Seîd Veroj’un Celadet ve Kamuran Kardeşler dosyası çok değerli bir çalışma. Daha önceki çalışması Mevlanzade Rifat ve Serbesti Gazetesi çalışması da öyleydi. Mevlanzade Rifat ve Serbesti Gazetesi, İBV tarafından kitap olarak yayımlandı. Bu çalışmalarda, Serbesti’de ve öbür gazetelerde yayımlanan yazıların Arap alfabesinden Latin alfabesine çevrildiği, önemli bir kısmının günümüz Türkçesine aktarıldığı da biliniyor. Her iki çalışmada da yazıların bir kısmının Kürdçe, bir kısmının Osmanlıca-Türkçe olduğu görülüyor.

Yeni çalışmada, araştırmacı Seîd Veroj, Celadet Bedirxan’ın ve Kamuran Bedirxan’ın, 1913-1923 yılları arasında, dönemin çeşitli gazetelerinde, dergilerinde yayımlanan yazılarını bir araya toplamış. Celadet Bedirxan’ın ve Kamuran Bedirxan’ın, 1913, 1918, 1919 yıllarında, İçtihad Dergisinde, Serbesti ve Türkçe İstanbul gazetelerinde, yayımlanan yazılarının önemli bir kısmı, günümüz Türkçesine de aktarılmış. Bu dosyada, Celadet Bedirxan’ın ve Kamuran Bedirxan’ın Kürdler ve Kürdistan üzerine toplam 30 civarında yazıları günümüz Türkçesine de aktarılmış.

Celadet Bedirxan, Birinci Dünya Savaşı’nda,  Irak, Acemistan ve Azerbaycan taraflarına ihtiyat zabiti (yedek subay) olduğu dönemlerde yaşadığı bazı anılarını da dile getiriyor. Yazılar, Kürdistan’a Kürd Memurlar, Kürdistan’a Doğru, Kürdlerde İttifak Meselesi, Kürd Edebiyatı, Kürdistan’ın Doğal Zenginliği, Milliyet Meselesi, Kürdistan Hakkında Yetkili Olmayanlar, Kürdistan’da Fikri Durum, Kürd Lisanı, Sulh Haberleri ve Kürdler, Kürdistan’a Göz Dikenler, Kürdlerin Hissiyatı… gibi başlıklar taşıyor. Yazılar arasında, Kürd-Ermeni sorunlarını birlikte işleyen yazılar da var.

Bu yazıları okurken, bende bazı duygular ve düşünceler oluştu. Onların bir kısmını belirtmeye çalışacağım.

Serbesti günlük bir gazete. Bu yazıların bazıları dizi yazılar ve gazetede, yazılar,  birkaç gün arayla yayımlanmış, Türkçe İstanbul Gazetesi de öyle. Bu yıllarda, İstanbul’da dinamik, olumlu bir fikir ortamının olduğu söylenebilir. 19. yüzyılın sonundan itibaren yayına başlayan, Kürdistan, 1908’de kurulan Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti, yine bu dönemde yayına başlayan Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti Gazetesi, 1910’larda kurulan Hêvî gibi örgütler, Kürd Neşr-i Maarif Cemiyeti gibi örgütler, Rojî Kurd, Hetawî Kurd gibi dergiler, 1918 ve sonrasına yayımlanmaya başlayan Jîn, Kurdistan gibi gazete ve dergiler… dikkate alındığı zaman, fikir ortamının oldukça olumlu, dinamik olduğu dikkat çekiyor…  Bu yayınların, posta yoluyla, Bitlis, Muş, Erzurum, Diyarbakır, Van, Hakkari,  Mahabad, Kerkük, Süleymaniye, Musul gibi Kürd şehirlerine, gönderildiği de yakından biliniyor. Bu yayınların, gerek Kürdistan’da, gerek Anadolu’da birçok abonesinin olduğu da biliniyor.

Bu ortamda, temel soru şudur: Böyle aktif bir fikir ortamına rağmen, 1923’den sonra, Cumhuriyet, Kürdleri ve Kürdçe’yi nasıl inkar edebilmiştir, yok sayabilmiştir? Türk aydınları, Türk üniversitesi (Darülfünun) Türk basını… Kürdlerin ve Kürdçe’nin inkarına neden itiraz etmemiştir? Bu düşüncenin biraz açılması gerekir kanısındayım.

Cumhuriyet’le birlikte, Kürdlerin, Kürdçe’nin inkarı, reddi başlamıştır. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu temel bir devlet politikasıdır. Baskıyla, zulümle, devlet terörünün tırmandırılmasıyla yürüyen operasyonlar söz konusudur. 1924 Beytüşşebap, 1925 Büyük Kürd Direnişi (Şeyh Said), 1925-1932 Ağrı, 1934-1935 Sason, 1937-1938 Dersim…  Bütün bu direnişler sırasında meydana gelen çatışmalarda, Kürd aydınlarının bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı yakalanıp hapse atılmış, önemli bir kısmı da firar etmek durumunda kalmıştır. Bu, şu anlama gelmektedir.  ‘Herkes Türk’tür, Kürt diye bir halk yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur. Kürtçe denen dil, Türkçe’nin ilkel bir ağzıdır…’ vs. denildiği zaman, ‘biz Kürd’üz, Kürdçe vardır. Kürdçe gazetelerimiz de vardı, Kürdçe kitaplarımız, Kürdçe dergilerimiz de vardı…’ diyecek, bunları konuşacak kimse kalmamıştır. 1928 Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş, bu süreci iyice yoğunlaştırmış, yaygınlaştırmış, derinleştirmiştir. Böylece Kürdlerin geçmişiyle bağı iyice koparılmıştır. Alfabedeki bu değişimin, Kürdler ve Türkler bakımından anlamı çok değişiktir. İşte bu noktada, Türk aydınlarının, Türk üniversitesinin, Türk basının vs. devletin, ‘Kürdçe diye bir dil yoktur, Kürtçe denen dil yazı dili falan değildir, bu dille yazılmış hiçbir yazı,  edebiyat ürünü yoktur…’ şeklindeki propagandasına karşı, ‘Kürdlerin yazısı da vardı, gazetesi dergisi, kitabı da vardı…’ diyerek, bunlardan örnekler göstererek, inkar ve imha sürecine karşı olmaları gerekirdi. Çünkü,  İçtihad, Serbesti gibi, Türkçe İstanbul gibi gazete dergilerde, Kürdlerden başka, örneğin, Tük yazarlar da yazıyordu. Şüphesiz onların kütüphanelerinde de, evlerinde de, vs. bunlar vardı. Ama, onlar böyle yapacakları yerde devletin bu tutumuna katılıp, Kürdlerin ve Kürdçe’nin inkarında ve imhasına rol aldılar. Türk düşüncesi söz konusu olduğu zaman, bu kişilerin ve kurumların böyle inkar ve imha sürecinde yer almaları,  dikkatlerden uzak tutulacak bir süreç değildir. Bu, Türk aydınının, Türk üniversitesinin, Türk basınının, kısaca Türk düşüncesinin geçmişindeki temel sorundur. Cumhuriyet’in aydınlanma başlattığı, yaşattığı da söyleniyor. Türk aydınlanmasının da temel sorunu budur. Bu aydınlanma sürecinin Türkler ve Kürdler açısından anlamı çok çok değişiktir.

Rusya’dan, Çarlığın, çeşitli Türk toplulukları üzerine yaptığı milli baskılardan dolayı Osmanlı’ya sığınan Türk aydınları da gerek İttihat ve Terakki’nin, gerek Cumhuriyet’in bu tür uygulamalarında önemli roller aldılar. Çarlığın, Ruslaştırma politikalarından şikayetçi olan Türk aydınları, Küdlerin Türklüğe asimilasyonunda rol aldılar… Kürdlerin çığlıklarını hiç duymadılar… Bu da sorunun ironik bir yönü…

Kürdistan’da çeşitli operasyonlar sırasında gerçekleşen güvenlik aramalarında, bu tür gazetelere ve dergilere el konulup imha ediliyordu. Kürdler yazılardan daha çok korkuyorlardı. Silahlarından daha çok bu tür yazılardan korkuyorlardı… Bunların önemli bir kısmı Kürdler, Kürd aileler tarafından imha edilmiş, yakılmış da olabilir… Silahla yakalanmaktan çok yazıyla yakalanmak, bu tür yazılar içeren kitaplarla dergilerle, gazetelerle yakalanmak genel olarak Kürdler için daha korkutucuydu… Kürdlerin  inkarı ve imhası sürecinde, Kürdlerin geçmişle bağlarını koparmak için, Kürdlerden, Kürdçe’den hiçbir iz bırakmamak için, böyle bir süreç Kürdçe yayınların imhası sistematik bir şekilde yaşama geçirildi. Ama, güvenlik aramaları, operasyonlar genel olarak Türk yazarları için, Türk üniversitesi, Türk basını için söz konusu değildi. Onlar kütüphanelerinde bu tür yayınları koruyabiliyorlardı. Bu arada, 1925 büyük Kürd direnişi sırasında, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup bazı siyasetçilerin ve basın mensuplarının tutuklanıp Elazığ Cezaevi’ne konulmaları elbette dikkatlerden uzak tutulamaz.

Cumhuriyet, sadece Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuş değildir. Rumların, Pontusların, Ermenilerin, Süryanilerin, Ezidi Kürdlerin, Alevilerin vs. yokluğu üzerine de kurulmuştur.

Bu açıdan Türk üniversitesine, sosyal bilimlere, özellikle Sosyoloji’ye kısaca bakmakta yarar vardır. Sosyoloji, toplumu araştıran bir bilim dalıdır. Ama, Sosyoloji, Türkiye’de, toplumu araştıran bir bilim dalı olarak kurulmamıştır. Devletin çıkarlarını koruyan ve kollayan bir bilim olarak kurulmuş, böyle gelişmesi istenmiştir. Devlet, Cumhuriyet’le birlikte Kürdleri ve Kürdçe’yi inkar etmiştir. Bu inkar ve imha sürecinde, Kürdlerden iz bırakmamak için her türlü önlemi almış ve yaşama geçirmiştir. Devletin gerek fiziksel şiddetinin (ordu, polis, istihbarat, yargı…) gerek sembolik şiddetinin (rıza oluşturma, basın, okul, askerlik, aile, din vs.) temel amacı budur. Devlet çıkarını böyle saptamış, Sosyal Bilimler’in, özellikle Sosyoloji’nin de buna hizmet etmesi istenmiştir. Türk sosyal bilimler anlayışında böyle temel bir sorun vardı.

Bütün bunlardan dolayı, 2000’lere kadar, Kürd/Kürdistan, Kürdçe konularıyla ilgili olarak sağlıklı incelemeler, araştırmalar yapılamamıştır. Düşün yasakları vardır. Düşün yasaklarının temel işlevi budur. Resmi ideolojinin bu tutumu eleştirildiği zaman, resmi ideolojinin saptamalarına aykırı görüşler dile getirildiği zaman çok ağır idari ve cezai yaptırımlar gündeme geliyordu. Ermeni, Alevi benzeri sorunlarda da benzer bir süreç yaşanıyordu.

Türk üniversitesi düşün yasaklarıyla mücadele edeceği yerde bunu hep savunmuştur. ‘Akademik özgürlük yeter’ demiştir. Halbuki, ifade özgürlüğünün kısıtlandığı bir yerde, akademik özgürlüğün hiçbir değeri yoktur. Bu görüşün çok önemli bir kanıtı şudur. 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde, 80’lerde… Kürd/Kürdistan konularıyla ilgili, sol düşüncelerle ilgili yazılardan dolayı davalar görüldüğü sıralarda, mahkemeler, üniversitelerin, Sosyoloji, Tarih, Siyaset Bilimleri, Antropoloji, Ekonomi, Ceza Hukuku, Anayasa Hukuku, Felsefe… gibi kürsülerinde çalışan üniversite öğretim üyelerinden, söz konusu yazılarla, kitaplarla ilgili raporlar isterlerdi. Üniversite öğretim üyelerinden, yazıyı veya kitabı okumalarını, içinde suç var mı yok mu diye saptamalarını isterdi. Üniversite öğretim üyeleri, yazıyı veya kitabı, içinde suç var mı yok mu diye okur, bu çerçevede raporlar yazarlardı. Üniversitede, Marksist denen hocalar da, sağcı denen hocalar da liberal denen hocalar da bu tür raporlar yazarlardı… Bugün bile bu konularda raporlar  yazmış en az 40 profesör altalta yazılabilir…

Herhangi bir üniversite öğretim üyesi, bir profesör, bir yazıyı veya kitabı istediği gibi eleştirebilir, kendi doğruları neyse, onu savunabilir. Ama, bir profesör bir yazıyı veya kitabı içinde suç var mı yok mu diye okuyorsa, düşüncede suç arıyorsa, burada üniversite zaten yoktur. Bilim zihniyeti, bilim ortamı, bilim ahlaki hiç yoktur.

Üniversitelerde, bilim diye üretilenlerin çoğu bilim falan değildir, resmi ideolojidir. Çünkü bilim ifade özgürlüğünün, özgür eleştirinin dinamik bir şekilde işlediği bir ortamda gelişir. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri, bilim ortamının oluşmasını sağlayan temel koşullarıdır, vazgeçilemez, onsuz olunmaz olan koşullardır. Türkiye’deyse, düşün hayatı üzerinde, üniversite, basın, yargı gibi kurumlar üzerinde, resmi ideolojinin yoğun bir denetimi vardır. İfade özgürlüğünün kısıtlandığı, özgür eleştirinin, resmi ideolojinin yaptırımlarıyla engellendiği bir toplumda sağlıklı bir üniversite hayatının yaşanması olası değildir. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu vurgulamak gerekir.

1933 üniversite reformu, Darülfünundan üniversiteye geçiş önemli bir dönüm noktasıdır. Bu Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi gibi devletin bazı görüşlerine ayak uyduramayan hocaların Darülfünundan ihracıyla gerçekleşmiştir. O zaman Darülfünundaki toplam 151 öğretim üyesinden 92’si ihraç edilmiştir. 1933’de, özerk üniversitenin kurulduğu vurgulanıyor. Bu, sağlıklı bir anlayış değildir. Türkiye’de sağlıklı bir üniversite olsaydı, zaten 1982’deki YÖK falan olmazdı. Türkiye’de sağlıklı bir üniversite olsaydı, askeri darbeler de olmazdı. Bütün askeri darbeler, Kürd/Kürdistan sorunlarıyla yakından ilgilidir. Bunun iddialı bir görüş olduğu ileri sürülebilir. Ama bütün askeri darbelerde, örneğin, 27 Mayıs 1960 darbesinde, 12 Mart 1971 askeri müdahalesinde, 12 Eylül 1980 darbesinin gerçekleştirilmesinde, 28 Şubat 1997 e-muhtırasında bu sürecin çok açık kanıtları vardır. Ama, Türkiye’de Sosyal Bilimler bu konuya dikkat çekmemiştir. Bu aldırmazlığı anlamak da mümkündür. Çünkü bir olguyu yok sayarsanız, inkar ederseniz, görmezlikten bilmezlikten gelirseniz, o konunun üzerine düşünmezsiniz. Bir olguyu yok sayarsanız, inkar ederseniz, reddederseniz, o olguyla ilgili olgusal süreçleri izlemezsiniz, o olguya, olgusal süreçlere etki eden dinamikler üzerinde, o olgunun etkilediği dinamikler ve olgusal süreçler üzerinde çalışmazsınız… Bu askeri darbelerin gerek oluşması sürecinde, gerek gerçekleşmesinde, gerek gerçekleşmesinden sonra, üniversitenin çok büyük destek verdiği biliniyor. Üniversitede, bilim yöntemine uygun tavır ve davranış sergileyen hocalar elbette vardır. Fakat azınlıktadır…

İşte, Seîd Veroj’un, Celadet ve Kamuran Bedirxan Kardeşler dosyasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Son 25-30 yıldır esas aydınlanmayı Kürdler yaşıyor. Mehmet Emin Bozarslan hocanın, Malmisanıj hocanın, Mehmet Bayrak hoca’nın, çeşitli yayınevlerinin bu yöndeki katkıları elbette çok büyüktür. Seîd Veroj’un çalışmalarını da bu çalışmaların devamı olarak değerlendirmek gerekir. Bu emeğinden dolayı Seîd Veroj hocaya teşekkür ediyoruz.

Haziran 2017