yakından ilgilendiklerini bildirir. Bedirhan’ın İsviçre’ye getirdikleri zaman, bu hastayla yakından ilgileneceklerini bildirir. Hastanın ve hastaya refakat edecek iki kişinin yol ve masraflarını,  İsviçre’de kaldıkları süre içindeki bütün masraflarını karşılayacaklarını da bildirirler. Dr. Sema, bir hemşireyle birlikte, Bedirhan’a refakatçi olarak İsviçre’ye giderler.

İsviçre’de hastanede, şuuru açılmayan hastalar konusunda bir cihaz geliştirilmiş. Hastanın zihni, sağlıklı bir kişinin zihniyle birleştirilerek sağlıklı kişinin zihninden hasta kişinin zihnine gönderilen elektirik dalgalarıyla kapalı şuur açılmaya çalışılıyor.  Romanda, bu biyoelektriksel aktiviteler olarak tanımlanıyor. (s. 187)

Yazar bu süreci çok etkili, çok başarılı anlatıyor. Leylan’ın Küdçe’ye çevrileceğinde dair bir haber okudum. Çevirmenin, Kürdçe’yi ve Türkçe’yi çok iyi bilmesi elbette önemli. Ayrıca, tıbbi terimler de vakıf olması gerekiyor.

Teknolojideki bu tür gelişmeleri Aldous Haxley (1894-1963) Yeni Dünya romanında dile getirmişti. Leylan’da bu romandan Cesur Yeni Dünya, şeklinde söz ediliyor. (s. 270) George Orwell’de (1903-1950) 1984 ve Hayvan Çiftliği romanlarında, teknolojideki gelişmelerin, insanları, onların, duygularını, düşüncelerini tamamen ‘Büyük Ağabey’in denetimi altına alacağını vurguluyordu.  George Orwel’in, gazeteci olarak İspanya İç Savaşı’na (1936-1938) katıldığını, Franco’ya karşı Cumhuriyetçilerden yana tavır koyduğunu da belirtelim.

İsviçre’deki hastanede, Linda isimli İrlandalı bir doktor vardır.  Beyin cerrahisi konusunda uzman bir doktor.  Dr. Linda, Dr. Sema ile yaptığı özel bir görüşmede, Bedirhan’ı, Celal’i, Dr. Sema’yı yakından tanıdığını söylüyor. Yıllar önce, öğrenci değişimi programı çerçevesinde, İstanbul’a geldiğini, Bedirhanla, Celalle arkadaşlık kurduğunu, Semayı da tanıdığını söylüyor.

Bu arada bir sırrını da açıklıyor.  O dönemde, Celalle aşk yaşadığını, hamile kaldığını belirtiyor. Hamileliğini Celal’e bildirdiğinde, Celal’in bunu hiç kabul etmediğini, bebeği, aldırması gerektiğini dile getiriyor. Bu aşamadan sonra, Celal’in ortadan kaybolduğunu, hiç görünmediğini de söylüyor.  Kendi katolik inançları doğrultusunda bebeği doğurduğunu, yetimhaneye yerleştirdikten sonra İrlanda’ya döndüğünü de vurguluyor. Bütün bunlardan, Celal’in hiç haberinin olmadığını, ama Bedirhan’ın süreci yakından bildiğini, kendisine çok yardım ettiğini de anlatıyor. ‘Celal’i hiç affetmeyeceğim’ diyor. Bedirhan’ın, yetimhanedeki bebekle de yakından ilgilendiğini,  çok sonra yetimhaneden alarak bir aileye evlatlık verdiğini, tahsili için her türlü olanağı sağladığını da konuşuyor. Bu çocuğun, şimdi avukatlık yapan Mutlu olduğunu, Mutlu’nun, kendi kızı olduğunu açıklıyor. Mutlu’nun kör olarak dünyaya geldiğini söylüyor. Ama, Celal’in bunlardan hiç haberi olmadığını tekrar vurguluyor. Bütün bunları, ilgiyle, hayretle dinleyen Dr. Sema, ‘Bedirhan, hastaneye yatmadan önce herhalde bu ilişkileri açıklayacaktı, uzun zamandan beri küs olduğu Celal’i davet etmesinin nedeni herhalde bu ilişkileri açıklamak içindi…’ şeklinde düşünüyor.

Linda İrlanda’ya döndükten sonra Tıp eğitimini tamamladığını ve Kanada’ya giderek uzmanlık eğitimini de geliştirdiğini söyler.

Celal, ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisinden imzasını geri çekmekle çok büyük bir hata yapığının bilincine varır. İmzasını geri çektiği andan itibaren derin bir bunalım içindedir. Bu bildiriden imzasını geri çekmekle onurunun zedelediğini, ayaklar altına aldığını hisseder. Başbakan’ın da katıldığı bir uluslararası sempozyumda, dekanlığının ilk gününde,  özeleştirir yaparak, çektiği imzayı tekrar koyacağını vurgular. (s. 154-155)  Bunun üzerine elleri kelepçelenerek gözaltına alınır. Prof. Dr. Celal, gözaltından Avukat Umut’un çabalarıyla kurtarılır.

Bedirhan, Linda-Celal arasındaki ilişkilerden doğan sırrı açıklama fırsatı bulamadan ameliyat masasına yatmış ve bir daha kalamamıştır. Bu sırrı bizzat Linda açıklamıştır.

Anadilin Eğitimdeki Rolü

Leylan romanında anadilin eğitimdeki rolüyle rolüyle ilgili çok önemli bir anlatım var. Yazar Selahattin Demirtaş, başkarakter Kudret’in ağzından anadilin ne kadar gerekli olduğunu anlatıyor. O bölüm şöyle:

“Süphan ve Kemalettin’le mahalleden çocukluk arkadaşıyız. İlkokul, Ortaokul ve Lise’yi aynı sınıfta okuduk.  Okuduk dediğim lafın gelişi tabii. İşin doğrusu, hiçbirimiz ne okuduk, ne yazdık. Aklımız yetmediğinden değil, ‘dilimiz’ yetmediğinden. Küçükken de Kürttük biz, hatta daha Kürttük.  Okula başladığımızda sadece birkaç kelime Türkçe biliyorduk, o da ‘analı bacılı’ küfürlerden ibaretti.  Babalarımızın askerdeyken öğrenip bize öğrettikleri kadar Türkçe konuşabiliyorduk yani. İlkokul bittiğinde bile hiçbirimiz Türkçe’yi ne tam anlayabiliyor, ne tam konuşabiliyorduk. Beş yıl boyunca anlatılan derslerin çeyreğini bile anlamamıştık. Bunu sınıfın geneli için söylüyorum.  Biz üçümüz o çeyreği de anlamamıştık. Yedi yaşında bir Türk çocuğunu İstanbul’un göbeğinde Çince eğitim yapan ilkokula gönderdiğinizde,  ne kadar matematik, hayat bilgisi, Çince öğrenebilirse biz de o kadar öğrendik işte.

Dersler olmasa okul güzeldi. Bizim için okul sokaktaki hayatımızın, oyunlarımızın parçası,  devamı gibiydi. Okulu seviyorduk, sınıfı değil.  Sınıf boğucuydu, ürkütücüydü. Kendimizi yabancı hissettiğimiz, aşağılandığımız bir yerdi,    Dışarda, kendi dilimizle bize sorulan her soruya bülbül gibi cevap verirken,  sınıfta dut yemiş bülbüle dönerdik. Öğretmenin söylediklerini anlayıp cevap verebilmek için çok çabalardık. Anlayamazdık ama.  Sınıfta Türkçe bilen tek kişi öğretmendi. Kürtçe-Türkçe karışık verdiğimiz her cevaptan sonra,  aşağılanırdık. Esmer kulaklarımızdan tutulur,  siyah başımız kara tahtaya çarpılırdı. İçimizden sayardık her çarpmayı. Yek, du, sê, çar… Sayı saymayı böyle böyle öğrendik Birimiz tahtanın önünde dayak yerken,  geri kalanlarımız onunla alay eder gülerdik. Büyük bir sevinçle öğretmenden taraf olduğunuzu göstermek isterdik.   Kimse zayıftan, aşağılanandan yana olmak istemezdi.  Ama her halükarda,  sırayla o tahtanın önünde dikilip dayağımızı yerdik. Dayak sonrası sıramıza giderken arkadaşlarımızın acımayla karışık alayları devam ederdi.  Kulaklarımız kızıla keserdi. Sadece çekildikleri için değil,  utançtan, öfkeden, çaresizlikten.  Sizin hiç onurunuz kırıldı mı? Şevkinizim kırılmasına, ayağınızın kırılmasına benzemez onurunuzun kırılması.  Hele çocukken! Bir bardak leblebi tozunu bir kerede ağzınıza doldurmuş gibi olursunuz. Ne yutabilirsiniz, ne nefes alabilirsiniz.  Yutmaya çalıştıkça boğulursunuz,  yutamazsanız zaten boğulursunuz.  O anda mutlaka bir bardak su içmeniz gerekir.  Biz de yerimize oturunca,  bir bardak su yerine,  öğretmene Kürtçe küfürler saydırırdık içimizden.  Bazan mırıldanır gibi çıkardı ağzımızdan. Aramızdan biri öğretmene yaranabilmek için hemen ispiyonlardı: ‘Öğretmen, Kudret sana küfür yapmiş’ Çıldırırdı öğretmen.  ‘Ne dedi, ne dedi’ diye bağırırdı.  Neyseki hiç kimsenin,  Türkçesi çeviri yapmaya yetmezdi. ‘Ez ê kîrê kere têxîm bav û kalan te û pîrên te jî’yi hangi çocuk Türkçeye çevirebilir ki?” (s. 16-17)

Kudret’in, Kemalettin’in, Süphan’ın, Kürd çocuklarını seven, onlara, ‘anadilinizi unutmayın’ diyen öğretmenleri de olmuştur. “… O da Türktü. Ama bizi Kürtçe sevdi. Biz de en çok O’nu sevdik. İki dilli olmamızın güzelliğini bize o öğretti. Anadilinizi unutmayın, diye tembihledi. İlk defa Kürt olmaktan utanmadan sınıfa girer olduk. Ama çok sürmedi. Dört ay sonra okulun önünde, ensesinden tek kurşunla vurulduğunda yirmi beş yaşındaydı. Adı Feryad Mahir’di.’ (s.28)

Hayat Hep Yarımdır ve Kendi Olma Durumu

Hayat Hep Yarımdır romanının felsefi yönleri de var. Yaşam nedir? Mutluluk nedir? Kesintisiz mutluluk var mıdır?  gibi konular gündeme getiriliyor. Bunları, Zeliha’nın, görme özürlü avukat Mutlu’yla konuşmalarından öğreniyoruz.

Romanda, iki karakterin akıbeti beni çok ilgilendirdi. Yazının başında, kitabı elden bırakamadığımı söylemiştim. İki kişinin akibeti beni sarıp sarmalamıştı. Bunlardan biri Zeliha, biri de Bedirxan. Zeliha, O’na değer veren iyi bir ailede çalışmaya başladı. Bedirxan ise, eşinin bütün ilgisine rağmen, öbür doktorların gayretine rağmen, İsviçre hastanesinin yoğun çabalarına rağmen ameliyat masasından kalkamamıştır. Şuuru açılamamıştır. İsviçre’den İstanbul’a dönülmüş, birkaç dün sonra Bedirxan’ın beyin ölümü de gerçekleştir. Bu hüzün verici bir durumdur. Bedirxan’a duyulan ilgi insani niteliklerinden dolayıdır. Yoksa, ne Nusaybinli Bedirxan’da, ne Tatvanlı Celal’de  Kürdlüğün kırıntısı bile kalmadığı hemen görülmektedir. Buna Hayat Hep Yarımdır, dosyasının hazırlayan Diyarbakırlı Netice’yi de eklemek gerekir.

Bunu şu şekilde açıklamak mümkündür. Leylan’da olaylar Diyarbakır’da geçmektedir. Kudret de, Kemalettin de Süphan da, devletin ağır baskılarına rağmen Kürd kalmaya, kendi olmaya direnmektedir.

İstanbul’daysa, süreç farklı gelişmektedir. Bir insan, bir aile yerinden yurdundan  koparılıp çok uzak diyarlara savruldu mu, onun artık kendi kalması zordur. Sürgünlük,  sürgün mekanları asimilasyon için çok elverile ortamlar, zeminler hazırlamaktadır. Nusaybinli Bedirxan’da, Tatvanlı Celal de, Hayat Hep Yarımdır dosyasının yazarı Diyarbakırlı Netice de artık kendi değildir. Üniversite öğretim üyesi olmaları, profesör olmaları kendi olmalarını sağlamamaktadır.  Kürd medreselerinde okuyanlar ise, Kur’an, Hadis, Kelam… ne okurlarsa, Kürdçe okudukları için, kendi kalma olasılıkları çok daha yüksektir.

Leylan yazarının vurguladığı gibi yaşadıkları hayat artık kelepir bir hayattır. ’Yaşananlar, kelepir bir hayatın ikinci el versiyonu gibidir Yaptığınız hiçbir şey size ait değildir, benliğinize, özünüze. Hayatınız tümüyle güvencesiz, bir ortamın size yaptırdıklarından ibarettir.’ (s. 27)

Devletin, baskı-zulüm ortamında kendi kalma nasıl sağlanır? Bu herşeyden önce iç sorgulamayı gerekli kılar. Çok büyük bir nüfusumuza rağmen, çok geniş bir toprak üzerinde oturmamıza rağmen, neden, Türklerin, Arapların, Farsların konumu karşısında, sağlıklı, ciddi bir konumumuz yoktur? Neden Türklerin, Arapların, Farsların sahip olduklarına biz sahip değiliz? Neden kendi geleceğimizi biz belirleyemiyoruz, neden bizim geleceğimizin belirlenmesinde, nüfusu bir milyonu bile bulmaya, halklar, devletler rol oynuyor da bir hiç bir şekilde dikkate alınmıyoruz? … şeklinde iç sorgulamalar…

Celal, ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisinden çektiği imzayı tekrar koymaya çalışırken, Kürdlükle ilgili birkaç söz söylemişti. (s. 226-227) Ama konuşmasının sonunda, ‘Kahrolsun faşizm…’ diyerek, Kürdlükten ne kadar uzak olduğunu da göstermişti. Faşizm,  kavramı, Kürd/Kürdistan sorununu açıklayamaz. Sömürge kavramlarını kullanmak gerekir. Aslında Kürdistan sömürge bile değildir. Bu görüşün irdelenmesinde yarar vardır. Afrika sömürgeleri neye sahiptir, Kürdler/Kürdistan Afrika sömürgelerinin sahip olduklarına neden sahip değildir? Filistinli Araplar neye sahiptir, Kürdler /Kürdistan, Filistinli Arapların sahip olduklarına neden sahip olamamıştır? Yahudiler hangi niteliklere sahiptir, Yahudilerin sahip oldukları niteliklere Kürdler neden sahip değildir?… gibi karşılaştırmalar Kürdler ve Kürdistan hakkındaki bilgilerimizi çoğaltacaktır.