Doğumun Ölümü, Kadir Dağhan’ın romanı.

Kadir Dağhan, Doğumun Ölümü,  İzan Yayıncılık, Ankara 2020, 503 s.

Yazar Kadir Dağhan, (d. 1953, Adıyaman) bu romanda,  doğumun ölümü, ölümün doğumu gibi,  felsefi bir konuyu gündeme getirmektedir. Ama bunu, ders verir gibi yapmamakta, olguları, olgusal ilişkileri kurgulayarak anlatmaya çalışmaktadır.

Olaylar, bir Kürd şehrinin, bir köyünde geçmektedir. Daha sonra batı illerinde devam etmektedir.

Bir dede, yetişkin torunuyla birlikte, satmak için, traktöre yükleyerek şehire kavun götürmüştür. Kendisine çok bağlı küçük bir torunu daha vardır. Çok istemesine rağmen, birtakım engellerden, kontrol noktalarından dolayı küçük torunun yanına alamaz. Küçük torun da dedesine çok bağlıdır. Dedesinin kendisi hakkındaki duygularının yakından bildiği için,  gittiğiniz yere beni de götürün diye ısrarlı olmaz.

Dede ve yetişkin torunu, şehire mal götürmeye gittiği gün köye özel timler baskın yapar. Özel timler, dadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, herkesin evlerinden çıkıp meydanda toplanmasını emreder. İşkenceli sorgular başlar…

Dede ve yetişkin torunu, akşama doğru, şehirden köye döndükleri zaman,  bütün köy halkının, köy meydanında toplanmış olduğunu görür. Kalabalığa iyice yaklaştıkları zaman, dede oğlunun, genç torununun babasının, özel timler tarafından hırpalandığını farkeder.  Özel timlere yaklaşarak, baskıyı, işkenceyi durdurmalarını söyler.  Bunun üzerine özel timler, ‘konuşma lan!…’ diyerek dedeye saldırır. Dedeyi yumruklarla, tekmelerle yere yıkar. Dede, kendini toparlayarak ayağa kalkmaya gayret eder ve ‘bana neden vurdunuz?’ diye hesap sorar. Dedenin bu dik duruşu üzerine, özel timler tekrar, dedeyi sakalından tutarak yere yıkarlar. Tekme- tokat -yumruk girişirler. Yere yıktıkları dedeyi yerde çiğnerler. Bunun üzerine oğlu babasının, genç torunu dedesini kurtarmak için hamle yapmaya çalışır. Genç torunun anası, yani dedeni gelini de kayınpederinin işkence görmesini engellemek için özel timlerin önünde durur. Özel timler gelini saçlarından sürükleyerek yere yıkar, ona da tekme-tokat, yumruk girişir. Oğul, torun, oğulun eşi qğır yaralıdırlar. Sadece hırıltılarla, işkenceyi protesto ederler. Dede vefat etmiştir.

Dedeye ve aileye bu işkenceyi yapanlar, dedenin torunu yaşındaki özel timlerdir. Dedenin genç torunuyla özel timler hemen hemen aynı yaştadırlar.

Ölümün Doğumu

Dedenin katledilmesinden sonra, aile kendi olanaklarıyla, yaralarını sarmaya çalışır. Yetişkin torunun tavır ve davranışlarında değişiklikler olur. Yetişkin torun, duygularını, düşüncelerini kimseye açmaz. Aile, ana-baba, oğullarının dağa çıkacağını hissederler. Ama buna engel olmak için hiçbir girişimde bulunmazlar. Bu, dedenin öldürülmesinden sonra gerçekleşen bir doğumdur. Yetişkin torun yeniden doğmuştur. Devrimci gençler bunu, ‘yeniden doğarız ölümlerde…’ sloganı ile ifade ediyor. Şair Ataol Behramoğlu, bu süreci, bir dörtlükte şöyle ifade ediyor:

Cellat uyandı yatağında bir gece

‘Tanrım’ dedi. ‘Bu ne zor bilmece

Öldürdükçe çoğalıyor adamlar,

Ben tükenmekteyim, öldürdükçe’

Dedenin katledilmesinden sonra yeni bir doğuş daha gerçekleşir. Küçük torundan bu yazının ileri bölümlerinde söz edilecektir.

‘Doğumun Ölümü’

İstanbul’da, Haydarpaşa’dan kalkan, Adana’ya varan, oradan Türkiye-Suriye sınırını takip ederek Irak’a giren bir tren. Tren, Suriye sınırında, bir duraktayken, makinist, İlçe sağlık müdürlüğüne haber yollar:  ‘Bir kadın doğum yapmaktadır. Acele olarak bir ebenin gönderilmesi gerekir, ‘ şeklinde bir haber…

Sağlık Ocağı’ndan ebe Nefise trene ulaşır. (s. 248 vd.) Doğumu gerçekleştirmek için biraz uğraşır. Zor bir doğum olduğunu farkeder. Arap kadını, koçasıyla birlikte arabayla Sağlık Ocağı’na getirir. Sağlık Ocağı’nda ebe Yıldız’ın çabasıyla doğum gerçekleşir.  Arap kadın bir kız dünyaya getirmiştir.

Sağlık Ocağı çalışanlarından Aziz, bebeği kucağına alarak Arap babaya gösterir. ’Sağlıklı bir kız çocuğu, hayırlı olsun…’der.  Arap baba büyük bir öfke küpüdür. ‘Bu kadın şimdiye kadar altı kız çocuğu doğurdu.  Bu yedincisi. Bu bebeği de bu kadını da istemiyorum, ikisini de trenden atacağım.’ der. ‘Erkek evladı olmayan adam baba değildir…’ diye sitem eder.

Sağlık Ocağı personeli bu Arapla etraflı bir şekilde konuşur. Adam bebeği kabul etmemekte ısrarlıdır. Bunun üzerine, Sağlık Ocağı çalışanı Aziz, ‘bebeği ben alırım’ der. Aziz ve Rojda uzun süredir evlidirler ama bir çocukları olmamıştır. Çok çaba harcamalarına rağmen bu gerçekleşmemiştir. Arap babanın bu kararlılığı karşısında, ebe Yıldız,  ölü doğum şeklinde bir tutanak tutarak, bebeği Aziz’e verir. (s.289 vd.)

Bebeğinin kendisinden alınması Arap kadını çok etkiler. Kadın çok derin ruhsal sarsıntı yaşar. Kocasının katı tutumu, azarlamaları, darbeleri sonunda trenden kadının cesedi çıkar. Bu doğumun ölümüdür. Bebeğinin kendisinden alınmasıyla kadın zaten öldürülmüş olmaktadır.

Rojda ve Aziz bebeklerine ‘Delal’ adını verirler. Delal, lise çağına geldiği zaman, sınıflarında, Fikret isimli bir gence duygusal olarak bağlanır. Fikret de Delal’ı sevmektedir. (s. 345 vd.) Fikret’in, yazının başında katledildiğini anlatmaya çalıştığımız dedenin küçük torunu olduğunu anlıyoruz.

Sınıfta başka kızlar da Fikret’e ilgi duyarlar. Ama Fikret onlara yüz vermez. Bu kızlardan biri Betül’dür.  Betül okula Servis arabasıyla gidip gelmektedir. (s.  262 vd.) Babası orduda görevlidir.  Fikret’in ve Delal’in kendisine yüz vermemelerinden dolayı, onlara karşı kin beslemeye başlar. ‘Sizden intikamımı alırım’ duyguları gittikçe kökleşir.

Bir gün, özel timler, Fikretgilin evlerine baskın yapar.  Baskın sırasında baba öldürülür. Babasını korumaya çalışan Fikret de öldürülür. Eşini ve oğlunu korumak için özel timlerin önünde duran Kevok kadın, çok ağır yaralanır. Bu olaydan sonra, Kevok Kadın, ‘Hejaaaa, Hejaaa, Hejaa’ diyerek, eşine ve oğluna kavuşmak için sokaklara düşer, kırlara açılır. (s.400 vd.)

Fikret’in ve babasının öldürülmesinden sonra,  özel timler arasında geçen konuşma şöyledir:

Geberdi mi la bunlar, sesleri çıkmıyor.

Gebersinler. Dirilerine para mı verdik.

Şaka yapmıyorum oğlum, gerçekten mort olmuşlar.

İyi ya iki pislikten daha kurtulduk.

Ne yapacağız peki,

Diğerlerine ne yaptıysak, gömeriz, olur, biter. (s. 400)

Kevok kadın…

Kevok, dedenin oğlunun eşidir, Fikret’in anasının adıdır. Dedenin katledilmesinden, kendisinin ve bütün ailenin darbedilmesinden sonra derin bir ruhsal sarsıntı yaşamıştır, hiç konuşmamaktadır. Oğlu, Fikret, sık sık ‘diya min’ diyerek, ‘bir tek kelime söyle…’ diye sevgisini ortaya koymaktadır. Kevok kadın, bu sevgiyi duyumsamakta, eşine ve oğluna karşı sevgisin belli etmekte ama hiç konuşmamaktadır. Evlerine, özel timler tarafından baskın yapıldığı, eşini ve oğlunu korumak için özel timlerin önüne dikildiği gün, ağzından ‘Hejaaa, Hejaaa, Hejaa… ‘ diye tek kelime çıkmıştır. Eşinin ve oğlunun katledilmesinden sonra, onların arkalarından, onlara kavuşmak için sokaklara düşmüş, kırlara açılmıştır.

“…Yürüdü, koştu, yürüdü. Düştü, kalktı, yürüdü, yürüdü.

Yol kenarlarında baygın yatarken, tarlalarda, bahçelerde otururken rastladılar ona.

Gördüğü her askeri aracın arkasından koşmasını deliliğin işareti saydılar.

Koşabildiği kadar koşuyor,  takatten düşüne kadar durmuyordu. Sonra yığılıp kalıyordu.

Haftalarca, aylarca yürüdü. Ayakları, üstü-başı parçalandı.

Sarhoşların, esrarkeşlerin arasında kaldı.  Tecavüzlerin farkına dahi varmadı.

Herşey soğuk, herşey cansızdı kendisine.  Ne dokunuşları hisseti, ne sesleri duydu.

Dalga geçenleri,  dövenleri, kovalıyanları anlayamadı. Anlayacak durumu da yoktu.

Boş gözlerle, anlamsız ifadelerle baktı daima. Yüzleri seçemedi, seçse ne değişirdi?

Hiçbiri Hejası değildi, Sadece inledi, bağırdı, bağırdı, bağırdı…

Heja, Heja, Hejaaa…

Saçları, tırnakları uzadı. Masallarda tarif edilen korkunç cadılara benzedi.

Köylerine, mahallelerine girmesin diye taşlandı. Kanlar üzerinde kurudu.

Gözyaşları birikti, sonra akmaz oldu.  Karlarda, çamurlarda

taşlarda, dikenlerde yürüdü.

Çıplak ayakları üşüdü, hissetmedi. Yenilmeyecek şeyler yedi, içilmeyecekleri içti.

Ağzından çıkan Hejaa sözcüğü de anlaşılmaz oldu, zamanla.  Boğuk hırıltılara dönüştü. Korkudan kimse yanına yaklaşmadı.  Damarlarında kan dolaşmaz oldu. Görenler uzaklaştı, görmemezlikten geldi.

Terkedilmiş surların altında donarak ölmüş bir kadın cesedi, kimse için bir şey ifade etmedi.” (s.402-403)

Yazar, Kadir Dağhan, bu romanda, ‘Doğumun ölümü’, ‘Ölümün doğumu’ gibi kavramların yanında, ‘insan’ ‘insanlık’  gibi değerleri de gündeme getirmektedir. Dikkat edelim. Bu aileden dört kişi öldürülmüştür. Dedenin, oğlunun, torununun ne zaman,  nasıl öldürüldüğü kısaca anlatılmıştı. Kevok kadının da…

Bu yoksul bir Kürd ailesidir. Bahçelerinde yetiştirdikleri meyve –sebzenin satışı ile geçimlerini temin etmeye, yaşama tutunmaya çalışan bir aile…

Bu aileden dört kişi neden öldürülmüştür? İnsan olarak kalmak istedikleri için öldürülmüştür. ‘Kendi öz kimliğini reddedeceksin, Türk olacaksın…’ dayatmasına evet demedikleri için katledilmişlerdir. Daha doğrusu, bu potansiyel içinde oldukları kabul edildiği için, öbür Kürdlere gözdağı vermek için katledilmişlerdir. Bu süreç, baskı altındaki bir halkın kendi kendini yönetme hakkının,  kendi geleceğini belirleme hakkının, ne kadar değerli ilkeler olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.

İnsan hakları, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, işkenceye, katliamlara maruz kalmama insanlığın evrensel değerleridir. Her yerde, her zaman bu değerleri savunmak, insan olmanın temel koşuludur.

Kevok kadın özel bir kadın değildir, bu Kürd ailesi özel bir aile değildir. Böyleleri, Kürdistan’da onbinlerce vardır. Ama, Yazar Kadir Dağhan’ın, Kevok kadının nasıl öldüğünü/öldürüldüğünü anlatan cümleleri, bu kadının geçmişini de bilen insanların içini kavurmaktadır.

Bu süreçte insanlık değerlerinin tamamen çürütüldüğü açıkça görülmektedir. Bunun bir roman olduğu, yazarın kurgusu olduğu söylenebilir. Fiili olarak yaşananların ise, bu romanda yazılanlardan çok daha ağır olduğu yakından bilinmektedir.

Bu arada, asimilasyon süreciyle ilgili küçük bir not düşmek gereğini duyuyorum. Kürdler, Türklüğe asile edilmeye çalışılmaktadır. Türklük nasıl toplumsal, siyasal, kültürel bir kategoridir? İhtiyarlara, kadınlara karşı, yukarıda kısaca anlatılmaya çalışılan muameleler, bu insan kim olursa olsun, ister Türk, ister Arap iste Kürd… olsun,  Türk töresinde var mıdır?