İsmail Beşikçi/ Bir Kürd, İki Kürd ve Üç Kürd

0
3611

Bir Kürd

16.03.2017

Bu yazıdaki Kürd herhangi bir Kürd’dür. Üç Kürd yazısında, üç Kürd tipinden söz edilmişti. Biri, milliyetçi, yurtsever düşüncelerinden ve eylemlerinden dolayı,  idam edilmiş bir Kürd. İkincisi, bu kişiyi yakalatan, yargılayıp idam hükmü veren, bu idam hükmünü infaz eden bir Kürd. Üçüncüsü ise, evinde misafir ettiği bu Kürd’ün başına ödül konulduğunu öğrenince,  bu ödülü almak için, onu ihbar edip yakalatan bir Kürd. Bu üç tutumu üç zihniyet olarak belirtebiliriz.  Bu üç zihniyetin de,  düşünceleri ve inançları çevresinde oluşan görüşleri, tavır ve davranışları çok farkıdır.  İkinci ve üçüncü kategoride yer alan zihniyetlerin birbirlerini destekleyen, birbirlerini çoğaltan zihniyetler olduğu açıktır.

Üç Kürd ile ilgili süreç yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmişti. Acaba, yüz yıl sonra, bugünlerde durum nedir?

Bugün, her üç kesim de varlığını sürdürmektedir. Yurtsever-milliyetçi Kürdler çoğalmıştır, çoğalmaktadır. Ama yurtsever, milliyetçi Kürdlere, çeşitli taktikler uygulayarak önlerini kesmeye çalışanlar da çoğalmaktadır.

İttihat ve Terakki’nin ‘vatanın tamamiyeti’ şeklinde ifade ettikleri bir sloganları vardı.  1908 İkinci Meşrutiyet döneminde, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında bu sloganları sık sık dile getiriyorlardı. Ama Birinci Dünya Savaşı sürecinde, 1916’da gerçekleşen Sykes-Picot-Sazanof Antlaşması’yla, 1920 Sevr Antlaşması’yla, Osmanlı vatanı bölündü, parçalandı, paylaşıldı. Bu süreç içinde, Kürdistan bölünen parçalar arasında, ayrıca bölündü, parçalandı, paylaşıldı. Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması bu süreci uluslararası garanti altına alan bir antlaşmadır. O dönemin Kürd aydınları,  bölünen Osmanlı ülkesinde, Kürdistan’ın, bölünen parçalar arasında ayrıca bölünmesine tepki göstermişlerdir.

20 Ekim 1921’de, Fransa’yla, BMM Hükümeti arasında bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşma, Fransız mandası (sömürgesi) Suriye’nin kuzey sınırlarını belirliyordu. Bu, resmen, Kürdleri, Kürdistan’ı bölen bir anlaşmaydı. O zaman, BMM’deki Kürd milletvekilleri bu anlaşmaya çok karşı çıkmışlardı.  BMM hükümetini ve bu anlaşmaya onay verdiği için BMM’yi eleştirmişlerdi. O zaman Bitlis milletvekili olarak faaliyet yürüten Yusuf Ziya’nın, BMM’deki konuşmaları dikkate değer.

Yakındoğu işleriyle İlgili Lozan Antlaşması, Osmanlı vatanının bölünmesini, paylaşılmasını, bu parçalar arasında, Kürdistan’ın ayrıca parçalanmasını ve paylaşılmasını onaylayan, bunun uluslararası garanti altına alan bir antlaşmadır. Lozan Konferansı 21 Kasım 1922’de başlamıştır. Konferansa çağrı yapan devletler,  İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya’dır.  Bir yanda Türkiye, öbür yanda Yunanistan, Sırp-Hırvat Sloven Cumhuriyeti, bütün görüşmeler için çağrılmışlardır.  ABD bütün görüşmeler için davet edilmiş, ama Lozan Konferansı’na gözlemci olarak katılmıştır. Rusya, Bulgaristan, Boğazlar görüşmeleri için davet edilmişlerdir. Belçika ve Portekiz,  ticaret ve yerleşme konularıyla ilgili olarak çağrılmışlardır. (Baskın Oran, ed. Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne, Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I 1919-1980, İletişim Yayınları, 2. bs. 2001, İstanbul, s. 216- 217

Lozan Konferansı’na İsmet İnönü başkanlığında bir heyet katıldı. Heyette, Dr. Rıza Nur, Yahya Kemal (Beyatlı), Ruşen Eşref (Ünaydın) Yusuf Hikmet (Bayur) gibi isimler yer alıyordu.

Lozan Konferansı’nın konuştuğu önemli konulardan biri Kürdistan sorunuydu. Bu Kürdlerin, Kürdistan’ın geleceğini belirleyen bir konferanstı. Ama konferansta Kürdler temsil edilmiyordu. Kürdlerin geleceğini belirleyen ama Kürdlerin katılmasının engellendiği bir konferans… Bu konuyla ilgili görüşmeler hep kulislerde yapıldı. Sorun kulislerde yapılan görüşmelerle çözüldü. Resmi oturumlarda bu sonuçlar kağıt üzerine geçirildi.  Mustafa Kemal, bu durumu, Sevr’de ve Mart 1921 Londra Konferansı’daki görüşmelere dikkat çekerek,  Mart 1922’deki Londra görüşmelerinde ‘bahis yok’ dedikten sonra,  Lozan’da, ‘mevzubahis ettirilmedi’ diye belirtmektedir. Yusuf Hikmet Bayur,  Yeni Türkiye Devleti’nin Harici Siyaseti, Edebiyat Fakültesi, Talebe Cemiyeti Neşriyatı, İstanbul 1935, s. 116-139

Lozan Konferansı’nda, Türk heyetinin yaptığı görüşmeler BMM’de de tartışılıyordu. Görüşmeler sırasında, Kürdistan üzerindeki bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın onaylanma sürecinin yaşandığı da anlaşılmıştır. 4 Şubat 1923’te, Lozan görüşmeleri kesildi. Türk heyeti Ankara’ya döndü. 23 Nisan 1023’e kadar, yani, Lozan Konferansı yeniden başlayıncaya kadar, Kürdistan’ın bu durumu üzerinde tartışmalar oldu.  Yusuf Ziya ve BMM’deki öbür Kürd milletvekilleri Kürdistan’ın bölünmesinden, parçalanmasından ve paylaşılmasından dolayı, Türk heyetini sert sözlerle eleştirdiler. Bunun, Kürdler ve Kürdistan için felaket olacağını belirttiler. Osmanlı vatanının tamamiyetini savundular.  Bölünme, paylaşılma olacaksa bile, Kürdistan bir ülkede kalmalıdır, parçalanmamalıdır dediler.

Günümüzün Kürdlerinin önemli bir kesimi, bölünme, parçalanma, paylaşılma konusuna hassas bir yaklaşım içinde değil. Halbuki bu durum, Kürd sorununun, Kürdistan sorununun temelidir. Özellikle Türkçe yazan Kürdlerin bir kısmında bu sürece ilgisizliği görmek mümkündür. Türkçe yazanlar, ‘tarafsızlık’ adı altında,  kendi sorunlarını değil,  Afrika’daki, Ortadoğu’daki herhangi bir ülkenin sorunlarını tartışıyor gibi davranıyorlar. Örneğin, Filistinli Arapların sorununa karşı daha sıcak, daha ilgili oldukları söylenebilir. Araştırmacıların, İngilizce, Fransızca, Almanca gibi dillerde yazmaları bu sorunun özünde bir değişiklik yapmıyor. Bu kanımca dil ile ilgili bir sorundur.  Hangi dille yazıyorsanız, hangi dille konuşuyorsanız ilgili devletin, halkın siyasal kültürüyle hareket ediyorsunuz. Bu, şuur altında gelişen bir süreç. Kürdçe yazanların, konuşanların, bu temel sürece, daha sıcak, ilgiyle yaklaştıkları söylenebilir.

Genel olarak gerek Türk araştırmacılar, gerek batılı araştırmacılar, Sykes-Picot-Sazanof Antlaşması’nı, Sevr Antlaşması’nı, Lozan Antlaşması’nı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap topraklarının bölüşülmesi diye anlatırlar. Bazı Kürd yazarlar da böyle yazmaktadır. Bu yazarlar, Kürdlerden, Kürdistan’dan hiç söz etmeyerek, yok sayarak,  Kürdistan’ı da Arap toprakları çerçevesinde değerlendirmektedirler. Halbuki, Kürdistan, Arap topraklarından ayrı bir ülkedir. Kuzey Mezopotamya’nın, Kürdistan’ın aycıca değerlendirilmesi gerekmektedir. Kürdistan’ı Arap toprakları içinde değerlendirmek, Baasçı bir anlayıştır. Bu, 1920’lerden beri gelişen Kürd ulusal mücadelesini görmemek, hiçe saymak anlamına gelmektedir.

1920’lerde, Arap dünyasının bölünmesiyle, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması arasında çok büyük farklar vardır. Arap toplumunun bölünen parçaları, ileride, ayrı ayrı bağımsız devletler olarak organize olmuşladır. Kürdlerin, Kürdistan’ın ise statüsüz bırakılmasına özen gösterilmiştir. Bölünen parçalar, ilgili devletlerin toprağı sayılmaktadır. Manda, sömürge alt düzeyde de olsa bir statüdür. Kürdler, Kürdistan statüsüzdür.

Bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış uluslar, ülkeler,  bu tarihsel operasyonların bilincine vardıkları zaman, ulusal mücadelenin çok hızlı ve yaygın bir şekilde gelişeceğini düşünüyordum. Ama bu süreci alanda izlediğimiz zaman fiili durumun böyle gelişmediğini görüyoruz. Bu durumun bilincine varma kolay gerçekleşmiyor. Dış dinamiklerin, iç dinamiklere göre daha etkili olduğunu görüyoruz.

Bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış uluslar, ülkeler söz konusu olduğu zaman, dünyada Kürdler, Kürdistan ilk akla gelmektedir. Yakındoğu’da Ortadoğu’da, örneğin, İran, Afganistan, Pakistan arasına bu tür operasyonlarla karşılaşan Belucilerin, Belucistan’ın durumu da böyledir. Ama Kürdlerin durumu çok farklıdır. Kürdlerin, Kürdistan’ın sahip olduğu yer altı zenginlikleri, onları, emperyal politikaların daha çok hedefi haline getirmiştir.

Dış dinamikler denildiği zaman, Kürdler için,  Türkiye, İran, Irak, Suriye’den gelen etkilerle İngiltere, Fransa, ABD, Rusya gibi büyük devletlerden gelen etkileri ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Zamana ve mekana göre bu etkiler elbette değişmektedir. Ve bu etkilerin tarihsel olarak incelenmesi gerekir.

Günümüzdeki temel süreçlere baktığımız zaman şunu görüyoruz.  Kürdistan’a, Kürdlere yakın devletlerden gelen etkiler daha belirleyici olmaya başlamıştır. Bu devletlerin, Kürd düşüncesine, Kürd eylemine ikili bir etkisinden söz etmek mümkündür. Bir defa, Kürdlerin, Kürd olmaktan, Kürd toplumu, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarına karşı olduklarını vurgularlar. Yerine ve zamanına göre, karşı olmayı, kesinliğe varan açılamalarla ifade etmekten geri durmazlar. Kürd devletine, Kürd federasyonuna, Kürd özerkliğine vs. karşı olduklarını vurgularlar. İkinci olarak, Kürd toplumunda ortaya çıkan anlaşmazlıkların, büyümesi için, derinleşmesi, çoğalması yaygınlaşması için çaba gösteririler. Bu anlaşmazlıkları büyütmek, derinleştirmek, yaygınlaştırmak, sistematik bir devlet politikası haline gelir.

Kürdlerin, Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması, paylaşılması çok önemli bir olgudur. Bu sürecin kavranması, bunun bilincine varılması çok önemlidir. Bu sürecin çok önemli bir sonucu, coğrafyanın yanında, siyasal partilerin, örgütlerin de bu devletlerin çıkarları doğrultusunda bölünmesidir. Partiler, örgütler, Kürdlerin, Kürdistan’ın genel çıkarları doğrultusunda bir araya gelememekte, her siyasal parti, her örgüt, kendi örgütsel çıkarlarını ön plana koymaktadır. Bu örgütler, partiler, kendi örgütsel çıkarlarını, Kürdlerin, Kürdistan’ın gerçek çıkarları buradadır diye savunmaktadır. Bu çok olumsuz durumun üstesinden gelmenin tek yolu, bölünmenin, parçalanmanın, paylaşılmanın bilincine varmaktır. Bunun için yüksek Kürd/Kürdistan bilincine ulaşmak önemli olmalıdır. Bu çok olumuz durumun bilincine varıldığı zaman, yan yana gelme kendiliğinden gelişir.

3 Mart 2017 günü, Şengal’de meydana gelen çatışma bu bakımlardan görmezlikten gelinemez. İran, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin, bağımsızlık konusundaki düşüncesine bu yolda geliştirdiği diplomasiye karşıdır.  İran Kürd karşıtlığını her yerde, her zaman ifade etmektedir. Haşdi Şabi, Irak’ta Kürdlere karşı olan bir örgüttür. Bunu, düşüncesiyle, eylemiyle sık sık ortaya koymaktadır. Haşdi Şabi, Irak ordusunun yanında milis bir güçtür. Irak merkezi hükümeti, peşmergeye yasalar gereği verilmesi gereken ödemeleri yapmamakta, ama Haşdi Şabi’yi, her türlü savaş araç ve gereçleriyle, donatmaktadır. Haşdi Şabi, Bağdat hükümetinden devamlı maaş almaktadır. Haşdi Şabi, IŞİD’den çok Kürdlerle çatışmaktadır.  Peşmergenin, IŞİD’den kurtardığı alanlarda üs kurmaya, o alanları işgal etmeye çalışmaktadır. İran’ın, Irak’ın yoğun desteğine sahiptir.

YBŞ, Şengal’de,  Ağustos 2014’ten sonra, PKK/KCK tarafından kurulmuş bir örgüttür. Şengal’deki Ezidi Kürdlerin de içinde yer almasına özen gösterilen bir  örgüttür. YBŞ Haşdi Şabi ile ilişki içindedir. Haşdi Şabi’den, dolayısıyla Irak merkezi hükümetinden maaş almaktadır. Irak, İran YBŞ’ye askeri destek vermektedir.

3 Mart 2017 günü,  YBŞ’nin, PKK’nin,  peşmergeye saldırması dikkatlerden uzak değildir. Haşdi Şabi’nin Başur’dan Rojava’ya geçişine destek veren PKK’nin, YPG’nin, Roj Peçmergelerinin geçişine engel olmaları, bağımsız Kürdistan’a karşı duran İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin, isteklerinin yaşama geçmesi anlamına gelmektedir. Bu tür saldırıların, Kürdistan’ın bağımsızlığının açıklandığı dönemlerde meydana geldiği bilinmektedir. 26-27 Şubat 2017 tarihlerinde, Başkan Mesut Barzani’nin, Türkiye ziyaretinden, hemen, kısa bir süre sonra meydana geldiği yine bilinmektedir. İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin, Kürd karşıtlığını PKK/KCK eliyle yaşama geçirmesi, günümüzde yaşanan çok önemli bir süreçtir.

YBŞ komutanı Seyd Hasan’ın, Irak kimliğini korumak için Kürdistanla savaştık demesi, PKK/KCK’nin, Kürdistan hükümetine silah vermeyin diye Avrupa’ya çağrı yapması,  süreci açıklayan gelişmelerdir.

YBŞ’lilerin bir kısmı, ‘biz Kürd değiliz, Ezidiyiz’ demektedir. Bunlar Saddam Hüseyin döneminde rejime koruculuk yapan Ezidilerdir. Bunların küçük bir grup olduğu söylenmektedir. Ezidi uzmanları, ‘biz Kürd değiliz, Ezidiyiz’ sözlerinin Kürdçe söylendiğini de vurgulamaktadır. Bu, Baasçı ideolojin, Ezidi düşüncesini, Ezidi toplumunu, nasıl etkilediğini de ortaya koymaktadır. Bu, Baas Partisi’nin Ezidileri, kendi kendilerine yabancılaştırdığını göstermektedir.

PKK/KCK bağımsız Kürd devletine karşı olduklarını vurgulamaktadır. ‘Amacımız, Türkiye’yi, Ortadoğu’yu demokratikleşmektir” demektedir. O zaman, şu soruyu sormak önemlidir: Türkiye’yi demokratikleştirmek için gerilla mücadelesi gerekiyorsa, Türkiye’nin Akdeniz, Ege, Karadeniz  yörelerinde, iç kesimlerinde, Trakya’da vs. neden gerilla yok ? Neden hep Kürd şehirleri yakılıyor, yıkılıyor? İnsanların, kendi kafalarıyla düşünmeleri, süreci sorgulamaları önemlidir.

Güney Kürdistan’daki Kürd hükümetinin, Türkiye ile ilişkilerini, ‘Güney hükümeti, Türkiye’nin Kürdistan’da yaşattığı zulmü destekliyor’ şeklinde değerlendirmek sağlıklı bir değerlendirme değildir. Bu ilişkileri, ekonomik, diplomatik ilişkiler çerçevesinde değerlendirmek gerekir.  Bu konuda Çetin Çeko’nun, AKP ve KDP başlıklı yazısı,  süreci açıklamaktadır. (www.nerinaazad.com  11 Mart 207

 

Not: Bundan önceki yazıya (İki Kürd) Kürdçe imla kurallarına uyulmamış, şeklinde eleştiriler yapılmıştır. Bu eleştiriler haklıdır. Kürdçe yazım kurallarına uymak elbette çok önemlidir. Bilgisayarda, e,i harfleri üzerine şapka işareti koyan bir program vardı. Ama bu program silinmiş. Bu yazıda da böyle eksiklikler olabilir. Okuyuculardan özür diliyorum.

İki Kürd

06.03.2017

Kürd/Kürdistan tarihinde, Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, iki isim önemlidir. Abdurzzak Bedirxan (1864-1918) ve II. Abdusselam Barzani (1868-1914) Kürdler için bu iki İsmin  düşüncelerinin, eylemlerinin bilinmesi önemli olmalıdır.

Bundan önceki yazıda, Prof. Dr. Kadri Yıldırım’ın yazısından da  yararlanarak  Abdüsselam Barzani’nin düşünceleri ve eylemleri hakkında bazı bilgiler verilmişti.

Abdurrezzak Bedirxan’ın  Otobiyografya isimli bir kitabı var. bu kitabı Rusça’dan Kürdçe’ye  Prof. Dr. Celile Celil çevirmiş. Kürdçe’den Türkçe’ye ise Hasan Cuni çevirmiş. (Peri Yayınları, Kasım 2000, İstanbul) Kitabın bir tarafı Türkçe, bir tarafı Kürdçe. Her iki bölümü de 78’er sayfa.

Bu kitapta, Abdurrezzak Bedirxan’ın iki yazısı yer  almaktadır. Bu yazılarda,  1910-1916 yıllarına ilişkin bazı değerlendirmeler vardır. Celile Hoca bu belgelere, Rus arşivlerinde yaptığı çalışmalar sırasında rastladığını belirtmektedir.

Celile hoca kitap için yazdığı önsözde, Abdurrezzak Bedirxan’ın,  çok yönlü bir beceriye sahip olduğunu vurgulamaktadır. Kabiliyetlerini, hem diplomat, hem aydın,  hem ulusal devimci diye sıralamaktadır. Abdurrezzak Bedirxan hakkında, Rus arşivlerinde önemli belgeler olduğunu belirtip Kürdlerin bu belgeleri değerlendirmesi, Abdurrezzak Bedirxan’ın düşünceleri ve eylemleri üzerinde çalışmalar yapmalarını önermektedir.

Abdurrezzak Bedirxan İstanbul’da özel eğitim görmüştür. Özel öğretmenlerinden biri, Celadet Bedirxan’ın İkinci Xani olarak nitelediği Hacı Qadire Koyi’dir.(1817-1897) Abdurrezzak Bedirxan, Hacı Qadire Koyi’nin yurtsever, milliyetçi kişiliğinden çok etkilenmiştir. Kadri Hoca’nın İkinci Xani, Xaniye Duyem kitabında, (Avesta Yayınları,  2016, İstanbul) bu konu etraflı bir şekilde dile getirilmiştir.  Bu kitabın bir tarafı Kürdçe, bir tarafı Türkçe’dir.

Özel eğitimi sırasında, anadili Kürdçe’nin dışında, Türkçe,  Fransızca, Farsça, Arapça gibi lisanları da öğrenmiş. Fakat, Sultan Abdülhamid’in Kürd/Kürdistan davası sürdüren Bedirxanilerle çelişkisi yüzünden Avrupa’ya gidememiş, orada eğitim görememiştir. Dışişleri Bakanlığı’nda görev almıştır. Rusya’da ve İran’da konsolosluklarda çalışmıştır.

Abdurrezzak Bedirxan, Kürdlerin, Kürd olmaktan, Kürd toplumu, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarının bilincine varmış, doğal hakların gasbedildiğinin bilincine varmış, bunları kazanmak için büyük bir mücadele süreci içine girmiştir. Bağımsız Kürdistan’ın kurulması için çalışan bir kişidir.  Rus Dışişleri Bakanlığı’nda, ilgili birimlerle, bağımsız Kürdistan konusundaki projelerini konuşmuştur. Bu konuda Ruslardan sağlamak için büyük çaba harcamıştır.

Kendi olanaklarınca, Kürd alfabesi, Kürdçe dilbilgisi hazırlamış 1913 yılında, İran’ın Xoy kentinde Kürd çocukları için okul açmıştır. Laik okul. Kürd diliyle eğitim veren bir okul Birinci Dünya Savaşı başladığında dağılmıştır.

Bütün bu gelişmeler, devleti, İttihatçıları çok rahatsız etti. Abdurrezzak Badirxan’ın peşine, suikast timi takıldı. 1918 de devlet ajanları tarafından Tiflis’de ele geçirildi. Oradan İstanbul’a getirildi, idam edildi.

Şeyh Abdüsselam Barzani ile Abdurrezzak Bedirxan arasında önemli bir benzerlik var. İkisi de yurtseverdir, Kürd milliyetçisidir. Kürd/Küdistan hakları için çaba harcamışladır. Abdüsselam Barzani’nin yurseverliği, milliyetçiliği aileden, aşiredden, Barzan Medresesi’nden gelir.  Abdurrezzak Bedirxan’ın yurtseverliği, milliyetçiliği ise, aileden, aldığı özel eğitimden, Hacı Qadire Koyi’den aldığı ilhamdan gelir. Birbirlerine benzeyen bir durum da her ikisinin de devlet tarafından, birbirine çok yakın yıllarda, İttihatçılar tarafından idam edilmiş olmalarıdır.

Genç Kürd yazarları, aydınlar, akademisyenler vs. artık, Kürdlerin, Kürdistan’ın, tarihsel geçmişiyle, toplumsal yapısıyla, diliyle, kültürüyle, sanatıyla, müziğiyle, resmiyle vs. yakından ilgileniyorlar. Bu konularda değerli çalışmaların yapıldığı da görülmektedir. II. Abdüsselam Barzani’yle, Abdurrezzak Bedirxan’la, Barzan Mederesi’yle, benzer konularla ilgili çalışmalar yapılması da önemlidir. Abdüsselam Barzani ile ilgili olarak Osmanlı arşivlerinin, İngiliz arşivlerinin, Abdurrezzak Bedirxan’la ilgili olarak Rus arşivlerinin kullanılması yerinde olacaktır.

Abdurrezzak Badirxan’a, Abdüsselam Barzani’ye, Kürd gözüyle bakmak gerekir. Kürd karşıtı Türk yazarları, örneğini Abdurrezzak Bedirxan için, ‘Rus ajanı’ derler, küçümserler. İdamını, Türk zaferi olarak değerlendirirler. Halbuki Aburezzak Bedirxan’ın bütün çabaları Kürdler içindir.  Kürdlerin, Kürd olmaktan, Kürd toplumu olmaktan doğan haklarının kazanılması çaba içindedir. Rus diplomatlarıyla, Rus Dışışleri Bakanlığı’yla ilişkiler geliştirmesinin temel nedeni budur.

Bir Yahudi Theodor Herzl (1860-1904)

Bu yazıda, Abdurrezzak Bedixan’la ve Abdüselam Barzani ile çağdaş olan bir Yahudi’den ve O’nun düşüncelerinden, duygularından ve eylemelerinden de söz etmek gereğini duyuyorum. Theodor Herzl.

Theodor Herzl  bir gazetecidir. Viyana’da hukuk tahsili yapmıştır. Yahudi devleti kurmak için çaba harcamaktadır.  1896 da Yahudi Devleti isimli bir kitap yayımlamıştır.

Theodor Herzl, 1890’larda, Yahudilerin yaşadığı bütün alanlarda, Yahudi iş adamlarıyla, görüşmeler yapmıştır. Bu görüşmeleri sık sık yapmaktadır. Zaten kendisi gazetecidir. Bu görüşmelerde, hem kurulacak Yahudi devletine toprak bulmak için para talep etmekte, hem de onlara çok önemli sözler söylemektedir. Herzl, Yahudi iş adamlarına şunları söylemektedir: Sizin bu zenginliğinizin hiçbir değeri yoktur. Eğer bir devletiniz yoksa bu zenginliğinizin bir anda elinizden çıktığını görürsünüz. Bunun için bir an önce devlet sahibi olmaya bakın…

Theodor Herzl, bunu Yahudi iş adamlarına defalalarca söylemeye çalışmıştır. Bazı Yahudi iş adamları bu görüşmelerden rahatsızlık duymaya başlamışladır. Herzl’e, ‘seninle görüşmek istemiyoruz, bir daha buraya gelme’ diyenler de vardır ama Herzl, bu sözleri onlara fırsat buldukça söylemeye devam etmiştir: Eğer bir devletiniz yoksa bu zenginliğinizin hiçbir değeri yoktur.

Bu sözlerin söylendiği tarihe, döneme dikkat edelim. Theodor Herzl, 1904 yılında vefat etmiştir. Henüz ortada Hitler falan yoktur… Bk. Siyonizmin Kurucusu Theodor Herzl’in Hatıraları, Çev. Ergün Göze, Boğaziçi Yayınları, 2. bs. 2002, İstanbul

Theodor Herzl, 1896 Yahudi Devleti kitabını yayımladıktan sonra, 1897 de, İsviçre’nin Basel kentinde Dünya Yahudi Kongresi’nin  toplanmasını sağladı. Başkan seçildi. O kongrede, Herzl şunu söyledi: Kafamda Yahudi devletini kurdum. 50 yıla varmadan fiili olarak da kurulacaktır. Theodor Herzl’in öngörüsüne de dikkat edilmelidir.

Theodor Herzl, 1896 ve 1898’de iki defa İstanbul’u ziyaret etti. İstanbul’a üçüncü gelişi 1901’dir.  Bu sırada Sultan Abdülhamid’le de görüştü. Osmanlı ülkesinde, Yahudi devleti için toprak istedi. Bu doğrultuda büyük miktarda para da teklif etti. Sultan Abdülhamid’in, Herzl’i kovduğu  doğru değil. Bu görüşme oldu. Sultan Abdülhamid, Herzl’e, ‘bir arada değil, dağınık olarak Mezopotamya’da yerleşebilirsiniz’ dedi. Herzl bu teklifi kabul etmedi.  Vadedilmiş Topraklar’ı   Kenan diyarını, bugünkü Filistin’i dile getiriyordu.

Theodor Herzl, daha sonra, Büyük Britanya Sömürgeler Bakanı Chemberlein ile görüştü. Chemberlein O’na Afrika’da, Uganda’yı teklif etti. Herzl kabul etmedi. Uganda o dönemde İngiliz sömürgesiydi.

Theodor Herzl’e, Yahudi karşıtı Arapların veya İslam’ın değil, Yahudilerin gözüyle bakmak gerekir. Yahudiler, yurtlarından baskıyla, zulümle kovulmuşlar, ama,  Yahudiler, 2000 yıldır bunu unutmamışlar. Oraya dönmenin arzusuyla yaşıyorlar. Bu geçmişe biraz bakmakta yarar vardır.

Roma, İ.Ö. 73 yılında, Kenan diyarını, bugünkü Filistin’i işgal etti. O dönemde buralarda Yahudiler yaşıyordu. Yahudiler Roma hegemonyasını kabul etmedi Roma’ya karşı sık sık isyan etti. Sonunda Roma, İ.S. 70 yılında, zorla, zulumle Yahudileri, Kenan diyarından çıkardı. Yahudiler, dünyanın dört bir tarafına dağıldı.

İ.Ö. 73 öncesine de bakmak gerekir. İbrahim Peygamberi,  İshak’ı, Yakub’u, Yusuf, Firavun’u, daha sonra Peygamber Musa’yı, Musa’ya On Emir’in Sina Dağı’nda gelmesini hatırlamak gerekir. Daha sonra Peygamber Davud’u, Peyamber Süleyman’ı, Süleyman tarafından, Kenan diyarında, Yahudi devletinin kurulmasını hatırlamak gerekir.

İ.Ö 722’de, Asur Kralı V. Salmanasar, Kenan diyarını işgal etti. Yahudi Devleti, Kuzey, Güney diye ikiye bölündü. Asur İmparatoru, Yahudilerin bir kısmını Babil’e bir kısmın da bugünkü Kürdistan topraklarına sürgün etti. İ.Ö 586’da, Babil Kralı Nabukadnezar, Kenan diyarına saldırdı. Yahudileri bir kısmını, yine Babil’e ve Kürdistan topraklarına sürgün etti. Bunları da hatırlamak gerekir.

Ermenilerle İlgili Bir Gelişme

1908’de, Sultan Abdülhamid, tahttan indirildi. İttihatçılar yönetime el koydu. Osmanlı’da bir yıl kadar Ermenilerle İttihatçılar arasında olumlu bir hava oluştu.

Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik, Adalet sloganları duyuldu. İşte bu dönemde Harput’dan Ermeni bir iş adamı, oğluna mektup yazdı. O mektupta, oğluna, artık Osmanlı’da her şey iyileşmeye başladı, sen de geri gel…” diyordu. Bu Ermeni iş adamı oğlunu, İngiltere’ye, Liverpol’a tahsil için göndermişti. Oğlu, tahsilini tamamlamış ama orada kalmıştı.  Liverpol’da Otel sahibi olmuş, zenginleşmişti.

Oğlu, babasının isteğine uygun olarak Harpu’a döner. Liverpol’daki maddi varlılarını, paralarını banka aracılığıyla, Harpt’daki bankaya havale eder. Fakat, Osmanlı’da siyasal hava bir yıla varmadan bozulmaya başlar. Türk olmayan halklara, örneğin, Rumlara, Ermenilere, Kürdlere… baskılar artar.

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı günler… Bir gece, Harput’da yaşayan bu Oğul’un kapısının zili çalar.  Oğul, kapıyı açar… Karşısında üç kişi vardır. Kendilerine, banka müdürü, polis, jandarma diyen üç kişi.  Ellerinde bir kağıt vardır. Kağıtta yazılanları imzalaması istenir. Oğul, imzalamaz. Kağıtta,’aşağıda ismi yazılan kişiler, bankadaki hesabımdan para çekebilirler’ şeklinde bir ifade vardır. Oğul’u kapıda öldürürler. Karısına zorla imzalatarak evden ayrılırlar. Ne demişti Teodor Herzl, Yahudi işadamlarına, ‘eğer bir devletiniz yoksa bu zenginliğinizin hiçbir değeri yoktur. Bir anda elinizden uçar gider’

Bu olay, Ermeniler, Kürdler… yazısında biraz daha ayrıntılı anlatılmıştı. Bu olayın Prof.Dr. Baskın Oran tarafından anlatıldığını da belirtelim.  “ M.K” Adlı Çocuğun Tehcir Anıları, 1915 ve Sonrası, İletişim Yayınları, Genişletilmiş Baskı, 2008, İstanbul, s.18

2014’te Neler Yaşandı?

IŞİD Haziran 2014’te Musul’u ele geçirdi.  O günlerde, arşive baktığımız zaman,  şu tür haberleri görüyoruz… Musul’dan sonra, IŞİD Bağdat’a doğru yürüyecek… Ama öyle olmadı, IŞİD Bağdat’a doğru yürümedi, Kürdistan’a saldırdı. Şengal’de Ezidi Kürdlere soykırım yaptı. Hewler’e doğru saldırı başlattı… İşte o günlerde şu haberlere de rastlıyoruz: Kürd işadamları Hewler’den kaçıyor. Ailesini arabaya bindiren bazı iş adamları, kolay taşınan değerli bazı eşyalarını da yanına alarak Hewler’den kaçıyor…

Bu çok şaşırtıcı bir haber. Bu Kürd işadamlarının, evleri var, arabaları var. toprakları, atelyeleri, dükkanları vs. var. Neden onları korumuyorsun, neden savaşarak onları korumaya çalışmıyorsun?  Bu işadamları, muhtemel olarak paralarını, mücevherlerini vs. de yanında götürüyordur. Gümrükte, bunları ona-buna kaptırmadan, ana-buna rüşvet vermeden kurtarabilir misin?

Diyelim, Bağdat’tan bir Arap işadamı Fransa’ya, Paris’e gidiyor. Onun da yanında paraların veya mücevherleri vs. var. Gümrükte önemli bir sorunla karşılaştı. Bunlara bir süre el kondu. Irak devleti bu işadamına yardımcı olabilir. Sorunları zarara uğramada çözebilir. Bu tür sorunlar karşısında Kürd işadamların kim koruyacak?

Bir Daha Asla…

Yahudiler, Avrupa’da, 1930’larda, 1940’larda çok büyük soykırım yaşadı. Almanya’da, Fransa’da Polonya’da, Avusturya’da, Macaristan’da Romanya’da vs. yaşayan Yuhudi, 6 milyon Yahudi, Nazi rejimi tarafından soykırımla yok edildi. Fakir-zengin, kadın-erkek, yaşlı-genç altı milyon Yahudi… İkinci Dünya Savaşı’ndan, Nazi rejiminin, yıkılmasından, Hitler’in intiharından sonra, Yahudiler, Bir Daha Asla dediler. Bu, Yahudilerin, soykırıma hazırlıksız yakalandıkları, bir daha böyle bir operasyona uğramamak için her türlü önlemi alacakları anlamına gelir. İsrail Devleti durdukça Yahudilerin bu tür bir operasyonla karşılaşmayacağı anlamına gelir.

Kürdlere bakalım. Enfal, soykırımdı. Soykırımın doruk noktası 16 Mart 1988 Halepçe’ olmuştur.   Halepçe’de 6 binin üzerinde Kürd zehirli gazlarla boğulmuştur. 1983’den beri uygulanan hangi gaz daha zehirlidir, daha kitlesel ölümler yapar deneyleri Kürd köylerinde, cezaevlerindeki Kürd mahkumlar üzerinde yapılmıştır. Bu deneylerde laboratuar Kürdistan olmuştur. 1983-1988 arasında yapılan bu deneylerde katledilen Kürdlerin sayısı altıbinin çok çok üzerindedir. Zamana ve mekana yayılmış katliamlar… O günlerden bugüne, Halepçe ve çevresinde hala sakat çocuklar doğuyor. Kısa bir süre yaşadıkan sonra ölüyorlar. Hejare şamil, bir yazısında, o günlerden bu tarafa ölenlerin sayısının, Dünya Sağlık Örgütü’nün rakamlarına dayanarak, 45 binden fazla oluğunu belirtmişti. Buna rağmen, Kürdlerin bir kısmının, Bir Daha Asla dememeleri, hala Irak’ın birliğinden söz etmeleri çok şaşırtıcıdır.

Saddam Hüseyin’in yeğeni, Kürdistan Askeri Valisi Ali Hasan el Mecid (1941-2010) şöyle diyordu. : Onlarca Halepçe yapacağız. Bu gerici halkı tamamen yok edeceğiz, bu gericilerin, emperyalist uşaklarının kökünü kurutacağız.  Silahlarımız, gazlarımız da var, elemanlarımız da her şey hazır… Hasan el Mecid’in konuştuğu bu kaset, 2003’te, ABD müdahalesi sırasında peşmergeler tarafından el konan Baas Partisi bürolarında ele geçirilmişti. Bu bürolarda ele geçirilen 18 ton belgenin ABD’ye gönderildiği söyleniyordu. Bu kaset de o dökümanlar arasında bulunmuş Bütün bunlara rağmen, Kürdlerin bir kısmının, Bir daha Asla dememeleri, hala Irak’ın birliğinden söz etmemeleri dikkate değer bir durumdur.

Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı şimdi müze olarak değerlendirilmektedir. Burada Saddam Hüseyin’in, Kürdlere yaptığı muamele bütün canlılığıyla yaşatılmaktadır. Hala Irak’ın birliğinden bahsetmek ne anlama gelir? Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı’ndaki ve benzer cezaevlerindeki, ‘Kadınların Şerefini Lekeleme Odaları’ ne çabuk unutuluyor? Saddam Hüseyin bu görevi kimlere vermişti?

Hegel (1770-1831) Tarih Felsefesi çalışmasında, devletlerin tarihten ders almadıklarını vurgulamaktadır. “Devletler tarihten ders almazlar” demektedir. Bu, örgütler için de böyledir. Hegel çağından günümüze kadar olan tarihsel gelişmelere baktığımız zaman bu düşüncenin daha çok doğrulandığın da görüyoruz. Buna rağmen, geçmişi sık sık hatırlatmak önemli olmalıdır.

Burada şu konuyu gündeme getirmek de gerekir. Kötülüğü kötü insanlar mı yapıyor? Hayır. Kötülüğü normal insanlar yapıyor. Normal insanlar kötülük yaptığı zaman, onlara kötü insan deniyor. Bugün, Irak eski Başbakanı, İslami Dava Partisi Başkanı, Cumhurbaşkanı yardımcısı, Nuri Maliki, (d. 1950) yönetime gelse, Irak’ı, Saddam Hüseyin döneminde olduğu gibi güçlü, Kürdleri güçsüz hissetse, Kürdlere soykırım da dahil her türlü kötülüğü yapabilir. Çünkü çok yoğun bir şekilde Kürd karşıtı, Barzani karşıtı bir kişidir. Bunu engelleyecek tek durum ise, geçmişle yüzleşme yapmaktır. Irak yöneticileri bu yüzleşmeyi yapmamışlardır.

Burada, Başkan Mesut Barzani’nin bir açıklamasına dikkat çekmek gerekiyor. Musut Barzani iki ay kadar önce yapığı bir açıklamada,  ‘Maliki Başbakan olursa,  bağımsız Kürdistan’ı ilan ederim” şeklinde bir söz söyledi. Bunu tehdit havasında söyledi. Bu kanımca talihsiz bir açıklamadır. Bağımsız Kürdistan, Kürdlerin doğal hakkı olduğu için savunulmalıdır. Bağımsız Kürdistan’ı Tehdit aracı olarak kullanmak değil…

Kötülüğün normal insanlar tarafından yapıldığını belirtmeye çalışıyoruz. 1990’lardaki Türk cezaevlerini düşünelim. Örgüt elemanları sık sık,  emniyet sorgularında kendilerine yapılan işkenceleri anlatırlardı. Emniyeti, savcılığı, mahkemeleri yargıçları eleştirirlerdi, suçlarlardı. Bunlar hakkında suç duyurusu da yaparlardı. Fakat, kendi örgüt arkadaşlarına infaz edip cesedi, koğuş kapısı öneme atmak da dahil,   her çeşit işkenceyi yapmaktan hiç çekinmezlerdi. Emniyetde öğrendikleri işkenceyi yapabildikleri ölçüde kendi arkadaşlarına yaparlardı. “Sen neden sorguda konuştun, neden örgütün ne yaptığını ne yapacağını anlattın, neden onun-bunun adını verdin… Sen ajansın vs. denerek bu işkenceler yaşama geçirilirdi. Örgütler, sık sık devleti, tarihiyle yüzleşmeye davet ederler, kendileri kendi geçmişleriyle yüzleşmezler.

Kenya’da Mau Mau Hareketi

Kürdistan’daki gelişmeleri, Kenya ile karşılaştırmak da bize çok önemli bilgiler veriyor. Bunu denemeye çalışacağım. Kenya’dan önce, Afrika’nın sömürgeleşmesine kısaca bakmakta yarar var.

Afrika 16. Yüzyıldan itibaren sömürgeleştirilmeye başlandı. Önce Hollandalılar, sonra, İspanyollar, Portekizliler, daha sonra, İngilizler, Fransızlar, Belçikalılar, son olarak da 19 yüzyılın son çeyreğinde Almanlar, İtalyanlar Afrika’ya koloniler göndermeye işgal ettikleri alanları sömürgeleştirmeye başladı.

1885’de bu fiili durum resmileşti. Büyük Britanya, Fransa, İspanya, Portekiz, Almanya, İtalya,  Belçika, aralarına gerçekleştirdikleri bir antlaşmayla, Afrika’yı, Afrika sömürgelerini paylaştılar. Bu antlaşmaya Berlin Antlaşması deniyor.

Sınırlar elbette çok önemlidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1960’larda, sömürgeler bu sınırlar üzerinde bağımsızlık kazanmışlardır. Bu sınırlarda tek değişiklik, 1990’larda Eritre Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sonunda, Eritre’nin Habeşistan’dan ayrılması şeklinde oldu. 2011’de de yapılan bir referandum sonunda, Güney Sudan Sudan’dan ayrıldı. 1960’lardai Kongo (Zaire ) Belçika’dan bağımsızlık kazandıktan sonra iç savaş başlamış, Kongo, Kongo Kinşasa, Kongo Leopoldville şeklide ikiye bölünmüştü… Geriye kalan bütün Afrika sömürgelerinde, sınırla, 1885 de çizildiği gibi kalmıştı.

Sınırlar meselesi Kürdlere bir konuyu hatırlatmalı. Kürdistan sömürge bile değildir. Çünkü Kürd adı, Kürdistan adı tanınmamaktadır. Klasik sömürgelerdeyse, sırırları önceden çizilmiş ülkeler vardır. Sömürge, çok alt düzeyde de olsa bir statüdür. Örneğin, Kenya İngiliz sömürgesidir, denir. Kürdistan, bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış, halk ve ülke gerçeği kabul edilmemiştir. Statüsüzdür. Her parça, o parçayı sınırlarına katan devletin toprağı sayılmaktadır.

Afrika’da, sadece dört ilkede silahlı mücadeleler yoluyla bağımsızlık kazanıldı. 1954-1961 Cezayir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, 1973-1975 Portekiz sömürgeleri Gine Bissau, Angola ve Mozambik ulusal kurtuluş mücadeleleri… Geriye kalan Afraki sömürgeleri anayasal görüşmeler sonunda bağımsızlık kazandı. Eritre’nin ve Güney Sudan’ın durumunu da yukarıda belirtmiştik.

Kenya’da da anayasal görüşmeler söz konusu oldu. Ama bu görüşmeler sırasında şiddeti tırmandıran durumlar da oldu. Yerlilerin Mau Mau  sesler çıkararak büyük kitleler halinde gösteri yapmaları İngilizler tarafından şiddet kullanılarak bastırılmaya çalışılıyordu. Yerliler de buna tepki verince siddet yükseliyordu. Bu, toprak sorunuyla beyaz çiftlikle sorunuyla ilgiliydi. Kenya Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin lideri Jumo Kenyatta (1891-1978) bu konuda şöyle diyor:  Beyazlar ülkemize geldiler. Beyazların ülkemize geldiği sırada ellerinde İncil vardı, toprakları bizimdi, toprakları biz işletiyorduk. Bize dua etmesini öğrettiler. Gözünüzü kapayın, dua edin dediler. Gözümüzü kapadık, dua ettik… Bu epey sürdü. Gözümüzü açtığımızda gördük ki, onların İncil’i bizim elimizde, bizim topraklarımız,  beyazların, İngilizlerin elinde…

İngiltere, Kenya’da çok geniş çiftlikler kurmuş. Çiftliklere İngilizler sahip. Yerliler çiftliklerde emekçi olarak, köle olarak çalışıyor. Kenya’da aydınlar, 1950’lerde, bu durumun bilincine varmış. Toprakları ele geçirmek için yoğun bir mücadele başlatmışlar. Çiftlikler ele geçirmek, beyazları, İngilizler kovmak için büyük gösteriler yapılıyor. Kitleler,  yalın ayaklarla, Mau Mau sesleriyle, koşar adam yürüyüşlerle gösteri yapıyorlar. Mau Mau, Kiyuki dilinde, çık çık anlamına gelen uma uma sözcüğünün, çocukların oyun dilinde, mau mau halini almış şekli… İngilizlere, çiftliklerden çık, Kenya’da çık git deniyor, şeklinde yorumlanabilir… Bk. Baskın Oran, Az Gelişmiş Ülke Milliyetçiliği, Kara Afrika Modeli, Bilgi Yayınevi,  3. Bs. Ankara, Ocak 1997 s.149-153

Mau Mau, 1950’lerde, Türkiye’de, yamyamlar şeklinde anlatılıyordu. İnsanları kaynar kazanlara atıp pişirip yiyen yamyamlar… Herhalde, Ulasal kurtuluş mücadelesinin küçümsemek, çarpıtmak için böyle yapılıyor.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, bazı Kürdler de gösteri yapıyorlar. Ama onlar, maaş maaş diye gösteri gösteri yapıyorlar. Bağımlı bir ulusun, bağımsızlığı hiç düşünmeden, bunu dert etmeden, maaş maş diye gösteri yapması şaşırtıcıdır. Yaşamı sürdürmek bunun için yemek yemek elbette önemlidir. Ama bunu birinci plana koyup vatanın, ulusun bağımsızlığını hiç dert etmemek, statü düşünmemek, çağı hiç anlamak demektir. Bir de şu var. IŞİD’le savaş sürüyor. Peşmergenin ihtiyaçları, savaş ara-gereçleri durumu. İki milyona yakın sığınmacı var. Savaş, yüzbinlerce insanın yerini-yurdunu terk etmesini gerektirmiş. Bunları çoğu Kürdistan’a sığınmış… Öte yandan petrolün fiatı düşmüş,  petrol gelirleri azalmış.

Dünya uluslar ailesine katılmak, dünya uluslar ailesinin eşit bir ferdi olmak, hiçe sayılacak,  ıskalanacak bir durum değildir. Kürdlerse, dünya uluslar ailesinin eşit bir üyesi olmak bir tarafa, dünya uluslar ailesinin bir üyesi bile değildir. 50 milyonu aşkın nüfusu olan Kürdler, hala, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, itelenmekte, kakalanmaktadır. Kürdistan bölgesel Yönetimi de bir statüdür ama dünya uluslar ailesi söz konusu olduğu zaman yeterli değildir.

Burada, şu konunun üzerinde durmak da gerekiyor. Bir ülkenin, bir ulusun bölünmesi, parçalanması, paylaşılması söz konusu olduğu kişi olarak şöyle düşünürdüm: Burada, herhalde, ulusal hareket daha hızlı gelişir.

Böyle olmuyor. Coğrafyanın bölünmesi yanında, siyasal partilerin, örgütlerin bölünmesi de söz konusu oluyor. Devletler, kendi Kürdünü bastırırken, genel olarak Kürdleri de geriletebilmek için, karşı tarafdaki Kürd örgütlerinden bazılarıyla daha sıkı ilişkiler geliştiriyor. Örgütler arsındaki anlaşmazlıkları derinleştirme, yaygınlaştırma yolu izliyor. Bu politikanın daha etkin olduğunu görüyoruz. Bu, ulusal davanın başarıya ulaşmasına da engel oluyor, başarıyı geciktiriyor. Kanımca, Kürdlerin önemli bir kısmı, bölünmenin, parçalanmanın, paylaşılmanın bilincinde bile değildir. Böyle olduğu için, Kürdleri, Kürdistan’i bölen, parçalayan, paylaşan devletlerin anti-Kürd tutumlarının, bu konularda sergiledikleri oyunların önene geçilemiyor.

Yukarıda, Portekiz sömürgeleri, Gine Bissau, Angola ve Mozambik’de silahlı mücadele 2-3 yılda başarıya ulaştığını belirttik. Bakur’da, 1984’ten bu tarafa, 30 yılı aşkın bir zamandır gerilla mücadelesi var. Bu mücadelenln neden hala başarıya ulaşmadığını, neden bu kadar uzun sürdüğünü anlamak, kavramak önemli olmalıdır. Kaldı ki, bu mücadelenin, Kürdistan’ın diğer parçalarında yaşanmış geçmişi de var.  Bu mücadelenin, 200 yıldır sürdüğü söylenebilir. Bu süre içinde, soykırıma varan operasyonların yaşandığını da unutmamak gerekir.

Kürdistan Dubai’ye Değil, İsrail’e Benzemelidir.

Kürdistan, Dubai gibi, Körfezdeki ülkeler gibi sadece petrol ülkesi, rant gelirlerinin ülkesi olmamalıdır. Üretimin, istihdamın, emeğin geliştiği bir ülke de olmalıdır.  Bu konuda, İsrail’de, tarımsal hayatın, iş hayatının izlenmesi önemlidir.

Kızıl Deniz’deki Akabe Körfezi’ni düşünelim. Akabe Körfezi’nden Akdeniz’e bir sınır uzanıyor. Bu, Mısır-Gazze sınırıdır. Bir de Akabe Körfezi’nden, kuzeye doğru uzanan İsrail-Ürdün sınırı var. Bu sınırın her iki tarafında kalan topraklar çöldür.  Ürdün tarafında kalan topraklar da, İsrail tarafında kalan topraklar da çöldür.  Fakat İsrail bu çölde bir mucize gerçekleştirmiş. Buna biraz değinmek gerekir kanısındayım. Google’a ‘İsrail’in çöldeki mucizesi’ yazdığınız zaman, fotoğraflarla birlikte bu süreci izliyorsunuz.

Sınırın, İsrail tarafında kalan topraklara Arava deniyor.  Bu topraklarda İsrail binlerce güneş paneli kurmuş. Elde edilen enerjiyle tuzlu su, tuzdan arındırılıyor. Ve bu su tarımsal üretimde kullanılıyor.  Bu bölgede, devlet üretim kooperatifi olan Kibutzlar ve özel mülkiyete dayalı kooperatiflerin çalıştığı Moşavlar faaliyet gösteriyor. Bu bölgede her türlü sebze ve meyve yetiştiriliyor. Ve bu ürünler hergün Avrupa pazarlarına ihraç ediliyor. Son yıllarda, bazı Arap pazarlarına ihracat da başlamış İsrail’de, nüfusun % 4’ü bu bölgede tarımsal üretimde çalışıyor.

Bu tür görüşlerin, hep maaş beklentisi içinde olan Kürdleri etkilemeyeceği söylenebilir. Ama şunu da vurgulamak gerekir. Bu tür görüşler, toplumun çok küçük bir bölümünde etkili olabilir. Diyelim, % 1, %  yarım, diyelim, 200 kişide bir kişi bu görüşler üzerine kafa yorabilir, projeler geliştirebilir. Herhangi bir toplumda, köklü değişimler yaratanlar da nüfusun büyük gövdesi değil, bu küçük gruplardır. Bunu da unutmamak gerekir.

 Üç Kürd

28.02.2017

Prof. Dr. Kadri Yıldırım, 1-8 Ocak 2017 tarihli  ve 1 sayılı, Bas Gazetesi’nde, II. Şeyh  Abdüsselam Barzani başlıklı bir yazı yayımladı. Kadri Hoca,  aynı gazetenin, 9-15 Ocak 2017 tarihli ve 2 sayılı nüshasında, bu yazının ikinci kısmını okuyucularla  buluşturdu.

Anadilde eğitim, statü, ittifaklar söz konusu olduğunda, Şeyh Abdüsselam Barzani çok önemli bir kişilik olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu yazıda sözü edilen üç Kürd’den biri  II. Şeyh Abdüsselam Barzini’dir.(1868-1914) İkincisi, Şeyh Abdüsselam Barzani’yi, ulusal taleplerinden ve ulusaL mücadelesinden dolayı Musul’da idam eden, Musul Valisi Süleyman Nazif’dir. (1870-1927) Üçüncüsü, mücadele sürecinde, sıkışma karşısında Başur’dan Rojhilat’a geçen   ve firar halinde olan Abdüsselam Barzani’yi, evinde misafir eden, O‘nun başına ödül konulduğunu duyan ve bu ödülü almak için O’nu ihbar edip yakalatan  Sofi Abdullah’tır. Bu yazıda bu ilişkileri belirtmeye, açıklamaya çalışacağım.

Şeyh Abdüsselam Barzani yurtsever bir kişidir. Kürdlerin, Kürd olmaktan doğan haklarının ve  Kürd toplumu olmaktan doğan haklarının gasbedildiğinin bilincindedir. Abdüsselam Barzani, özel mülkiyetin, bir kişide, bir ailede toplanmasına karşıdır. Bu anlayış çerçevesinde, Barzan bölgesindeki toprakların, çiftçiler arasında dağıtılmasını sağladı. Başlık parasını, kızların zorla evlendirilmesini yasakladı. Her köye bir cami yaptırdı, Camilerin hem ibadet yeri hem danışma meclisi olarak kullanılmasını sağladı. Danışma meclislerinin yerinde yönetim aracı olarak kullanılmasına olanak verdi.

Abdüsselam Barzani zamanın da, Hristiyanlar, Hristiyan olmaktan doğan haklarını, Yahudiler Musevi olmaktan doğan haklarını, özgürce kullandılar. Abdüsselam Barzani, bir Kürd  aişretinin, Süryanilere, Yahudilere baskı  yapmasını her zaman önledi. Asuri-Süryanileri, Yahudileri koruyucu bir politika izledi. İmadiye, Akra, Duhok, Zaho, Sincar gibi Kürd şehirlerinde, sosyal adaleti gözeten bir politika uygulamaya çalıştı.

Abdüsselam Barzani, Kürdler arasında ittifakı kurmak ve geliştirmek için, çok büyük çaba harcadı.  Kürd ordusuna bütün Kürd aşiretlerinin katılması için çok çaba gösterdi.

Kürd haklarını kazanmak için aşiretler arasında,  çalışma başlattı. Bu çalışmalar sonucunda, 1907 yılında, Bab-ı Ali’ye Kürd haklarını talep eden bir dilekçenin gönderilmesini sağladı. Birçok aşiretin imza koyduğu bu dilekçe, Duhok’ta, Şeyh Nur Muhammedi Birifkani’’nin evinde hazırlandı. Bu bakımdan bu dilekçeye  Duhok Vesikası deniyor. 7 maddelik bu dilekçe şöyledir:

  1. Kürd dilinin, İmadiye, Akra, Duhok, Zaho, Sincar gibi ilçelerde resmi dil olarak kabul edilmesi.
  2. Eğitimin Kürd diliyle yapılması
  3. Kazalara,  nahiyelere, diğer, müdürlüklere atananların, Kürdler arasından ve Kürdçe bilenler arasından  seçilmesi,
  4. Alınan kararların, verilen hükümlerin İslam adaletine  uygun olması
  5. Kürdlerin Şafi olduklarının dikkate alınması
  6. Kürdlerden alınacak vergilerin İslam hukukunun tayin ettiği oranlarda olması
  7. Kürdlerden  toplanacak vergiler, başta yol yapımım olmak üzere, beş Kürd ilçesinin ihtiyaçları için kullanılması..

Bu talepler, Padişah II. Abdülhamid’i, Bab-ı Ali’yi, İttihatçıları çok rahatsız etti.  1908’de Abdülhamid tahttan indirildi. İttihatçılar, yönetime el koydu. Bir yıl kadar sonra,  İttihatçılar, Abdüsselam Barzani’ye, Kürdlere savaş açtı.

1909, 1910 yıllarında Barzan bölgesinde, Başur’da,  şiddetli savaşlar oldu.  Bu savaşlar, daha sonraki yıllarda da devam etti.  1913 de, Süleyman Nazif’in, Musul valiliğine atanmasıyla, savaş daha da tırmandı. Vali Süleyman Nazif,  Şeyh Abdüsselam Barzani’nin yakalanması ve ulusal hareketin bastırılması için askeri önlemleri yoğunlaştırdı. Abdüsselam Barzani’nin başına ödül koydu.  Abdüsselam Barzani’yi yakalayıp devlete teslim edecek olanlara büyük maddi ve manevi ödüller vaad etti.

Mart 1914 de başlayan bir çatışmadan sonra, Abdüsselam Barzani ve  savaşçılardan bir kısmı İran’a geçip Şikaklı Kürdlere  sığındı. Bu sırada Sofi Abdullah’a da misafir oldu. Bu sırada Sofi Abdullah, Abdüsselam Barzani’nin başına ödül konulduğunu, O’nu yakalayıp devlete teslim edecek  olanlara büyük maddi ödüller verileceğini öğrendi. Abüsselam Barzani’yi ve onu  korumakla görevli peşmergeleri devlete ihbar etti.  Bu ihbar üzerine, Abdüsselam Barzani ve üç peşmerge, uykudayken yakalandı. Abdüsselam Barzani ve üç Peşmerge Van üzerinden, Diyarbakır yoluyla, Musul’a götürüldü.  Ve Vali Süleyman Nazif’e teslim edildi. Göstermelik kısa bir mahkeme sürecinde Abdüsselam Barzani’ye ve üç peşmergeye idam hükümleri verildi. Bu dört yurtsever Kürd kısa bir zaman içinde Musul’da idam edildi. Bu sırada, kardeşi Şeyh Ahmed 18, küçük kardeşi Mele Mustafa Barzani 11 yaşındaydı. Mustafa Barzani ağabeyinin nasıl idam edildiğini izlemişti.

Toplumsal Bilginin Aktarımı: Okul, aile, çevre…

Üç Kürd’ün Kürd/Kürdistan  sorunlarıyla ilgili olarak çok farklı tutumlarının eğitimle çok yakından ilişkisi vardır. Eğitim, Kürdlerin, Kürd kalıp kalmamalarında, kendileri olma konusunda belirleyici bir özelliğe sahiptir. Eğitimi, sadece okul eğitimi çerçevesinde değerlendirmemek gerekir. Okul eğitim elbette çok önemlidir ama, aile, sokak, kamuoyu, basın vs. de eğitimin şekillenmesinde  rol sahibidir.

Peşmergelik Yüce Bir Değerdir, yazısında, Saddam Hüseyin’in yardımcısı, Taha Yasin Ramazan’dan (1938-2007) söz edilmişti. Taha Yasin Ramazan’ın da Kürd olduğu, ama Enfal’de ve Kürd soykırımında  Saddam Hüseyin’in çok önemli bir yardımcısı olduğu vurgulanmıştı. Küçük bir memurken Baas Partisi’ne katılması, Baas Partisi’nde aldığı siyasi ve askeri eğitim, O’nu Kürd karşıtı, Kürd düşmanı  bir unsur haline getirmişti.

Aynı sözler Süleyman Nazif için de söylenebilir. Osmanlı okullarında eğitim almak, İttihat ve Terakki’ye yakın olmak, İttihat ve Terakki çevresinde söz sahibi olmak, O’nun, Kürd/Kürdistan karşıtlığını belirleyen unsurlar olmuştur. Süleyman Nazif, Kürd olmasına rağmen, “yedi nesil öncesinden beri Türküm” diyen bir kişidir.

Şeyh Abdüsselam Barzani’nin, Kürd kalması, kendisinin,  kendi toplumunun gasbedilmiş haklarının  bilincine varması, eğitimini, Barzan Medresesi’nde almasıyla yakından ilişkilidir. Medresenin, Kürd okulu olduğu bilinmektedir. Barzan  Mederesesi’nin,  bir okul olduğu, örneğin tekke olmadığı vurgulanmalıdır.

Şeyh Said’in (1865-1925) ve dava arkadaşlarının yargılanmasını hatırlayalım. Mahkeme heyetinde Ali Saip Ursavaş  (1885-1939) isimli bir hakim vardı. O’da bir Kürd’dü. Revandizli bir Kürd. Askeri eğitimini, İstanbul’da Osmanlı Askeri Akademilerinde almış bir Kürd.  Şüphesiz, Jön Türklere, İttihatçılara, daha sonra da Kemalistlere çok yakın bir kişi.  Şeyh Said’le, mahkeme dışında, cezaevine giderek yaptığı görüşmelerde, “biz şeriatı getirmek için kalkışma yaptık” dersen küçük bir ceza ile  kurtulman mümkün…” demeye, onu aldatmaya çalışan bir  hakim. “Dediğim gibi davranırsan, kısa bir süre sonra, Hınıs’da kuzu çeviririz…” diyen bir hakim … 1925 sularında, Kürdlerin, Batı kamuoyuna karşı şeriat için kalkıştıkları, iç kamuoyuna karşı ise,  Kürdistan için kalkıştıkları şeklinde bir propaganda olduğu bilinmektedir.

Ali Saip Ursavaş da kendisine “Kürdüm” diyordu. Ama onunu için Kürdlük, bir folklorik ayrıntadan başka bir şey değildi.

Osmanlı-Kürd/Kürdistan savaşları söz konusu olduğu zaman, medreseleri ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Kürdistan’daki medreselerde eğitim gören herkesin yurtsever olamayacağı açıktır. Belki, Sofi Abdullah da bir medresede eğitim görmüştür. Ama O’nun gördüğü eğitim, O’nun Kürd kalmasını,  kendi olmasını, gasbedilmiş haklarının bilincine varmasını, Kürdistan için mücadele etmesini  sağlayamamıştır.

Barzan Medresesi, bu konuda dikkate değer bir özelliğe sahiptir. Kürd hakları için mücadele, Ulasal mücadele İkinci Abdüsselam Barzani ile başlamıştır. Ama,  Abdüsselam Barzani’nin babası Muhammed Barzani (ö. 1902) ve dedesi Birinci Abdüsselam Barzani (ö. 1872) dönemlerinde de  Barzanlar, Kürdlerin kendi kendilerini yönetmeleri, vergi  konularında,Osmanlı yönetimi ile her zaman çatışma içinde olmuşlardır. Birinci Abdüsselam Barzani’nin,  Nakşibendiliğin Kürdistan’daki  kurucusu, Mevana Halid’den (1779-1827)  icazet (diploma, izin)  aldığı da belirtilmektedir.  İkinci Abdüsselam Barzani ile başlayan Kürdlük için mücadele,  küçük kardeşleri Şeyh Ahmet (1896-1969) ve Mele Mustafa Barzani (1903-1979) dönemlerinde ve daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bugün de davam etmektedir.

  1. yüzyılın ortalarından itibaren, Osmanlı yönetimi Kürd medreselerine müdahale etmeye başlamıştır. Bu, Osmanlı yönetiminde merkezi idarenin kurulmasıyla, Kürd mirliklerinin yıkılmasıyla paralele giden bir süreçtir. Mirlikler dönemindeki Kürd medreseleriyle, şeyhlikler dönenindeki medreseler birbirlerinden çok farklıdır. Mirlikler döneminde medreseler şüphesiz çok daha Kürdidir. Medreselerde, Kur’an, Hadis, Fıkıh, Kelam, İslam Felsefesi, Mantık, Akaid   gibi dersler, Arapça, Farsça gibi dersler okutuluyorsa da  eğitim dili Kürdçe’dir. Kürd diline, Kürd edebiyatına ilişkin dersler de vardır. Şakir Epözdemir’in, Medreseyen Kürdi (Weşanen Nubihar, Gulan 2015, 159 s. ) kitabı bu konuda  değerli bir çalışmadır.  Medreselerle ilgili bir diğer çalışma için bk. Dr. Serdar Şengül, Halidi Nakşibendilik, ve Medreselerde İlim Anlayışının Dönüşümü,  Kıyam ve Kıtal Osmanlı’dan Cumhuriyete Devletin İnşası ve Kolektif Şiddet, içinde Hazırlayanlar, Ümit Kurt, Güney Çetin, Türk Tarih Vakfı Yayınları, Nisan 2015 s. 321-360)

Yukarıda belirtilen eğitim sistemi, şeyhlikler  döneminde de şu veya bu şekilde devam etmiş olabilir. Ama Mirliklerin yıkılıp merkezi otoritenin Kürdistan’da güç kazanması sürecinde, şeyhler de merkezi otorite ile ilişki kurmaya başlamışlardır. Siyasal iktidarın, devletin meşruiyetinin sağlanmasında, şeyhlerin etkin bir rol almaya başlamaları, devletle, siyasal iktidarla işbirliği yapan şeyhlerin  maddi olarak desteklenmesi Kurdi özelliklerin zamanla zayıflamasını getirmiştir. Merkezileşme döneminde,  klasik eğitim kurumları medreseler yanında, modern eğitim kurumları olan okulların da açılması, bu olularda eğitimin Türkçe olması, Türkçe’nin zorunlu olması, bu okulların Kürdistan’da da yaygınlaştırılmaya çalışılması  medreselerdeki Kürdi ruhu zayıflatmıştır.

Şeyhlerin güç kazanması, Ermeni sorunuyla yakından ilişkilidir. 1891’de Hamidiye Alayları’nın kurulması da başta bu sorun ile ilgilidir. Bu tarihlerden sonra, Patnos’da, Kör Hüseyin Paşa,  Cizre’de, Mustafa Paşa, Viranşehir’de İbrahim Paşa, Muş’da Hacı  Musa Bey gibi,   Kürd aşiret reisleri Ermeni mallarının gasbedilmesinde, direnenlerin öldürülmesinde büyük rol oynamışlardır. Tanzimat’la, Islahat Fermanı’yla başlayan bu süreç  Hamidiye Alaylarıyla daha da yoğunluk kazanmıştır.,  Şeyhlik, bu dönemde, Ermeni mallarının yağmalanmasının, buna direnenleri öldürülmesinin İslam hukukuna  uygun olduğunu söyleyen, bu konuda görüş  açıklayan bir kuruma dönüşmüştür. Şeyhler, verdikleri fetvalarla, bu gasblara, cinayetlere  meşruluk kazandırmaya çalışmışladır. Bu gasblardan pay alarak ekonomik bakımdan da güçlenmişlerdir.  Bu durumu, çok iyi anlatan çalışmalardan biri Armenouhie Kevonian’ın, Gülizar’ın Kara Düğünü Bir Kürd Beyi tarafından Kaçırılan Ermeni Kızın Gerçek Hikayesi, (Aras Yayıncılık,  Çeviri Aslı Türker, Ece Erbay, 2. Basım, İstanbul, Aralık 2015)  Bu kitap, gayrımüslimlere karşı İslam adaletinin nasıl çalıştığını, Şeyhlerin bu süreçdeki rolünü çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir. Reşkotan Aşireti çevredeki Ermenilerle daha normal ilişkiler geliştiren bir Kürd aşiretidir. Reşkotan aşiretinin Hamidiye Alayları’na katılmadığı görülmektedir.

Bu düşüncelerin, bazı Kürdler tarafından tepkiyle karşılandığını biliyorum. Özgür eleştiri her zaman esas olmalıdır. Eleştiri sahipleri, düşüncelerini olgusal temelleriyle ortaya koymaya çalışmalıdır. Bu tepkileri gösterenlerin, bu düşüncelere ilişkin olarak, hiçbir eleştiri geliştirmeden, sadece, kızgınlık, öfke  belirtmeleri,  böyle düşünenler de var demeleri doğru değildir.

Ulusal Kurtuluş Mücadeleler ve Din

Ulusal kurtuluş mücadelelerinde, dinin işlevi ve kullanımı  üzerinde durmak önemli bir konudur. Örneğin, 1954-1961 Cezayir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nde, din anti-emperyalist, anti-sömürgeci bir işleve sahip olmuştur. 1919-1922 arasındaki Türk ulusal mücadelesi için de   aynı şeyle söylenebilir. Bu mücadelede padişahı, hilafeti,  saltanatı, dini, Müslümanlığı kurtarmak, korumak önemli bir slogan olmuştur. Halk bu sloganlar etrafında toplanarak, yabancı güçlere karşı  örgütlendirilmiştir. Ama Kürd ulusal kurtuluş mücadelesinde durum çok farklıdır. Bu mücadelede Kürdlerin ulusal talepleri, örneğin Kürd dili ile ilgili talepleri, her zaman din kullanılarak, Müslümanlık kullanılarak bastırılmaya çalışılmıştır. Din, bu mücadelenin bastırılmasında etkin bir rol oynamıştır. İslam kardeşliği, ümmet kardeşliği, bu taleplerin yaşama geçirilmesini engellemek için kullanılmıştır.

Baskı, zulüm yapan devlet ve baskıyı zulmü yaşayan, işgale uğrayan halk, farklı dinlerden olduğu zaman, dinin, böyle olumlu bir işlevi var. Ama, baskıyı yapan devlet ve baskıyı yaşayan halk aynı dindense, dinin kullanımı çok farklı olabilmektedir. İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de Kürdlerin yaşadığı durum budur. Kürdler bütün bu kesimlerde Müslüman devletlerin baskısı altındadır.

Bu bakımdan, Müslüman Bengal halkının, Müslüman Pakistan Devleti’ne karşı verdiği ulusal kurtuluş mücadelesi dikkate değer bir olgudur. Bu mücadelede 1950’lerde,  Bengal halkının ulusal isteklerini ileri sürmesi karşısında, Pakistan devleti, Pakistanlı aydınlar, “biz Müslümanız, sizin talepleriniz İslam kardeşline aykırıdır, ümmet kardeşliğine aykırıdır…” şeklinde  tepki gösterdi. Müslüman Bengal halkı ise, “biz kardeş değiliz, siz ülkemizi işgal ettiniz, dilimizi yasakladınız, böyle kardeşlik olmaz…” diyerek bu anlayışa karşı çıkıp ulusal taleplerinin ısrarla takipçisi olmuştur. Müslüman Pakistan Devleti’ne karşı, Müslüman Bengal halkının bu tutumu çok önemlidir.  İslam kardeşliği, ümmet kardeşliği gibi kavramalar, Kürdleri her zaman kandırmıştır. Ama Bengal halkını kandıramamıştır.

Cemal Temel’in, Mondros’tan Lozan’a Kürdler, 1918-1923, Kürtlerin Aldanma ve Yanılsama Yılları başlıklı çok değerli bir incelemesi var.  Bu incelemede, Celal Hoca, Şeyh Ahmed Sunusi (1873-1933) Uceym Sadun Paşa (1887-1960) gibi Arapların, Hilafeti, saltanatı, dini, Müslümanlığı koruma adı altında, Türk ulusal mücadelesine nasıl katıldıkları anlatılmaktadır. Mustafa Kemal bu Arap şeyhlerinin, özellikle Kürdistan’da çalışmaları konusuna çok önem vermiştir. Bu Arap şeyhleri, Kürdistan’a geziler düzenleyerek halkı bu konularda etkilemeye çalışmışlardır. Celal Temel, İki Arap şeyhi başlığı altındaki bu değerlendirmelerden sonra, İki Kürdbaşlığı altında, Bediüzzaman (1878-1960) ve Ziya Gökalp (1876-1924) de incelenmektedir. Bediüzzaman’ı eski Said ve yeni Said olarak ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Eski Said Kürdidir. Said-i Kürdi olarak  anılmaktadır.  Yeni Said, Said-i Nursi olarak anılmaktadır. Devlete yakındır. Dönüm noktası, Rusya’da esirlikten kurtulup İstanbul’a döndüğü tarihtir. Bu 1918 yılının ortalarına rastlamaktadır.

Bediüzzaman, Kürd ulusal mücadelesi sırasında, kendisinden de yardım istendiği zaman,  “Türkler Müslümandır. Müslümanlığa  çok hizmet etmişlerdir, Türklere kurşun sıkmayız…” demektedir. Yeni Said, Müslüman Türk yönetiminin, Kürdistan’da Müslüman Kürd halkına karşı gerçekleştirdiği soykırımlar karşısındaysa her zaman sessiz kalmıştır.

Yeni Said, Said—Nursi, bu tutumunu, “artık siyasetle uğraşmıyorum, kendimi tamamen dine verdim” diyerek açıklamaktadır. Aslında, devlet yanlısı bu tutum da  tam anlamıyla bir siyasettir. Dr. Serdar Şengül, yukarıda belirtilen değerli incelemesinde, kendini tamamen dine veren ilimle uğraşan  şeyhler, ve siyasetle uğraşan şeyhler şeklinde bir ayrımdan söz etmektedir.  Kendisini tamamen dine  verenlerin, Kürdlükten tamamen uzaklaşmaya başladıkları, Kürdlükten kaçtıkları, devlet yanlısı bir siyaset izledikleri vurgulanmalıdır. Halbuki aynı çevrelerin, Filistinli Müslümanların, Bosnalı Müslümanları mücadelelerine nasıl yandaş oldukları, bu mücadeleleri nasıl destekledikleri yakından bilinmektedir.

Aynı çevrelerin 1970’lerde, Bengal halkının mücadelelerine, devlet gibi nasıl karşı oldukları, Pakistan Devleti yanında yer aldıkları, Bengal ulusaL kurtuluşçularını eşkıya, anarşist diye suçladıkları yine biliniyor.

Celal Temel’in incelemesinde, Bitlis milletvekili Yusuf Ziya’nın (1852-1925),  Dersim milletvekili Hasan Hayri (1881-1925) çeşitli konuşmalarından da örnekler verilmektedir. Bu konuşmalarda, Osmanlı-Türk eğitim sisteminin,  devletin ve İttihat ve Terakki’nin İslam anlayışından nasıl etkilendikleri açıkça görülmektedir.

Celal Hoca’nın incelemesinde, Dersim milletvekili Diyap Ağa’nın (1852-1932) Diyarbakır milletvekili Zülfi Tigrel’in  (1876-1940),  Muş milletvekili Hacı İlyas Sami’nin (1882-1932) durumları da değerlendirilmektedir. 1990’larda, Sosyaldemokrat Halkçı Parti’den Muş milletvekili olarak görev yapan Muzaffer Demir’in  (1953-2007) konuşmaları da ele alınmaktadır.

Bu değerli çalışmanın, yakında İBV yayınları  arasında basılacağı ve okuyucularla buluşacağı kanısındayım.

Cumhuriyet Dönemi

Cumhuriyet döneminde, Kürd medreselerin kapatılmasının ve ‘alfabe devrimi’ nin,  Kürdlerin asimilasyonuyla çok yakından ilişkili olduğu belirtilmelidir. Gerek medreselerin kapatılmasının, gerek  ‘alfabe devrimi’nin, Türkler ve Kürdler bakımından anlamının  çok farklı olduğu vurgulanmalıdır. Bu süreçde Türklere yeni bir okul, yeni bir alfabe  verilmiştir.  Aynı kategoriler, yani Türk okulu, Türk alfabesi  Kürdlere de dayatılmıştır.

Şöyle düşünelim. Cumhuriyetle  birlikte, Kürdçe yasaklanıyor.  Kürd diliyle eğitim veren medreseler yasaklanıyor. Bu yasaklarla birlikte, Kürd diliyle ilgili bütün arşiv imha edilmeye çalışılıyor. Örneğin, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, yayımlanmış Kürdçe gazete ve dergiler, devlet kütüphanelerinden ayıklanmaya, imha edilmeye başlanıyor. Kürd diliyle ilgili izleri silmek sistematik bir politika haline geliyor. Bütün bu durumları, yeni Kürd nesillerine anlatabilecek  Kürd aydınları ise, ya çatışmalarda yok edilmiş, ya da  firar halinde, yurt dışındadır.

Böyle bir ortamda, Devlet, Kürdlerin aslını Türk olduğu, Kürdçe diye bir dil olmadığı şekilde bir propagandaya başlıyor. Bu propagandayı iki şekilde geliştirdiğini söylemek, kanımca çok daha doğru. Kürdler inkar edilerek yok sayılıyor. Bu, Kürdlerin ‘öteki’ bile kabul edilmediği anlamına gelir. Bazan da “ilkeldir”, denerek, “Kürdçe denen dilin 30 kelimesi bile yoktur…” denerek aşağılanıyor, horlanıyor, küçümseniyor. Ama aynı dönemde, Türklük, Türk dili abartılı bir şekilde övülüyor, yüceltiliyor. Böyle bir ilişkiler ağında, alfabe değişikliği, okul değişikliği ne anlama gelir? Böyle bir ortamda, diyelim 1930’larda, eğitime başlayan bir Kürd çocuk okulda nelerle karşılaşır, neler öğrenir? Ailedeki ve okuldaki durumun farklılığı Kürd çocuklarını nasıl etkiler? Pedagojik bakımdan bunların incelenmesi gerekir.

Yukarıda, Barzan Medresesi’nin, yurtsever Kürdlerin yetişmesinde  önemli bir role sahip olduğu belirtilmişti.  Bu çerçevede, Şeyh Abdülkadir’in, (1851-1925) Emin Ali Bedirxan’ın  (1851-1926) ve çocuklarının,  Simko’nun, (1857-1930), Şeyh Said’in (1865-1925) Şeyh Mahmud  Berzenci’nin, (1878-1956)   Kadı Muhammed’in (1900-1947) ’nin eğitim durumlarının da incelenmesinde de yarar vardır. Bu incelemeler, Kürdlerle, Kürdistanla ilgili bilgilerimizi çoğaltacaktır.

Emin Ali Bedirxan, yurtsever bir kürdür. Çocuklarını da bu doğrultuda yetiştirmiştir. Çocuklarını Osmanlı okullarında değil, kendisi özel eğitimle yetiştirmeye çalışmıştır. 1864 yılında, Hacı Qadire Koyi, (1817-1897)  Koye de bazı Kürd şeyhlerini eleştiren şiirler yazmıştır. Bu eleştirilerden dolayı şeyhler Hacı Qadire Koyi hakkında ölüm kararı vermiştir. Bunu üzerine Hacı Qadire Koyi, Koye’yi terk ederek İstanbul’a gelmiştir. Hacı KQadire Koyi İistanbul’da Bedirxanilerle birlikte kalmıştır. Emin Ali Bedirxan’ın, Abdürrezzak Bedixan’ın arkadaşıdır, dostudur. Süreyya Bedirxan’ın (1883-1938) da özel öğretmenidir.

Şeyh Said’le ilgili olarak şunu ifade etmekte yarar vardır. Kürd sorunu Ermeni sorunuyla yakından ilgilidir. 1925 de idam edilen Şeyh Said’in ve 47 dava arkadaşının, Emenilere yapılan baskılara, örneğin Ermeni Tehciri’ne karşı durdukları, Ermeni-Süryani malları yağmasına katılmadıkları  kanısındayım.  Ama Şeyh Said direnişi sırasında, devletle işbirliği yapanların, direnişe destek vermeyen aşiret reislerinin, şeyhlerin önemli bir kısmının, geçmişi incelendiği zaman,  1915’de, öncesinde  ve sonrasında Ermenilere yapılan baskılara, Ermeni-Süryani malları yağmasına katıldıkları, yağmadan büyük pay aldıkları söylenebilir. Bu görüşün, Kürdistan’ın çeşitli kesimlerinde, kişiler ve ailelere nezdinde test edilmesinde yarar vardır. Bu bilgilerimizi çoğaltacaktır.  Bu konuda, İbrahim Sediyani’nin, Bütün Yönleriyle  Şeyh Said Kıyamı Cilt 1, Cilt  2  çalışması da önemlidir. ( Şura Yayınları, İstanbul  2014  748 s.

Bugün Kürd çocukları, örneğin, Başur’da modern eğitim kurumlarında, çağın eğitim teknikleriyle  eğitim görmektedir. Ama, geçmişin bilinmesinde, unutulmamasında  yarar vardır.

Mele Abdullah Begik (1897-1992)

Haziran 1971’de, Sıkıyönetim Komutanlığı Diyarbakır Askeri Tutukevi’ne götürülmüştüm. Burada pek çok kişiyle tanıştım. Bunlar arasında Kozluk’tan gelenler de vardı. Bu arkadaşlar çok yurtsever kişilerdi. Bunlar,  mele, öğretmen-öğrenci, esnaftan kişilerdi. Mele Abdullah Garzi’nin (Abdullah Begik)  Timok/Kozluk’daki medresesinde  eğitim gördüklerini söylüyorlardı. Mele Abdullah Garzi, DDKO Davası, Kozluk bölümünde, tutuksuz yargılananlar arasındaydı.

Silvan’dan ve Kozluk’tan gelen arkadaşlar şöyle bir olay anlatmışlardı. Devrimci Doğu Kultür Ocakları,  10 Ocak 1971 de, Kozluk’ta açılmıştı. Bu en son DDKO’dur. 12 Mart 1971 de,  ordu hükümete muhtıra verdi.

DDKO’nun, 10 Ocak 1971 de Kozluk’da açılışı sırasında, Mele Abdullah Begik’de bir konuşma yapmış. Bu konuşma DDKO Davası (Esas No 1972/34, Karar No 1972 /44)  gerekçeli kararında, “Türkçe olmayan sözlerle  halka hitap etti…” diye verilmektedir. (s.477)  Bu konuşma sırasında,toplantıyı izleyen  kaymakam çok kızmış ve Mele Abdullah Garzi’ye tokat  atma girişiminde bulunmuş. Bunun üzerine oradaki kalabalık buna tepki göstererek hem tokatı engellemiş hem de kaymakamlığa yürümüş… Rahmetli dostumuz Mahmut Yeşil, 1960’ların ortalarından itibaren, gerek Silvan’da, gerek Kozluk’ta gelişen olayları, bana birkaç defa anlatmıştı.

Bu kaymakamı, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden, Mülkiye’den  tanıyorum. Benim sınıf arkadaşımdı. (1958-1962)

Mele Abdullah Garzi 1980’lerde gerillaya da destek verdi. Bu sırada, Timok’daki evi ve medresesi yakıldı, yıkıldı. Yurtsever kişilerden, kurumlardan iz bırakmamak hepsini silmeye çalışmak, devletin önemli bir tutumu oluyor. Mele Abdullah Timok’u, Kozluk’u terk etti, önce Rojhilat’a oradan, Başur’a daha sonra da Lübnan’a Beka Vadisi’ne ulaştı. Burada PKK lideri Abdullah Öcalan’la görüşmeleri de var. Mele Abdullah Garzi, gerek 1960’larda, ve sonrasında, gerek günümüzde, ender rastlanan din adamlarından biriydi.

Kaynak: http://www.ismailbesikcivakfi.org/