Bugün (07.03.2022) saat 10.30’da hakkımda devam etmekte olan dava görülmeye başlandı. Duruşmaya yargılanan olarak ben, Av. Hasan Dağtekin, PAK Genel Başkan Yardımcısı Vahit Aba katıldı. Duruşmada mahkeme, bu duruşmanın son ve karar duruşması olduğuna, bu son duruşmada benim savunmamı sunmam beklenilmekteydi. Duruşmaya başlanınca söz bana verildi.

Ben Savunmamı yazılı ve sözlü sundum. Av. Hasan Dağtekin de hukuki savunmasını sundu. Savunmalarımızı sunmamızdan sonra, işgal hukukunun mahkemesi ara karar verdi. Duruşma salonuna alındığımız zaman, mahkeme, kararını yüzümüze okudu.

Karar beklediğimiz gibi, cezayla sonuçlandı. Her ne kadar bizim savunmalarımızdan sonra, mahkeme biraz sarsılıp yolunu şaşırmak üzereyken, rotasına girdi. Ceza verdi.

İşgalci yargının kararının en güzel yanlarından bir diğeri de, benim için yeni davaya kapının aralanması oldu. Kararda denildi ki: “Sanığın kovuşturma aşamasında sunmuş olduğu dişlekçeler ile duruşmadaki beyanlarının suç oluşturma ihtimaline binaen gereğinin takdir ve ifası için Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına SUÇ DUYURUSUNDA BULUNULMASINA.”

Bu karar açıklandığı zaman, mahkeme hâkimine, “ yazıklar olsun. Savunma hakkını bile yargılama konusu yapıyorsunuz” dedim. Hâkim sesini çıkarmadı.

Mahkeme açıkça kutsal ve vazgeçilmez olan “savunma hakkını” da ihlal edilmekten geri durmadı, işgalci yargı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Ben de aralanan bu kapıdan girerken, daha başka yeni davalara kapının aralanması için savunmalarımdan ve görüşlerimden vazgeçmeyeceğim. Baş ve göz üstüne geldi diyorum.

İşgal yargısının aldığı karar aynen şöyle:

“Gerekçesi 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 232/3. Maddesi uyarınca 15 GÜN içinde açıklanacağı üzere;

“1-Sanık İBRAHİM GÜÇLÜ’nün üzerine atılı  ‘Halkı Kin ve Düşmanlığa Alenen Teşvik Etme’  suçunu işlediği sabit olduğundan 5237 sayılı TCK’nun 216/1 maddesi uyarınca, suçun işleniş biçimi, suçun işlendiği yer ve zaman, suç konusunun önem ve değeri, meydana gelen zarar, sanığın amaç ve saiki ile suçun işlenmesindeki diğer özellikler göz önüne alınarak TAKDİREN 1 YIL HAPİS CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA.”

İşgal Yargısı bir indirim uygulayarak 1 YILLIIK CEZAYI,  10 AY HAPİS CEZASINA çevirdi.

Ama işgal yargısı, “Sanık hakkından daha önce benzer eylem nedeniyle kovuşturmanın ertelenmesi kararı birden fazla dava dosyasının olduğu sanığın eylemlerinin devam ettirdiği, bu haliyle sanığın tekrar suç işlemeyeceği konusunda mahkememizce kanaat oluşmadığından sanık hakkında CMK 231’de düzenlenen. Bu haliyle sanığın tekrar düzenlenen HÜKMÜN AÇIKLANMASININ GERİ BIRAKILMASINA YER OLMADIĞINA ve YİNE AYNI NEDNELERLE  SANIK HAKKINDAN VERİLEN CEZANIN ertelenmesine yer olmadığına  VE TCK’nın 50. maddesi gereğince  hakkından verilen cezanın SEÇENEK YAPTIRIMLARA ÇEVRİLMESİNME YER OLMADIĞINA” diyerek;

İşgalci yargı, işgalci ve sömürgeci devlet için güvenilmez, sürekli Kürtçülük suçunu işlemeye meyilli ve kararlı olduğum konusundan da bir tescil yapıyor.

İşgal Yargısının bu kararı da bana uygun, sevindirici, yerinde bir karar.

Ben sözlü savunmamda dedim ki:

Ben sözlü dedim ki: Önceki savunmalarımı aynen tekrar ediyorum. Benzer eylemler ve görüşlerim nedeniyle hakkımda daha önce mahkemelerde soruşturma makamlarınca takipsizlik kararı verilmiş, kovuşturma aşamalarından ise davalar ortadan kalkmışlardır. Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte devlet Kürtlere işgal hukuku uygulamaktadır. Bir tarafta Kürtler ve diğer tarafta devlet ve devlet adına mahkemeler.

Devletin işgal hukuku İstiklal mahkemelerinde, DMG’lerde, Sıkıyönetim Mahkemelerinde, sözde siz sivil mahkemelerde hep uygulana gelmiştir. Uygulana bu hukuk, Kürtlerin inkârı üzerinde temellenmektedir. Dolayısıyla Türk Dili dışında Kürt dili denildiğinde, Türk Bayrağı dışından Kürt Bayrağı denildiğinde, Türk ülkesi dışında işgal edilmiş Kürdistan’dan ve Kürt milletinden bahsedildiği zaman otomatikman yargılama konusu oluyor. Bu mantığı bu davadaki iddianame ve yargılamada da aynı görüyorum.  Ona karşı yazılı görüşlerimi de sunacağım. İddia makamı bir fikir suçu oluşturmuştur, ırkçı ve ayrımcı bir mantık sergilemiştir.

Yazılı savunmamı bu sözlü görüşlerime ek olarak sunuyorum.

Cumhuriyet Savcısı 08.11.2021 tarihli duruşmada mahkemenize esas hakkındaki mütaalasını sundu. Cumhuriyet Savcısının esas hakkındaki mütaalasında dile getirdiği görüşleri incelendiği zaman, iddianamedeki iddialarından farklılık taşımadığı görülecektir.

Cumhuriyet mütaalasında benim yazımdan bir bölüm aktardıktan sonra diyor ki:”Siber Suçlarlarla Mücadele Şube Müdürlüğünü tarafından yapılan açık kaynak araştırmasına ilişkin araştırma raporunda söz konusu yazının sanığa ait olduğu ve anılan internet sitesinde yayımlandığının tespit edildiği, sanığın alınan savunmasında suça konuyu yazıyı kendisinin yazdığını kabul ettiği ancak suçlamaları kabul etmediğini beyan ettiği görülmekle; ülkemizde yıllardır süre gelen ve halen mevcudiyetini devam ettiren Türk Kürt ayrımcılığı ve ırk farklılığından kaynaklanan toplumsal tehdit göz önüne bulundurulduğunda, sanık tarafından alenen kullanılan müsnet ifadelerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde asırlardır millet olma bilinci ile birlikte yaşayan Türk ve Kürt kökenli vatandaşlarımızı birbiri aleyhine kin ve düşmanlığa sevk edebileceği, bu şekilde kamu düzeni açısından açık ve yakın bir tehlike doğurabilecek nitelikte olduğu nazara alınarak “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” suçunu oluşturan eylemi nedeniyle  sanığın TCK’nın 21/1 maddesi gereğince cezalandırılmasına, işlediği kasıtlı suçun kanuni sonucu olarak hakkında TCK’nın 53. Maddesinde belirtilen hak yoksunluklarının uygulanmasına karar verilmesi kamu adına talep ve mütalaa olunur.”

Savcı Fikir Suçu Yaratmış…

Cumhuriyet Savcısının mütaalası okunduğu zaman, bir fikir suçunun yaratıldığı açıkça görülmektedir. Oysa uluslararası hukuk, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi,  diğer uluslararası sözleşmeler, AİHM Kararları, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası fikri suç kabul etmemektedir. Fikir, inansın en değerli ürünü, insanın olmazsa olmaz değeri, insanlığı geliştiren, insanlığa yol açan en önemli insan ürünüdür. Çünkü insan düşünen bir varlıktır. Düşündüklerini de toplumla ve çevresiyle paylaştığı zaman fikir oluşumundan bahsedilebilir.

Ne yazık ki Cumhuriyet Savcısı Kürt milleti, Kürdistan’la ilgili üretilen fikirleri içeren makalemi okuyunca,  Kürtleri ve Kürdistan’ı inkâr eden resmi ideolojiyi benimsediğinden, fikirlerimi suç kapsamında ele alma rahatlığını göstermiş.

Ben yıllardır, Kürtlere, Kürt milletine, Kürdistan’a dair düşünceleri üreten ve savunan bir kişiyim. Sadece Kürtlere, Kürt milletine, Kürdistan’a dair fikirleri üretmekle kalmıyor, Kürtlerin milli haklarına kavuşması, Kürt milletinin ve Kürdistan’ın özgürleşmesi, Kürt milletinin diğer dünyadaki milletler ve Türk milleti kadar devlet hakkı da dahil bütün haklara sahip olması için mücadele ediyorum.

Bunu yapmamak, öncelcikle beni Kürt olmaktan ve sonra da insan olmaktan çıkarır. Beni hiçsizleştirir.

Bundan dolayı düşüncelerimi doğru buluyor ve savunuyorum. Bir suç işlediğimi değil, Kürt ve insan olarak görevimi yerine getirdiğim düşünüyorum.

Benim Makelemde İfade Ettiğim Düşüncelerin Niteliğini Bilim Adamlarının Saptaması Olanaklıdır. Cumhuriyet Savcısının Kendisini Bilim İnsanlarının Yerine Koyması Doğru Değildir…

Cumhuriyet Savcısı yapılan bir ihbar üzerine yazımı okuduktan sonra, yazım hakkında soruşturma başlattı. Bunun ilgili olarak görüşlerime başvurdu. Ben makalenin bana ait olduğunu ve makalemdeki görüşlere sahip çıktığı açıkça ifade ettim. Benim görüşlerimin suç olmadığını, tarihi gerçekleri ifade ettiğini dile getirdim. Makalem hakkında bir davanın açılmasının doğru ve yerinde olmayacağını açıkça ortaya koydum.

Bir hukukçu ve bilimle ilgilenen bir kişi olarak makalem hakkında dava açılmasının, hukuku, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini, T.C Anayasasını, diğer ilgili uluslar arası sözleşmeleri ihlal olacağı da açık olan bir gerçekti. Buna rağmen Cumhuriyet Savcısı bu ihlali göze alarak hakkımda dava açtı. İddianame tanzim etti. Mahkemenizde bu iddianameyi kabul ederek hakkımda dava sürdürülmesini karar altına aldı. Şu anda davanın sonuna yaklaşmış bulunmaktayız.

Cumhuriyet Savcısı, bir hukukçudur. Bir bilim adamı değildir. Bir Tarihçi değildir. Bir sosyolog da değildir. Bu mahkeme hâkimi olarak sizin için de geçerlidir. Bundan dolayı makalemin içeriği konusunda bir karara varmanız doğru ve hukuka da uygun değildir. Benim makalemin uzman bilim adamlarından oluşan bir grup tarafından incelenmelidir. Özellikle de üniversitede Kürtler, Kürt milleti, Kürdistan hakkında uzman sayılabilecek bilim adamalarından (Tarihçi, sosyolog, sosyal bilimci) bir bilirkişi gurubu tarafından incelenmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum.

Mahkemenizin bu konuda bir karar oluşumuna gitmesini, buna bağlı olarak duruşmanın ertelenmesini istiyorum.

Cumhuriyet Savcısı Mütaalasında Da Kürtler, Türk Kürt İlişkileri Konusunda Da Yanlış Tarihi Bilgilere Sahip Olduğunu Ortaya Koymaktadır…

Kürtler, Ortadoğu’nun en eski milletlerinden biridir.5000 yıldan fazla bir tarihe sahiptirler. Türklerin 1071 yılında Ortadoğu’ya geldikleri bir gerçektir. Bu gerçeğe rağmen, Türklerle Kürtlerin aynı millet olduklarını, son tahlilde Kürtlerin de Türk olduğunu savunmak bir garabettir.

Bu bilgi kesinlikle sosyolojik, tarihi gerçeklere aykırıdır. Kürtlerin de Türk olduğu tezi ırkçı bir tezdir. Kürt milletini yok saymaktır.

Sadece Türkiye Cumhuriyeti Devletleri sınırları içinde sömürge koşullarında yaşayan Kürt millet gerçeğine bakarak, Kürtlerin Türk olduğunu ileri sürmek, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmüşlüğünden de haberdar olmamaktır.

Bugün Ortadoğu’da inkâr edilmeyecek bir gerçek var ki, o da Kürlerin ülkesi Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesidir. Her bir parçasının Dört sömürgeci devletin sınırları içine mahkûm edilmesidir. Bu gerçeğe göre, Kürtler Türkiye’de, İran’da, Suriye, Irak’ta yaşayan bölünmüş bir millettir.

Cumhuriyet Savcısının tezinden hareket edersek, o zaman Kürtler Türkiye’de Türk, Suriye ve Irak’ta Arap, İran’da Fars olmaları gerekir ki. Gerçeğin bu olmadığı Kürdistan’ın dört parçasında bir bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin varlığıyla ortadadır. Irak’ta Kürdistan Federe Devleti diye bir gerçeğin olmasıdır.

Bu büyük ve değişmez gerçeğin yanında, Cumhuriyet Savcısı başka büyük bir yanlış daha yapmaktadır. O da Kürtlerle Türklerin ilişkisinin gönüllü bir ilişki olduğu konusundadır. Kürtlerle Türklerin ilişkisinin “gönüllü” bir ilişki olduğunu ileri sürmesidir. Oysa gerçek bu değildir. Kürtlerin Türklerle ilişkisi, sömürgeci-sömürge ilişkisi denilen bir zora dayanmaktadır. Özellikle Kürtler Jakoben Kemalist Türk Devletinin kuruluşundan sonra, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki otonomi statüsünü, bütün milli haklarını kaybettiler.

Kürtler bu duruma razı olmadılar. Milli haklarını kazanmak ve bağımsızlıklarını elde etmek için, 1919 yılından itibaren hak arayışlarını, aydınca,  örgütsel, kitlesel olarak ortaya koydular. Bu milli hak arayışlarının askeri güçlerle bastırılmak istenmesi üzerine, milli ayaklanmalara dönüştü. Bu milli ayaklanmalar, 1938 yılına kadar devam etti. Ne yazık ki Kürtler bağımsızlığına kavuşmadan, milli haklarını elde etmeden mili ayaklanmaları katliamlarla bastırıldı.

O tarihten sonra Kürtlerle Türkler arasındaki ilişki gönüllü bir ilişki olmadı, zora dayanan bir ilişki; yasaklara dayalı bir ilişki; toplu gözaltılar ve işkencelerle devam eden bir ilişki; yargılanmalarla devam eden bir ilişki; toplu sürgünlerle devam eden bir ilişki: karşılıklı güvene olmadan devam eden bir ilişki oldu.

Benim yargılanmam da bu ilişkiyi ifade eden gerçekliklerden biridir. Bu yargılanmam benim ilk yargılanmam değildir. Kürtler, Kürdistan, Kürt millet meselesinde, Kürtlerin haklarının savunulması konusunda karşı karşıya kaldığım onlarca yargılanmalarımdan sadece bir tanesidir.

Benim ve on binlerce Kürt aydının, siyasetçisinin, yazarının, sanatkârının yargılanmalarının hepsinin haksızlığı ortadadır. Tarihsel gelişme de bu gerçeği ortaya çıkarmış durumdadır.

Cumhuriyet Savcısının bu yanlış bilgilerine dayanarak hazırladığı 2021/619 Nolu, düşünce ve ifade özgürlüğünü hiçe sayan, kimlik düşmanlığı yapan, ayrımcı davranan, uluslararası hukuka ve anlaşmalara aykırı olarak hazırlanan, Kürtleri yok sayan iddianameyi mahkemenize sundu.

 Öncelikle belirteyim ki iddianameyi hazırlayan savcı, “bir Alman, Bir İngiliz, bir İsveçlidir” desem büyük tepki duyulacak ve denilecek ki “sen cumhuriyet savcısına hakaret ediyorsun. Çünkü Cumhuriyet Savcısı bir Türk’tür.” Bu yaklaşımda bir terslik yok. Doğruyu ifade ediyor.

Aynı yaklaşım Ben/biz Kürtler için geçerli olmuyor. Biz Kürt olduğumuz halde bize Türk denilmesi, hakaret ve ayrımcılık kabul edilmiyor. Halkın bir kesimini diğer bir kesimin aleyhine kışkırtmış olunmuyor. Daha önceki duruşmada ve savunmamda da ifade ettiğim gibi Cumhuriyet Savcısının hazırladığı iddianame ciddiyetten uzaktır.

Suçlama konusu yapılan yazım oldukça temel, önemli, tarihi, sosyolojik bir konuyu tartışma gündemine getirmiş olmasına rağmen, Cumhuriyet Savcısı, yazımın içeriğine ilişkin hiçbir inceleme ve araştırma yapmadan, hukukçu olmayanların bile hazırlayamayacağı bir iddianame hazırlamış. İki paragraflık bir iddianame ile de mahkûmum edilmem istenmiş. Üstelik de mahkûm edilmek istenen kişi de bir hukukçu, savcıdan daha tecrübeli 1970’ların avukatı bir kişi. Kendisi onlarca davadan yargılanmış. Bir de onlarca siyasi davada avukat olarak savun makamında oturmuş. 1960 sonrası Türk Ceza Kanununa giren birçok maddenin değişmesi için mücadele eden, bunlardan dolayı yargılanıp ceza alan kişi. Ceza aldıktan sonra da o Türk Ceza Kanunun birçok maddesi değişmiş, bugün esamesi okunmuyor. Genç savcıların ve hâkimlerin çoğu da bunlarla ilgili bilgi sahibi bile değillerdir diye düşünüyorum.

Yazımın yazılmasının üzerinden 2 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Cumhuriyet Savcısının iddialarının hiç birinin gerçekleşmemesi bile, Cumhuriyet Savcısının geri adım atmasını engellememiş.”Ben bir iddianame hazırlayayım, topu mahkemeye atayım ne olursa olsun” denilmiş. Mahkemelerin enerji kayıpları, kağıt israfları, inceleme ve araştırma konusunda çekecekleri zahmet, bizim mahkemede doğal olarak kapışmamızın kaçınılmazlığı da hesap edilmemiş. Şu an zaman kaybı olan, hiçbir ciddiyeti de olmayan bir dava ile karşı karşıyız.

Üstelik de ortaya sürülen ve mahkemeye tevdi edilen de, üç paragraflık ama hiç anlamlı olmayan bir iddianame.

Açık ki, benim yazımda ifade ettiğim konu oldukça ciddi, üzerinde siyasal, sosyolojik, milletlerin hakları ve ilişkileri, Türkiye’deki çoklu ve çoğulcu millet, din, mezhep, sınıf, düşünce, siyasi düşünce ve kurumlaşmaları göz önüne alarak sonuçlara varılması gereken bir yazı.

Ama savcı açısından sıfır var elde sıfır. Bu yaklaşım, çok büyük bir küçümseme ve büyüklük duygusunu da ele vererek, Cumhuriyet Savcısı kendisini bizim üstümüzde bir yerde konumlandırıyor. Buna hakkı yok. Netice olarak Cumhuriyet Savcısı bizim vergilerimizle hayatını iademe ettirin bir bürokrat. Bizim hizmetimizde olan biridir. Efendimiz değil. Hizmetçimiz. Haklar açısından da eşit olan iki kişiyiz.

Cumhuriyet Savcısı, hukuktan, haktan falan bahsetmiş olsa da yargılanan hakkında bir lehte bir tutum sahibi değil. Onun için karşı iki kampın insanları olarak karşı karşıyayız.

Benim hakkımda iddianame hazırlayan Savcı ve beni yargılayan mahkemede bir Kürt açısından da meşru bir mahkeme değildir. Türk milleti adına yargılanmaktayım.

Cumhuriyet Savcısı benim avukat olduğumu bildiği halde, Adalet Bakanlığından hakkımda soruşturmanın açılıp açılmaması konusundan görüş alma gereğini bile görmemiştir.

Mahkemenizin, yerel hukuka, uluslararası demokratik hukuka, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi,  düşünce-ifade özgürlüğüyle ilgili diğer uluslararası sözleşmelere aykırı olarak hazırlanmış bu iddianameyi kabul etmesini, bir hukukçu, insan hak ve özgürlükleri savunucusu, Kürt dava adamı olarak hayretle karşıladım.

Gerçi bu durum Türkiye Cumhuriyeti Devletinde ilk tezahür eden bir vakıa değildir.  Genel olarak sürekli karşılaşılan bir hukuk dışılıktır. Benim yaşamımda da karşı karşıya kaldığım yüzlerce vakıadan biridir.

Bu dava hukuk açısından, sosyolojik gerçekler, Türkiye’deki Kürt gerçeği, düşünce ve ifade özgürlüğü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ilgili hükümlerine, diğer uluslararası hukuki sözleşmelere ve bu sözleşmeleri ilgili hükümlerine de aykırıdır. Bundan dolayı bu dava benim için yok hükmündedir. Mahkemenizin de bu davayı yok hükmünde sayarak ortadan kaldırması, son vermesi gerekir.

Ben Yazımda Neleri İfade Ettim Ona Bakalım…  

Ben iddianamede belirtildiği gibi 26 Mayıs 2019 Tarihinde yazımı Kürdistan24 Gazetesinden yazdım. Yazımı açarak aktarırsam aşağıdaki gerçeklerle karşışaırız.

1-Her millet farklı değerlere sahiptir. Birbirinden tarih, kültür, dil, yaşam tarzı bakımından farklıdırlar. Bu farklılıklarından dolayı farklı milletlerden bahsedilir. Bundan dolayı ben Kürt millet gerçeğinden hareket ediyorum. Benim görüşlerim Kürtlerin bir millet olarak varlığına dayanıyor. Kürtler de millet olarak başka milletlerden ayrı bir tarihe sahiptir. Bu nedenle de rızaya dayalı olmayan, anti-demokrat kapsamda ilişkili olduğu Türk Milletinden farklı bir tarihe sahiptir.

Kabul etmek gerekir ki her milletin tarihinde farklı olaylar, farklı yaşanmışlıklar, farklı karşılaşmalar vardır. Bu olaylardan bir kısmını acı olaylar, bazı olaylar da neşeli ve sevinçli olaylardır. Türk milleti için de acılı, sevinçli olaylar vardır. 19 Mayıs Bayramı da Türk milleti ve Türk gençleri için sevinçli bir gündür.

Bir milletin sevinç günleri başka milletler için her zaman üzüntü günleri olmazlar, olamazlar. Her milletin sevinç günleri sevinçle karşılanır. Ne yazık ki Kürtlerle Türkler arasındaki ilişkiler farklı nitelikte, bir egemen ve bağımlılık, sömürge ilişkisi içinde yaklaşım göstermekteler.

Türkler için olumlu olan, Kürtler için olumsuz olabiliyor. Kürtler için olumlu olan Türkler tarafından olumsuz nitelendirilebiliyor.

Türkler başka milletlerle ilgili gelişmeler konusunda olumlu yaklaşım içinde olmasına rağmen, Kürtlerle ilgili öyle düşünmüyorlar.

Türkler, başka milletlerin bayramlarına ve başka tarihi olaylarla ilgili olumsuz bir yaklaşım içinde olmamalarına rağmen, son yıllara kadar Kürtlerin Newroz Bayramı’na bile düşmanlık ettiler. Newroz’da insanlar öldürüldü. Ne zaman ki, Kürtler dışından Azerilerin de Newroz’u kutlaması ve bayram saymasıyla Türkiye’de Newroz’a olumlu yaklaşıldı.

Türk Devleti ve bir bütün olarak Türkler, geçmişte başka milletlerin ve günümüzde Filistinlilerin kurtuluş mücadelesine, bağımsızlık hareketine destek vermesine rağmen, Kürtlerin ulusal kurtuluş hareketlerine olumsuz yaklaşmışlardır. Kürt milli kurtuluş hareketlerini düşman ve kendi güvenlikleri için tehdit kabul etmişlerdir.  1970 yılında Irak’ta Baas Yönetimi Kürtlerle Otonomi konusunda anlaşma yaptığı zaman, Türk Devleti karşı çıktı. Otonominin yıkılması aşamasında Cezayir Antlaşmasına destek verdi. Bununla da Kürdistan Otonomisinin yıkılmasına destek vermiş oldu.

Yakın zamanda Kürdistan’ın bağımsızlık referandumuna da karşı çıktılar. İran ve Irak yönetimiyle anlaştılar. Irak merkezi yönetimine destek vererek Kerkük’ün ve başka birçok Kürt bölgesinin işgaline yardımcı oldular. Kürtlerin bağımsız devlet olmasını engellediler, Irak’ta konfederal devlet oluşumunun önüne geçtiler.

Bu tarihi, toplumsal, sosyolojik, ulusal perspektifte sorunlara baktığım için, 19 Mayıs’ı Kürt gençliği Bayramı olarak nitelendirmedim. Zaten Atatürk de Türklerin atası olarak, 19 Mayıs’ı Türk Gençlerine armağan ediyor. En önemlisi de Atatürk’ün gençliğe hitabesi, “Ey Türk Gençliği” diye başlar. Atatürk o zaman biliyordu ki, Türk Devleti sınırları içinde Kürdistan’da yaşayan Kürt gençleri de var. Hitabesini ona göre yapardı.

2-Yazımda Osmanlı imparatorluğu döneminde Kürtlerin statüsü, Cumhuriyet öncesi ve sonrası Kürt Türk ilişkileri üzerinde açık ifadeler kullandım. Şöyle dedim: Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu’nda sınırlı da olsa otonomdu. Kürtler milli haklarına sahiptiler ve sınırlı da olsa milli haklarını özgürce geliştirme olanaklarına sahiptiler. Medreselerde eğitim yapıyorlardı. M. Kemal ve arkadaşları harekete başladıkları zaman Kürtlere, Kürdistan’da Osmanlı İmparatorluğu döneminden daha fazla özerklik tanıyacaklarını ve milli haklarının genişletilmesi için daha fazla olanak sağlayacaklarını ileri sürdüler. Kürt yöneticilerinin büyük bir bölümü, M. Kemal ve arkadaşlarının sözlerine itibar etmedikleri halde, bir kesim Kürt yönetici sınıfı da onları destekledi.

Koçgirililer ve liderleri, ta başından beri M. Kemal ve arkadaşlarına inanmayanlardı.

“Koçgirililer, Dersim bölgesinin geneli gibi, 20’nci yüzyılın başlarına kadar devletle, İstanbul’la pek sıcak ilişkiler içinde olmamışlardı. Sorunlar devletin resmi belgelerinde ağırlıklı olarak ‘asayişsizlik’ başlığı altında toplanıyordu. Ancak 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesiyle ortaya çıkan özgürlük ortamında kurulan Kürt cemiyetlerinden bazıları Dersim’de de faaliyet göstermeye başlayınca, milliyetçi uyanışın ilk filizleri de belirlemeye başladı. Koçgiri aşiretleri 1918’de kurulan Kürt Teali Cemiyeti (KTC) ile temasa geçtiler. 1919’da İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği’yle özerklik için görüşenler arasında Koçgiri eşrafından kişiler de vardı.

Şubat 1920’de Koçgirililer, ABD Başkanı Wilson’un ünlü ‘14 İlkesi’nden, savaş sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan halklarına özerklik verilmesini öneren 12 ilkesi uyarınca özerklik taleplerini yaşama geçirmek üzere harekete geçti.

Hareketin fikri önderi ise Kürdistan Teali Cemiyeti üyesi olan Baytar Nuri Dersimi’ydi. Dr. Nuri Dersim’i ve diğer Koçgiri liderlerin hepsi de bölge standartlarına göre iyi eğitim görmüşler, devlet işlerinde tecrübe edinmişler, güzel konuşma ve yazma becerilerine ve en önemlisi milliyetçilik bilincine sahiplerdi. Ancak Koçgiri aşiretlerinin ana kitlesi için böyle bir bilinçten söz etmek imkânsızdı.”

  1. Kemal ve arkadaşları devlet kurma ve iktidar döneminde verdikleri sözleri unutunca, Kürtlerin milli hak taleplerine karşı saldırıya geçtiler. Koçgirililerin taleplerinin yerine getirilmemesi üzerine, 1921’de silahlı mücadele başlatıldı. Ama ne yazık ki bu Kürt silahlı milli hareketi bastırıldı.
  2. Kemal Atatürk ve arkadaşları, 1923’te Lozan Antlaşmasıyla, Kürdistan’ın kuruluşunu öngören Sevr Antlaşması’nı ortadan kaldırdılar, Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesine yol açtılar.

Lozan Antlaşması’ndan sonra, Koçgiri silahlı milli ayaklanması, Kürdistan’da milli mücadele, Kürdistan’ın bütün parçaları için bir çığır oldu. Koçgiri milli kurtuluş hareketini, 1925 ve sonrasında gündeme gelen silahlı ayaklanmalar takip etti.

Kürdistan milli ayaklanma hareketleri, tümden kanla ve katliamla bastırıldı. Kürdistan liderleri idam edildi. Kürdistan’ın insansızlaştırılması süreci başlatıldı. Kürtlerin varlığı inkâr edildi. Kürtlerin bütün milli değerleri yasaklandı, gasp edildi. Kürtçe yasaklandı. Kürtçe konuşanlar büyük para ve hapis cezalarına çarptırıldı. Kürt kültürünün gelişmesine, Kürtlerin kendi kimlikleriyle yaşamasına, Kürt çocukları ve gençlerinin kendi dilleriyle eğitim ve öğretim görmesine izin verilmedi.

Kürt gençleri, ülkeleri Kürdistan’ın işgaline yol açan, Kürtlerin inkâr ve yok etme (soykırım) sürecini başlatan, kendi dilleriyle eğitim ve öğretimlerine izin vermeyen, Kürdistan’da özgürce ve kendi değerleriyle yaşamasını yasaklayan sömürgeleştirme sürecine yol açan 19 Mayıs 1919 Türk hareketinin, Kürt gençlerinin bayramı olması düşünülebilinir mi?

19 Mayıs 1919 günü olsa olsa Kürt gençleri için kara ve felaket günü olabilir.

Açık bir şekilde Kürtler, Kemalistlerin ihanetine uğradılar. Aldatıldılar.

3-Cumhuriyet Savcısı, Kemalistlerin Kürtler hakkındaki bakış açsından hareket ediyor. Kürtleri, millet olarak yok sayıyor. Kürtlerin milli değerlerini yok sayıyor. Türklerin milli değerlerini, Kürtlere ait değerlermiş gibi ele alıyor. Bundan dolayı benim 19 Mayıs Gençlik Bayramı hakkında yazdıkları suç kabul ediyor. Toplumun bir kesimini, bir başka kesimine kin ve nefrete teşvik etme olarak tanımlıyor. Yani tarihsel, toplumsal, sosyolojik bir tespit yapmak halkı kin ve nefrete teşvik etmek olabilir mi?

Ben bir gerçeğe işaret ediyorum. Diyorum ki 19 Mayıs Gençlik Bayramı Kürt gençlerinin bayramı değildir.

Bu yaklaşım, aynı zamanda bir tarih bilincinin yerleşmesi ve Kürt gençlerinin çarpık kimlik sahibi olmadan Kürtlük kimliği üzerinde gelişmesini sağlamaktır. Kürt gençlerinin kendi ulusal kimlik değerleri etrafında gelişmesi ve eğitilmesi, Türk milleti gençleriyle ve diğer dünya gençleriyle daha doğru ve anlamlı diyalog içine girebilirler. Kendilerinin de sağlıklı gelişmelerini sağlayabilirler.

4-Kürdistan ve Kürt milleti sömürgeci dört devlet tarafından parçalanmış ve bütün milli, egemenlik, iktidar hakları gasp edilmiştir. Kürt milletinin de her millet gibi bağımsız olma, özgür olma, kendi devletini kurma, kendi ülkesinde ve toprağında egemen olma hakkı vardır.

Kürt milletinin bu hakları, sömürgeci devletler tarafından gasp edilmiştir. Kürt milletinin her evladının ve ferdinin bu hak gaspına karşı çıkması ve bunların kazanılması için mücadele etmesi gerekir. Kürt milletinin bir evladı olarak bu hak gaspına karşı çıkmak ve bu hakların kazanılması için mücadele etmek benim de tartışılmaz görevimdir.

Bu bağlamda ben Kürt millet davasının 60 yıla yakın bir hizmetçisiyim. Milletime bu hizmetten dolayı her şeye katlanmaya hazır oldum ve katlandım. Bundan sonra da bu hizmetin gereklerinin getirdiği riskleri omuzlamaya hazırım.

Bundan dolayı Cumhuriyet savcısının gerçeklerle bağdaşmayan, Kürt milletinin varlığını ve haklarını ret eden; Kürtleri Türkleştirme devlet siyasetinin taşeronu olması beni/bizi bu hizmetten geri tutamaz.

5-Benim düşüncelerim Kemalist değer yargılarına, Türk Devleti kapsamında Kürtlerle ilgili olarak çarpıcı ve sarsıcı görüşler niteliğinde olabilirler. Bunun yanı başından tarihsel olarak oluşmuş olan ezberleri de zorlayıcı ve hatta bozucu nitelikte fikirler olabilir. Mevcut statüyü, devlet yapısını karşı alma özeliğinde de olabilirler. Ama bunların hepsi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, diğer ilgili uluslar arası sözleşmelerin ilgili hükümlerine uygundur. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındaki görüşlerdir. Şiddeti ve terörü de teşvik edici değildir. AİHM ve ABD Federal Mahkemesinin bu konuda verdikleri çok önemli kararlar vardır.

6-Bütün bunların üstünde benim düşüncelerim doğal hukuka, milletlerin meşru haklarına, insanlığın çıkarlarına hizmet etmektedir.

Bu düşüncelerin Türk Devlet hukuk tarafından yasaklanmış olması, bu görüşlerimin doğru olamadığı, hukuka, adalete, eşitliğe uygun olmadığı anlamına gelmez.

Bu nedenle hukuka sığınmadan Kürt milletimin milli, sosyal siyasal, kültürel bilumum haklarını savunmak benim için önemlidir. İktidarların, sömürgeci devletlerin parametreleri içinde hareket etmek zorunda kalan savcı ve hâkimlerin kararların benim için hiçbiri kıymeti yoktur.

Sonuç Yerine…

Ben, Kürtleri yargılayan Türk Mahkemelerini meşru görmüyorum. Aldığı kararları da hukuki ve meşru olduğunu / olacağını düşünmüyorum.

Bu yargılamalar Kürt olmamdan, Kürt milli haklarını savunmamdan, Kürt milliyetçisi olmamdan dolayı hep yargılandım. Şimdiden bu nedenle yargılanıyorum. Yoksa yazdığım makale sadece bir gerekçe.  24. 01. 2022

*Avukatım Hasan Dağtekin de hukuki açıdan mahkemenin suratına çok önemli görüşleri çarptı.50 yıllık dostum ve arkadaşım olduğunu söyledi. Görüşlerime de katıldığını da ifade etti.

 

Diyarbekir, 07. 03. 202