Geçen haftalarda yayınların bırakıldığı yerde yedinci nüshada Mirza-yi Ciziri Hazretlerinin “Bir Sual” adlı önemli bir makalesine tesadüfen gözüm ilişti. Sual cidden mühim ve derin idi. Ne fayda ki; fazıl muhterem cevabını -sathi olarak- makalesinin ilk kısmında bizatihi kendileri veriyor. Sual cevabıyla birlikte gelince artık cevap vermeye ihtiyaç yoktur. Halbuki cevap, efradını cami’ (içine alanları kapsar), ağyarını mani (dışarıda kalanlara mani) bir halde değildi. İhtimal ki bunda bir maksat gizliydi. Makale sahibi tam bir cevap arzusunda bulunsaydı, böyle genel bir soru getirmesine elbette lüzum görmezdi.

Belki de soruna kendince bir cevabı uygun görmediğinden millet fertlerinden, cevap beklemeyi tercih etmiştir. Şüphesiz her şahsın hususi bir fikri vardır. Fikirler de şahıslar gibi değişken, şekil ve eşyalar gibi muhteliftir. Hakikat taaddüt etmezse de fikirler taaddüt eder (çoğalır). Her fikir sahibine göre bir hakikattir. Madem ki her fikir bir hakikattir, öyleyse hakikat taaddüt ediyor demektir.

Mantıki olarak böyle olması lazım geliyorsa da aklen hakikat, fikirlerin birliğinden ve umumi heyetin vicdani derinliklerinden doğar. Dolayısıyla soru mukadder cevap mukadderün leh’e [takdir edilene] tekabül ederse, selamet birliği temin edilebilir. Öyleyse milli vicdana uygunluk sağlayan cevap, en doğru cevap olacaktır. Bununla birlikte bir hoca, sosyolog bir tabip sıfatıyla bu milli soruyu bizzat yorumlayabilseydi şüphesiz daha uygun olurdu. Evet; bendeniz de orta yerde bir adam görüyorum ki: Azaları tam, teçhizatı mükemmel, zinde ve çevik herkes gibi o da her şeyi görüyor fakat kalkamıyor, işitiyor fakat dinleyemiyor, demek ki bu adam bazı hastalıklarla malul/illetli… O halde evvela hastalık teşhisi, sonra da tedavi çareleri aramak lazım geliyor. Adı geçen makalenin içeriğini tetkik, bileşen unsurlarını tahlil ile yeterli cevap verebilirsek hastanın hastalığını teşhis etmiş olacağız. Tedaviyi de faziletli, muhterem ve pratik fikirlere malik teşkilatçı mütefekkirlerimize bırakıyorum.

Makale, mukaddime tarzında adeta yüzeysel bir cevabı makale sahibinin birkaç kavim ile olan şahsi münasebetiyle ve bu münasebetlerin binnetice kendisinde uyandırdığı bazı infial sebepleri Kürdistan’ın küçük ölçeğinde bir coğrafya taslağını ve yine küçük bir istitradı asil maksadı olan önemli soruyu ihtiva ediyor. Biz burada makaleyi uzatmanın bir anlamı olduğunu görmediğimizden dolayı bu beş noktayı nazarın ancak ilk kısmını bir parça açıklayıp tetkik etmek, son kısmına da cevap verilecektir.

Makale sahibi diyor ki: “Doğruları dinlemeye tahammül edemeyen beyinlere, hakikat sesi şimşek çakması gibi kötü etki yapıyor. Bizim fikrimiz göğüsümüzdedir….vs.” Bir de söylediği soruyu tekrar edelim: “Vatandaşlar! Kürd var, Kürdçe var, Kürdistan var! Bu kadar varlıklar içinde niçin bir yokluk var?”

Şimdi bu soruya, (Çünkü bizim fikrimiz göğsümüzdedir! Çünkü her işimizde etkin ve galip gelen düşüncelerimiz değil duygularımızdır. Çünkü biz ne istiyorsak öyle yapmak isteriz ….vs.) yolunda makalenin ilk kısmını teşkil eden satırlarla cevap vererek işin içinden kolayca çıkabiliriz. Fakat bunu tam bir cevap olarak sayabilir miyiz? Asla!… Zira bu cevapları alenen izah edemediğinden, bir netice şeklinde tezahür edemiyor, cevap içinden de bir soru çıkıyor.

Bir diğeri bizden sorabilir; neden fikrimiz göğsümüzdedir? Neden her işimizde ….? İşte bu sorulara verilecek cevap, asıl soruların cevabının tamamı olabilir.

Evet Kürd var, Kürdçe var, Kürdistan var! Bu kadar varlıklar içinde niçin bir yokluk var? Güzel; fakat bu soruyu insafsız bir içtimaiyat alimine (sosyoloğa) sorunuz. Size aynı surette veciz ve düşündürücü bir cevap verebilir: Ne Kürd var, ne Kürdçe var, ne Kürdistan var!

Tabiidir ki yabancı ve bedbin [kötümser] bir sosyolog, bizi ancak kendi görüşüyle tetkik edecek ve hükmünü ona göre verecektir. Böyle düşünsel bir mülahazada ne dereceye kadar fikirlerde isabetin olduğunu ilmin müspet kanunlarına, aklıselim sahiplerine sormalı! Cümlesince doğruluğu kabul edilir ki; Kürd var, Kürdçe var, Kürdistan var! Fakat neden bu varlıklar içinde bir yokluk var?

İlk önce bireysel mevcudiyetimizi tetkik edersek benliğimizde bir “Senaiyet-Qualite” (kalite) görürüz. Anlarız ki, vicdan ve duygularımızı, hayvani eğilimlerimizle galebe çalması, bizi mutlak bir hayvandan ayırıp hakiki insanlığa, büyük bir değişime, yücelmiş bir ruha, güzel şeylere yönelmeye, hakikatleri aramaya ve başkalarını düşünme… vs. gibi bir takım saygın huylarla ortaya çıkar. Hakiki insan, bu gibi, bu gibi vasıf ve meziyetlere sahip olandır.

Bununla birlikte böyle bir insan, millet denilen büyük bir aile arasında elbette bir şahsiyete ve bir manevi mevcudiyet sahiptir. Milletler ailesinde aynı durumu görürüz. Milletler arasında en ziyade cengaver özelliklere sahip, irfan ve medeniyeti köklü, karakteri sağlam, ahlaki faziletleri mükemmel ve medeni vasıtaları fazla olanı, diğerlerine nazaran bir mevcudiyet üstünlüğünü ibraz eder.

(Devamı var)

2

(Geçen nüshadan devam) [2]

Kürdlere gelince: maalesef şu saydığım vasıfları hemen pek çoğu Kürdlerde bulunduğu halde, yine bir mevcudiyet yok! Hakikaten ne kadar acı olursa olsun ehlince bir devadır. Riya ise, ilmin samimiyet ve fazilet dairesine girmez. Öyleyse fikrimizi açıkça söyleyebiliriz: Bizi şimdiye kadar yok gösteren sebep ve amiller, ileli afakiye ve nefsiyedir (nefis ve dış sebeplerdir). “Causes objektives, subjektives”, diğer bir tabirle harici ve dahili sebeplerde aranmalıdır. İlk önce harici (dış) sebepleri izah edelim: Üstat da tasdik ederler ki siyasi hayata malik (sahip) olamayan bir kavmin tarihi de olamaz. Kürd; siyasi hayatına veda ettirildiği gün nasıl bir ictimai (sosyal) şartlar içinde bulunuyor idiyse, bugün de hemen hemen aynı haldedir. Belki daha fena bir derekeye (aşağı dereceye) duçar olmuştur. Milli inkişaf, dil ve edebiyatın tedvin ve tekamülü (derlenmesi ve olgunlaşması), sosyal kabiliyet ve milli müesseselerin müsait durumlar ve şartlar dahilinde kullanışı gibi, şimdiki ilimlerin kabul ettiği keyfiyetlere haiz (sahip) olmakla mümkündür.

Sorarım: Kürd ne zaman bir ortama mazhar olmuştur (erişmiştir)? Osmanlı hükümetine daima bağlı ve sadık kalan Kürdistan’da şüphesiz devletin mukadderatına tabiidi. İslami unsurlarınızdan hiçbirinin yükselme sebepleri -arzu edilen bir şekilde- tasavvur ve hazırlanmayışından dolayı Kürdler de bu arada keşfedilmemiş bir cevher gibi unutulmuş küller altında kaldılar. Geçmiş devlet adamları böyle bir harap geleceğin siyasi ufkumuzu tehdit edeceğini yakinen hissetmediklerinden, Şarkta her zaman kendilerine destek olacak metin ve kahraman bir milletin inkişaf ve tealisi (yücelmesine) ne yardım ne de müsaade ettiler. [Burada bahsimizin haricinde olarak önemsiz bir mukadder (tasarlanmış) soru vaki olabilir: “Kürd kendi haline bırakılsaydı acaba ne yapacaktı veya ne yapabilirdi?” Bu; mevzumuz dışında ayrı bir konu teşkil eder.] Bu böyle olmakla beraber Kürd daimi suretten hakim -hakikatten mahkum bir vaziyette- şimdiye kadar sürüklendi.

Lakin temsili kudreti civarındakilere üstün olduğundan milli kültürünü tamamıyla muhafaza ettiyse de arzedilen sebeplerden ötürü “ma’şeri vicdanın” (toplum vicdanı) sınırlı dairesinden kurtulamadı. Dış sebeplerin ikincisini “İslamiyet ve Osmanlılık dolayısıyla” milletlerarası münasebetimizde aramalı: Şehirler iki, nihayet üç nesil yukarı Kürd oldukları için ve Kürdistan’ın aydın ve medeni aksamını teşkil eyledikleri halde, Kürdlüğe daima bigane (kayıtsız) kalmışlar ve daima yabancı davranmışlardır. Merkezi bir idarenin zincirlerine bağlı kaldığını gören şehirli, emniyet ve menfaatini o tarafa pek sık bir temayülünde görüyordu.

Bir şehirli kendisine bahşedilen ve fakat Kürde bir menfaat temin etmeyen yüksek bir makama, ihtirasatına mağlup olarak kabul ediyor, beş-on haneli bir köye de tahammül yüzü gösteremiyordu; ruhen, fikren biraz yükselince dilini, örf ve adetini ve hatta inançlarını yabancı görüyor, kendisini bölgenin dışına atmak, feyzini başka sahalarda tanıtmak, göstermek istiyor.

Fert olarak yüksek kabiliyetler, metin seciyeler gösteren Kürd aydınları ya şahsi menfaatine mağlup olarak milletini unutuyor veya aşağıda beyan edilen ruhi amiller (sebepler, etkenler) dolayısıyla milletine bir hizmet göstermiyordu. Ne olursa olsun her iki halde yanılıyordu. Zira ara yerlerde milli amaçlar duçar heder oluyordu. İslamiyet milli fikri men ve tel’in ettiğinden hiçbir zaman genel bir milli hareket gösterilemezdi. Buna doğru amenna! Halbuki Avrupa onsekizinci asırda milli fikirlerin ilk esaslarını vazederken, Saltanatı hasta ve can çekişme -ecel bekler gibi- bir lakayt sukûn ve tevekkülle semalardan imdat ve istimdat dileniyordu. Şüphesiz bu dini bağdan doğan iktisadi münasebet ve sosyal bağlılık, bizi Osmanlı idaresindeki Müslüman milletler gibi karanlık ve cahil bırakmıştır.

Diğer taraftan Hristiyanlık, çağdaş tekammülleri (evrimleşmeleri) takip ederek dünya genelinde hususi ve adeta gayri kabil taklit, canlı medeniyetler kurmasına sebep oluyordu. Halbuki İslamiyet’in koyduğu toplumsal kurallar, kanunlar ve dini müsseseler, diğer dinlerinkinden daha geniş ve şümullü ve hatta onlara cami’di (içine alandı).

Maalesef içtihadın kapandığı günden beri -yalnız dünyevi meselelere taalluk (ilişkisi) eden şimdiki medeniyetin tekammül seyrini takip şöyle dursun- İslami hükümlerin birhayli aksamına bile bigane kaldık. Şimdiki İslamiyet tamamıyla -arzu ettiği veçhiyle- ne dini bir mahiyeti, ne de -arzu etmediği veçhiyle- milli bir mahiyeti haizdir (sahiptir).

İslam milletleri, hazır biçimiyle medeni rekabete kalkışmaya kadar sebat olmadıkları gibi, uhrevi işlerde ve fıkhi meselelerde felsefe alemini sükût etmeye zorlayacak, asrımıza mahsus bir “Gazali”nin de bu günkü yokolma sebeplerimizi hazırlayan sosyal etkenler dolayısıyla İslam ufuklarından doğacağına hiç de ihtimal verilemez.

Tabiat kanunlarının inkâr olunamaz delillerindendir ki; bir cismin metaneti (sağlamlığı) asli azaları veya ferdi kısımlarının metanetiyle kaim (var olan) ve daimdir. İslamiyet bir heybetli kitle halinde cihan medeniyetini her zaman titretebilirdi, şu şartla ki; sosyal ve ahlaki unsurlarını muhafaza ve medeniyet merhalelerini omuz omuza takip, aksamı olan İslam milletlerin ihya ve takviyesini temin ve yükselmelerini hazırlayabilseydi.

İşte Kürdün kendi varlıkları içinde yokluğunu neticelendiren dış etkenler, buna siz isterseniz bir de Kürdün coğrafya konumunu, ümmetle münasebeti, medeni yükselmede en mühim amil olan vasıtaların eksikliğini…. ve saireyi ilave ediniz. O vakit hakikat daha ziyade aydınlanır ve teyit etmiş olacaktır.

Gelelim varlık içinde yokluğumuzu sonuçlandıran dahili (iç) sebeplere: En ziyade tetkike muhtaç görülen mezkûr sebepleri Kürdün sosyal görünüşünden ziyade haleti ruhiyesinde (psikolojisinde) aramalıdır. Hodgamlık (bencillik) “égoisme” bir heyeti ictimaiyye (toplantı heyeti) için -hususuyla bu asırda- en çok gerekli olan bir şeydir. Güçlünün hak sahibi olmasa bile, ona sahiplendiğini ve onu elde ettiğini görürüz. Bunu görmemek için mutlaka kör olmak lazımdır. En ufak bir meselede bile bunun misalini müşahede edebiliriz. Milletlerin bu hayat savaşında gerek siyaset ve medeniyet ve gerek kuvvet itibariyle üstün olanların galibiyetini gördük.

Halbuki ferdi hayatımızda iş, tersine yani ihtiraslarımızda kutsallık ve nefsaniyetimizde digergamlık (başkalarını düşünme) olmalıdır. Hayvaniyetimiz (hayvani hislerimiz) devam ettikçe diğer bir tabirle beşeri (insani) hayat hiçbir suretle kesintiye uğramadıkça bencillik te kıyamete kadar devam edecektir. Ancak hayvaniyetimizin kalkınma ve inkişafına dolayısıyla hayati zaruretlerin icap ettirdiği kadar hodgam (bencil) bulunmamıza bağlıdır. Bencilliği arzu etmesek, ondan uzaklaşmak istesek bile -nefsimizi tahlil edince- yine ona yaklaştığımızı, benliğimizde onun hakimiyetini görürüz. Ancak ferdi hayatımızda bencillikten ziyade diğergam (altérniste), bedbin (kötümser) olmaktan nikbin (iyimser), hodbin (bencil) olmaktan ziyade diğerbin (diğerini düşünme) olmamız icap eder. Söz bu radeye (mertebeye) intikal edince her Kürd -istisnasız söyleyebilirim- haddinden fazla hodbindir. Hayatımda iki Kürd alimin bir münazarada, iki cahil Kürdin bir musahabede (konuşmada) uzlaştığını görmedim. Her iki tarafta da daima “menem diğer nist” (benim benden üstün yok) üstünlük davası! Kürdler iki ferdin bir araya gelmelerini temin edebilir veya sosyal bir zaruret dolayısıyla birleşebilirlerse cihanın en medeni, en kabiliyetli, en cesur bir milletini meydana getireceklerine dair -mezarımın taşları üstünde yazılmak şartıyla- açık bir senet vermeye ahd ve peyman ederim (and ve yemin ederim).

Bu bencilliğin sayısız şekillerini yalnız dost ve ahbaplar arasında ve sairelerine karşı değil, ailelerin bile kendi içlerinde hem pek canlı bir şekilde görürüz. Bir millet için matlup (istenilen), bir fert için mezmum (yerilmiş) olan bu hasletin giderilmesi mümkün değilse de tahsil ve terbiye ile biraz değiştirilebilir kanaatindeyim. Zaman bu kanaatlerimiz altüst etti. Gerçekten her Kürd bir şah, bir Şahinşah gururunu taşır.

Ruhi olgunlaşmasını yüksek bir kemal mertebesine ulaştıranların bile çok defalar infiale (kızgınlığa) mahkûm olduklarını, ihtiraslarının adeta bir grafik şeklinde ziyadeleştiğini (artığını) gördük. Bazıları cehaletin sebeplerini hocalarımıza sadat (büyükler) ve şeyhlerimize isnat ediyorlarsa da doğru değildir. Bu gibi sebepler maalesef benliğine henüz hâkim olamayan bir millete cehaletin sebepleri olarak ileri sürülemez. Hoca üstadından aldığını satmış ve yanlış öğretmiş ise, bildiğini tağlit etmek (yanlışlığını çıkarmak) mecburiyetindedir. Bu tehlikenin önü ancak medreselerin ıslahıyla alınabilirdi. Eski medreselerde İslamiyet’teki zorlu meseleleri hakkıyla idrak eden medreselerin sınırlılığı, bakımsızlıktan kaynaklıydı. Hakiki bir seyyid, hakiki bir alim, hakiki bir şeyh bizim için mukaddes ve her zaman arzu edilir şeylerdendir. Bu yalnız bizde ve İslamiyet’te değil diğer din ve milletlerde bile ruhanilere -bilhassa asrın ihtiyaçlarını hakkıyla idrak edenlere- fevkalade bir saygı gösterilmektedir. Cehalet sebebimizi yine harici ellerde aramalı.

İkincisi, Kürd de kendinden fazla metin (sağlam), sebur (sabırlı) tahammüllü, itaatte bulunan ve yine haddinden fazla telaşlı, sabırsız, isyankâr bir ruh vardır. Kürd en ağır bir hissi tahakküm (hükmetme) ve üstünlük beslemekle beraber bazen o nispette elim bir teslimiyet, acıklı bir acizlik gösterir. Fransızların “Les deux esctrémités” dedikleri şey, yani ifrat ve tefrit (aşmak ve olması gereken seviyenin gerisinde kalmak) Kürdün her türlü halinde mevcuttur. Büyük bir hissi takdir ve ferasete sahip olan Kürd ancak kendisine her suretle üstün gördüğü bir şahsa karşı itaat ve hürmet gösterir; bu rüchaniyeti (üstün olmaklığı) görmeyince karşısındakine hiçbir ehemmiyet vermez. Zira; Kürd idrak ve feraseti nispetinde saf ve samimi olduğundan, kalbinde hiçbir riya taşımaz. Kürdün iç ruhunda dalkavukluktan bir eser göremezsiniz. Büyük bir izzeti nefse, müşkül pesend (güç beğenen) bir tetkik ve tenkit fikre sahip, müfrit (aşırı) bir bencilliğe, üstünlük duygusuna sahip olan bu milletin fertleri arasında hakikaten bir ruhi dayanışma ve sosyal bağlılık vücuda geldiği gün, korkarım ki dünya yerinden oynasın! Dahili sebeplerden birçoğu garaz, infial vesaire gibi -ki gerek güzel meziyetleri yanında hiç mesabesinde ve ilkel kavimlerin hemen hepsinde bulunan- ruhi hallerin hacmimizin müsaade etmemesine mebni (dayalı) burada sayılmasını lüzum görmüyorum. İşaret ettiğim noktalar en mühim olanlarıdır.

Hulasaten diyebilirim ki Kürd, nefsi varlığında bir vahdet (birlik) gösterdiği gün hakiki bir Kürdün, hakiki Kürdçenin, hakiki Kürdista’nın da bir mevcut mükemmelini göreceğiz. Ve ancak o zaman bir alem zulumattan (karanlıktan) gözler kamaştıran bir büyük ışığın işrakını (doğmasını), bir hiç oluşun varlığından bir uyumlu varlığın zuhurunu (çıkışını) göreceğiz.

Aziz üstat! İşte o zaman sizin tabiriniz veçhiyle o varlıklarla beraber sönmez bir varlık olacak veya o varlıklar içinde yokluktan bir eser görülmeyecektir.

[1] Kurdistan, sayı: 9, Çarşamba, 11 Haziran 1335 (11 Haziran 1919)

[2] Kurdistan, Sayı: 10, Pazar, 30 Haziran 1335 (30 Haziran 1919)