Güvenli Bölge, aslında güvenliği olmayan bir bölgedir. Güvenlikte olmayan bir bölgedir. Gerek Fırat’ın Doğusu, gerek Fırat’ın Batısı’nın bir kısmı, Güvenli Bölge diye anılmaktadır. Veya Rojava’nın genel olarak Güvenli Bölge yapılması için tasarımlar geliştirilmektedir. Bölgenin güvenli olmamasının önemli nedenlerinden biri de, Güneybatı Kürdistan’a, Rojava’ya karşı, Türkiye’nin tehditleridir. Uzun zamandır, Fırat’ın Doğusu’na girmek için zamanı kollayan, ilişkileri değerlendiren Türkiye, 9 Ekim 2019’da bu fırsatı yakalamıştır.  Ekim başlarında, Başkan Trump’un ABD askerlerinin büyük bir kısmını bölgeden çekmesi, Fırat’ın Doğusu’na askeri müdahalenin başlatılmasını sağlamıştır.

Güvenli Bölge, Türkiye’nin istemidir. Türkiye, Cizire’den Afrin’e kadar olan bölgeyi Güvenli Bölge olarak düşünmektedir. Bu bölgeyi, Türkiye’nin kontrol etmesini istemektedir. Afrin’de olduğu gibi, Rojava’nın öbür bölgelerinin de Kürdlerden arındırmayı, böylece tehdit olarak algıladığı Kürdlerden kurtulmayı düşünmektedir. Afrin’e silahlı müdahale sonunda, 200 bin civarında Kürdün Afrin’i terketmesi sağlanmış, oraya, Suriye Milli Ordusu (SMO) adı altında,  çihatçı Arap, Özbek, Çeçen, Tacik, Kazak unsurlar yerleştirilmiştir. Bu bakımdan Güvenli Bölge’yle düşünülen tam anlamıyla etnik temizliktir.  Tasarlanan operasyonun Uluslararası Hukuk’daki adı etnik temizliktir. Afrin’de yapılan da budur. Türkiye, çok uzun zamandan beri, ağır silahlarla teçhiz edilmiş bir orduyu sınırda tutmakta, sık sık ‘Fırat’ın doğusuna gireceğiz’, ‘sabrımız kalmadı’ tehdidini yenilemekteydi. Bunlar, devletin iç politikaya dönük bir söylemi olarak değerlendirilse bile, devletin esas amacını, niyetinin de göstermektedir. Türkiye’yi bu konuda durduran ABD’ydi. ABD bölgeden askerlerini çekince askeri müdahalenin yolu açıldı.

ABD askerlerinin büyük bir kısmını bölgeden çekti ama petrol bölgesini Halk Savunma Birlikleri HPG ile kontrol etmeye devam ediyor.  HPG’yi, askeri olarak, silah araç ve gereçleriyle desteklemeye devam ediyor.

* * *

Suriye’de iç savaş, Mart 2011’de başlamıştır. O zamanlardan beri, Suriye’nin çeşitli bölgelerinden, savaş nedeniyle yerini-yurdunu terketmek zorunda kalan pek çok Suriyeli aile vardır. Bu ailelerin çoğu,  Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır. Bunların çoğu Araptır. Bu dönemde, Türkiye’ye Kürlerin yaşadığı alanlardan yani Güneybatı Kürdistan’dan, Rojava’dan kitlesel göç olmadığı veya çok az olduğu da söylenebilir. Öte yandan, bu bölgeden Türkiye’ye ciddi bir tehdidin gelmediği de açıktır. Ama, Kürdlerin, bir statü elde etme çabaları, bu yolda yürütülen faaliyetler, Türkiye tarafından tehdit olarak algılanmaktadır. Türkiye, kendi ülkesindeki Kürdlerle sorunlarını çözme yoluna girse, böyle bir algılama olmaz. Türkiye Kürd sorunun her zaman güvenlik sorunu olarak algılamaktadır.

Türkiye’nin Güvenli Bölge projesinde, bu Arap ailelerin en az bir milyonunu Türkiye-Suriye sınırına paralel olarak gelişen bölgeye, Fırat’ın Doğusu’na yerleştirme vardır. Türkiye, sınır boyunca uzanan Güvenli Bölge’nin 30 km. derinliğinde olmasını istemektedir. Burası, Kürdlerin yaşadığı bir bölgedir. Bölge, Rojava,  zaten 2013’ten beri Özerk Kürd Yönetimi tarafından yönetilmektedir. Türkiye,  ordunun baskısıyla Kürdleri güneye doğru sürmeyi, Kürdlerden boşalan alanlara, Arapları ve Çeçen, Özbek, Tacik, Kazak İŞİD’li aileleri yerleştirmeyi planlamaktadır. Türkiye’nin bu operasyonlarının temel amacıysa bölgenin nüfus yapısını değiştirmektir. Ağustos 2019 sonunda yapılan ABD-Türkiye Güvenli Bölge Anlaşması’nda, 5-10 km. 32 km. derinliğinde bir bölgeden söz edilmektedir.

* * *

Suriye’nin kuzeyi, Cizire’den Afrin’e kadar, Afrin’in de dahil olduğu bölge Kürd bölgesidir. Bölgenin, nüfus yapısının değiştirmek, Suriye’de Baas Partisi’nin çok önemli bir işi olmuştur. Bu bölgeye Verimli Hilal de denilmektedir.

Suriye Baas Partisi, 1960’larda, Kürd bölgesinin nüfus yapısının değiştirmek için çok büyük bir çaba içinde olmuştur. Suriye Cumhurbaşkanı, Nureddin Attasi’nin (1929-1992) görevde olduğu 1966-1970 yıllarında bu konuda çok kapsamlı operasyonlar yapılmıştır. Kürd bölgesinde, belirli bir alandaki Kürdler, büyük kitleler halinde, Suriye’nin güney taraflarına sürgün edilmiş, Kürdlerden boşaltılan bu alanlara Arap aileler yerleştirilmiştir. Bu, Suriye Baas Partisi’nin, Kürdler hakkında yürüttüğü sistematik bir politikadır. Ve bu çerçevede çok kapsamlı operasyonlar yapılmıştır. Kasım 1970’de, iktidara, askeri bir darbeyle Hafız Esad  (1930-2000) gelmiştir. Hafız Esad döneminde de, Kürdlerin güney Suriye’ye sürgünleri,  Arap ailelerin, Kürdlerden boşaltılan alanlara yerleştirilmesi operasyonları devam etmiştir.

Saddam Hüseyin (1937-2006) döneminde, Irak’ta da Baas Partisi, Kürdlere karşı aynı sürgün politikasını sürdürmüştür.  Özellikle Kerkük’ten, Kürd aileler büyük kitleler halinde, Irak’ın güneyine sürgün edilmiş, Kürdlerden boşalan alanlara Arap aileler yerleştirilmiştir.

Gerek Suriye’de, gerek Irak’ta, Kürdlere karşı uygulanan bu politikalar, İran ve Türkiye tarafından çok güçlü bir şekilde desteklenmiştir. Sovyetler Birliği ve ABD’nin bu anti-Kürd uygulamaları anlayışla karşıladığı, bu uygulamalara destek verdiği açıktır. Günümüzdeyse, Suriye’de Baas Partisi’nin yapamadığını Türkiye gerçekleştirmek istemektedir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 25 Eylül 2019 günü Birleşmiş Mlletler’ de yaptığı bir konuşmada, tasarlanan güvenli bölgenin, haritasını da göstermiştir. Ama, bu açıklamaya karşı, Birleşmiş Milletler’de, herhangi bir üyenin, ‘Arap mültecileri yerleştirmeye çalıştığının bu alanda zaten Kürdler yaşıyor. Kürdleri ne yapacaksınız, bu etnik arındırma değil midir?’ şeklinde bir itirazı olmamıştır.  Sadece, İsrail Başbakanı Netenyahu’nun, başka bir bağlamda, bir tepkisi olmuştur.

Cumhurbaşkanı, bu konuşmasında, haritalar göstererek, İsrail’i de eleştirmiştir. Bu eleştirilere karşı, İsrail Başbakanı, ‘Kendi ülkesinde Kürdleri katleden, Ermenilere karşı yapılan korkunç katliamları inkar eden Erdoğan, İsrail’e vaaz veremez…’ demiştir.

Bu çerçevede, İsrail-Arap ilişkileri konusunda bir not düşmek gerektiğini hissediyorum. İsrail, Birleşmiş Milletler kararıyla 1948’de kurulmuştur. İsrail kurulduğundan beri, Arapça, İbranice yanında ikinci bir resmi dildir. Anaokulundan üniversiteye kadar Arapça eğitim yapan kurumlar vardır. Türkiye’deyse, bunca mücadeleye rağmen hala Kürdçe eğitim yapılamamaktadır. Kürdçe şarkı söyleyenler, susturulmakta, eziyet görmekte, ‘Kürdçe şarkı söylemek yasak’ denilerek, sahneye çıkılmakta,  mikrofon,  sanatçının elinden alınmaktadır.

17 Eylül 2019 genel seçimlerinde, İsrail Meclisi’ne 12 Arap milletvekili girmiştir. 119 milletvekili olan Knesset’te Araplar 12 milletvekili ile temsil edilmektedir. Bunlar Knesset’e Arap olarak girmiştir. Diyeceksiniz, Kürdler de TBMM’nde temsil ediliyorlar, örneğin TBMM’de, Halkların Demokratik Partisi’nden 60 milletvekili var’ denebilir. Veya, 60 milletvekili arasında Kürdler de var, denebilir. Hayır, bunlar, TBMM’ye Kürd olarak girmiyorlar, Türk olarak giriyorlar.  ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.’ (Anayasa Madde 66)  gereğince giriyorlar.  Türk devleti, Türk milleti adına da yemin ediyorlar. (Anayasa madde 103) Bu süreçte Kürdlüğün kırıntısı bile yoktur. Kürdler, öbür siyasal partilere örneğin, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne veya CHP’ye vs. de böyle katılıyorlar. Dikkat edelim, Kürdler bunları bilerek adaylık başvurusu yapıyorlar, bunları bilerek milletvekili oluyorlar. Bu, Kürdler adına çok büyük, çok ağır bir zaaftır.

TBMM’ye Türk olarak giren bu milletvekilleri, burada, Kürdlerin haklarını, özgürlüklerini dile getirdikleri zaman da baskıya zulümle karşılaşıyorlar, Türk Parlamento Tarihinde, kimlerin dokunulmazlıkları kaldırıldı? Kimler kitlesel olarak cezaevine konuldu? Hangi belediyelerin,  seçimlerle gelmiş, hatta % 60, % 70 gibi oylarla gelmiş başkanlarının görevlerine son veriliyor? Hangi belediyeler kayyumlarla yönetiliyor?

Güneybatı Kürdistan, Rojava konusunda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önemli yardımcılarından biri, ana muhalefet partisi lideri, Cumhuriyet Halk Partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Kemal Kılıçdaroğlu, 27 Eylül 2019’da, CHP tarafından düzenlenen Suriye Konferansı’nda, ‘Türkiye’nin Kuzey Suriye’de, teröristlere karşı yürüttüğü mücadele meşrudur’ diyerek etnik temizlik anlayışının gelişmesine yardımcı olmaktadır.  Cumhurbaşkanı, 3 milyon Arabı ve Çeçen, Özbek, Tacik, Kazak İŞİD’li aileleri Kürd bölgelerine yerleştirerek Kürdlerden kurtulmayı planlamaktadır. Ama muhalefet partisi lideri de, Şam ve Ankara’nın birlikte geliştirecekleri sandviç harekatıyla Kürdlerin ezilmesini salık vermektedir.

CHP tarafından düzenlenen Suriye Konferansı’nın ana konusu şüphesiz Kürdlerdir. Ama CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, bu konferansa Kürdlerin davet edilmemesine özen göstermiştir.

* * *

İç savaşın başlamasından hemen sonra, Suriye, Güneybatı Kürdistan’daki birliklerini çekti. Kürdler, 2014 Ocak ayında Cizre, Kobani  ve Afrin kantonlarını ilan ettiler. Ağustos 2017’de de Şehba kantonunu ilan ettiler.

2014’de İŞİD Suriye’de ve Irak’ta Kürd karşıtı bir güç olarak ortaya çıktı. İŞİD’e karşı gerekli mücadeleyi, Kürdler ve ABD’nin başını çektiği koalisyon güçleri gerçekleştirdi.

2010-2011 yıllarına kadar Güneybatı Kürdistan’ın, Rojava’nın nüfus yapısını değiştirmek, bölgede, Kürd nüfusu azaltıp Arap nüfusu arttırmak Suriye’de hükümetlerin, devletin çok büyük bir çabasıydı. Günümüzde, bu operasyonları, artık Türkiye gerçekleştirmek istiyor.

Suriye ile Türkiye’nin diplomatik ilişkileri olmayabilir, iki devlet arasında, politik, diplomatik çelişkiler olabilir. Ama, Kürd kazanımlarını engelleme, Kürdlere baskıyı sürdürme konusunda benzer bir anlayışa sahip oldukları besbellidir. Bu bakımdan, Türkiye’nin Rojava’daki Kürdlere baskı, zulüm politikalarının, Şam hükümeti tarafından da anlayışla karşılandığı söylenebilir.

Güneybatı Kürdistan, Rojava sorunu, Suriye hükümetiyle Kürdler arasında bir sorundur. Ama anti-Kürd tutumlarıyla, Türkiye, İran sürecin içindedir. Kürd/Kürdistan böyle bir sorundur. Bölünme, parçalanma, paylaşılma böyle bir sorun yaratmıştır. Bu süreç Kürdleri dostsuz bırakmış, hasımlarının sayısını çoğaltmıştır.

Suriye’de iç savaş Mart 2011’de başladı. O zamandan beri, bu sürece Türkiye çeşitli biçimlerde müdahale etmeye çalışıyor. Suriye’de iç savaş başladığında, Türkiye’nin iki büyük amacı vardı. Beşar Esad yönetimini yıkıp, Müslüman Kardeşler’in egemen olduğu bir Suriye kurmak. Bu mücadele sürecinde ve sonrasında, Kürdlerin hiçbir kazanım elde etmemesini sağlamak. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarının, Afrin’e askeri müdahalenin,  temel nedenleri buydu. Türkiye’nin, Suriye’nin, Irak’ın, İran’ın Kürdlere/Kürdistan’a karşı politikaları olumsuzdur. Bu çok açık. Çeşitli nedenlerden dolayı, birbirleriyle önemli çelişkisi olan devletler, Kürdlere baskı-zulüm konusunda çok kolay bir şekilde bir araya gelip,  daha güçlü bir baskı oluşturabiliyorlar, bu baskıyı-zulmü devamlı kılabiliyorlar.

O zaman, Kürdlerin de bunları karşılayabilmek, etkisiz bırakabilmek için birlikte bir tutum sergilemeleri büyük bir ihtiyaç olarak kendini göstermektedir. Ama, Kürdlerde bu bilincin gelişmediği görülmektedir.  Şunca yaşanmışlığa rağmen, bunca yaşanmış acı olaylara rağmen Kürdlerin, Kürdistan’ın genel çıkarlarını gözeten bir tutumun sergilenemiyor olması dikkate değer bir durumdur. Gerek Rojava’da, gerek Başur’da, örgütler, hala kendi örgütsel çıkarlarını, Kürdlerin, Kürdistan’ın genel çıkarlarının önüne koymaktadırlar.  Bunun, Kürdlerin yaşadığı çok büyük bir zaaf olduğu besbellidir. Ama hasım güçlere karşı birlikte davranmak, Kürdler için bir zorunluluktur. Dilerim, Kürdler bu zorunluluğun bilincine varır.

25 Eylül 2017 Referandumu, Kürdlerin tarihinde, şüphesiz çok önemli bir gündür. Çünkü Kürdler kendi gelecekleriyle ilgili bir oylama yaptılar. Ve sonuç elbette çok olumludur. 25 Eylül Bağımsızlık Referandumu 2018’de ve 2019’da kutlandı.  Ama 16 Ekim 2017 sabahında yaşananlar dikkatlerden uzak tutulabilir mi?

Kürdler, gerek Irak’ta gerekse Suriye’de, İŞİD’e karşı yürütülen mücadele, dünyada çok büyük bir sempati yarattılar. Süreç, sorunun uluslararasılaşmasını de sağladı. Kobani direnişi önemli bir dönün noktası oldu. Türkiye’nin 9 Ekim 2019’da başlatığı Barış Pınarı harekatı, uluslararasında Kürdlere, Kürdistan’a  sempatiyi daha çok artırdı, yaygınlaştırdı. Dünyanın çeşitli bölgelerinden, entelektüellerin, yazarların, devlet adamlarının, siyaset adamlarının 26 Kasım 2019 yayımladığı bildiri, Kürdlerin yanındayız, Kürdler için Adalet bildirisi bu sempatiyi ve Kürd yandaşlığını açıkça göstermektedir.  (We Stand With the Kürds, JUstice for Kurds, November 26, 2019)

Türkiye, Fırat Kalkanı, Zeytindalı ve Barış Pınarı harekatlarını terörle açıklamaya çalışıyor. İkili-üçlü ilişkilerinde, ABD, Rusya gibi devletlere, PYD’yi terörist bir örgüt olarak kabul ettirmeye gayret ediyor. Bunun artık hiçbir inandırıcılığı yoktur. 4 Aralık 2019’da Londra’da toplanan NATO zirvesinde,  28 üyenin hiçbirine bu görüşünü kabul ettirememiştir. Cumhurbaşkanı’nın, 10 Aralık İnsan Hakları gününde, Avusturyalı yazar Peter Handke’ye Nobel Edebiyat Ödülü verilmesinden dolayı,  Nobel Ödül Komitesi’ni eleştirirken, ‘bizden de bir teröriste ödül verdiler’ ifadesi terör suçlamalarının ciddi bir içeriğe sahip olmadığını gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı görevlilerinin bu ifadeyi düzeltmeye çalışırken büyük zorluk yaşadıkları görülmüştür.

Türkiye’nin 2016 Afrin’e müdahalesinden beri özerk bölge bozulmuştur. Daha sonra, Zeytindalı ve Barış Pınarı harekatıyla bozulmanın, yaygınlaştırılması, derinleştirilmesi sağlanmıştır. Bu arada, savaştan kaçan pek çok Arap aile Qamışlo’ya yerleşmiştir. Qamışlo’nun Kürd nüfus yapısı da bozulmuştur. Buna rağmen, Kürdler, Cizire’den  Afrin’e’ kadar olan, Afrin’i de içine alan  bölgeyi Kürd bölgesi, Güneybatı Kürdistan olarak değerlendirmek durumundadır. Rusya ile, ABD ile, yaptıkları ikili görüşmelerde, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumlarla yaptıkları görüşmelerde, Milletler Cemiyeti döneminden beri kendilerine yapılan tarihsel haksızlıkları vurgulamak durumundadır. Bunun için de hasım devletlerin hiç istememelerine rağmen birlikte davranmak becerisini güçlendirmek gerektiğini hissetmeleri gerekir.

PYD’nin, bu çerçevede Suriye hükümetiyle, öbür devletlerle ve uluslararası kurumlarla görüşmeleri normaldir. Bu görüşmeler sürdürülmelidir.