Hasan Yıldız/ “Hasta Adam” dan “Hasta Demokrasi”ye

0
2090

MHP lideri Bahçeli’nin nereden geldiği bilinmeyen kuryeler ve telefon görüşmeleri sonucu Türk siyaset sahnesinde oynadığı yardımcı yönetmenlik rolü, yeni anayasa çalışmalarıyla bir kez daha sahnelendi. Öyle ki; Muz cumhuriyetlerinde bile yapılamayacak kadar acemice ve kısa bir sürede hazırlanan anayasa değişikliği 18 maddeye sığdırılarak Meclis’ten geçti. Bu taslak kapsamı ve hazırlanışı  bakımından AKP-MHP ortak çalışması olmaktan daha çok, özel bir merkez  tarafından hazırlanıp, AKP ve MHP kurmaylarının önüne konulduğu izlenimini vermektedir. AKP’nin bugüne kadarki politikalarına şiddetle karşı çıkan veya karşı çıkmakla kendini görevli  bilen Bahçeli’nin, bilinen MHP politikalarının ve tabanının tüm hassasiyetine karşın, Türkiye’nin siyasal ve sosyal yapısıyla taban tabana zıt, parlamenter sistemi yok edecek böylesine garip bir taslağın sözcülüğüne birden bire soyunması soru işaretleriyle karşılandı. Bütün bunlar geçmişten beri var olan, siyaset sahnesinin arkasındaki  odakların Türkiye’deki  gücünü  göstermesi bakımından önemlidir.

Meclis görüşmelerinde 330 bulunmaz diye bir beklenti doğdu ama, gerçekleşmedi. Cumhurbaşkanı’nın onayına gönderildiğinde, maddeler arasındaki uyumsuzluklar  ve anti-demokratik uygulamalar nedeniyle Meclis’e geri gönderilebileceği beklentisi çıktı, o da boşunaydı… Çünkü Cumhurbaşkanı onaydan önce yaptığı  meydan ve salon konuşmalarıyla tasarıyı savunmayı çoktan üstlenmişti…

Bütün aykırı beklentiler boşunaydı, çünkü; sözkonusu 18 madde yola adım adım döşenmişti! Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçmişte söylediği önemli kavramların bu maddelerde yerini aldığını görmek şaşırtıcı değildir. Örneğin bir “ülkenin ticari bir firma gibi yönetilmesi gerektiğini” yıllar önce söylüyordu. Yani firma yöneticisi  yardımcılarını ve daire başkanlarını  kendisi seçmeli ve tek sorumlu olmalıydı.  İcraatın başında olduğu sürece kontrol mekanizması ise demokratik kurumlara değil, halk oyuna, yani seçimden seçime bırakılıyordu. İki seçim arasında hiçbir kontrol mekanizmasına takılmadan, istedikleri kanunları çıkartabilir, istedikleri yaptırımları uygulayabilir, istedikleri ihaleyi istedikleri  firmalara verebilirlerdi. Türkiye ancak böylece “uçurulabilir”di…

Yine “kuvvetler ayrımı değil, kuvvetler birliği” kavramı gibi bir otorite birliğinin istemi çeşitli toplantılarda ve meydanlarda dile getirilmişti.

Yıllardan beri söylene gelen bu düşüncelerin anayasal maddeler haline getirilmesini “şahsının projesi” olduğunu ve sistemin “tek kişide” toplandığını  Cumhurbaşkanı Erdoğan  son yaptığı Maraş ve Elazığ konuşmalarında açıkca ifade etti.

Geçmişte bu söylemler dile getirilirken Bahçeli, iktidarı ve Erdoğan’ı eleştirileriyle yerden yere vuruyordu. Ne var ki günün birinde, ortada hiçbir nedenin bulunmadığının söylendiği bir günde,  180 derecelik dönüş yaparak Türkiye’yi geri dönülmez bir sürecin ortasına attı. Bahçeli’nin bireysel inisyatifi sonucu bu kararı aldığını düşünmek yanıltıcı olur. Çünkü eğer, bu tartışmayı bir kenara koyduğu düşünülen AKP, Bahçeli’nin görüşlerini politik bir söylem olarak kabul edip, geçiştirebilirdi. Öyle olmadı ve çıkan fırsatın üzerine atladı. Diğer dikkati çeken nokta da, yeni taslağın yine “olağanüstü” hızlılıkta hazırlanıp Meclis’e sunulmasıdır. Bundan da, AKP-MHP grubunun önlerine gelen metin üzerinde görüşmelerde bulundukları sonucu çıkmaktadır.

Bahçeli’deki olağanüstü şaşırtıcı dönüşe parti merkezinden ciddi bir tepkinin gelmemesi, MHP’nin  kilit noktalarının, yeri ve günü geldiğinde bu çizgiye hazır olarak ele geçirildiği gerçeğini ortaya koymaktadır.

Biz bu süreci, şimdiki kadar açık olmasa da, 7 Haziran seçimleri sonrasında da görmüştük…  Çözüm sürecinin sonlandırılmasının ardından iktidar, siyasal İslam’a dayalı ideolojik eğilimlerini hendek siyasetiyle besleyip, milliyetçi duyguları da siyasetine eklemlemesi yine bu dönemde oldu.  HDP ise kendisinden beklenen sivil siyaseti layıkıyla oynayamadığı için, Kandil gibi, o da hendeklerin altında kaldı.

Türkiye’de son yıllarda çarpık bir demokrasi anlayışı topluma enjekte edilmek istenmektedir. “Halk ne derse, o olur!”… Bugün, karşılaştırmalı ve sorgulayan mantık  eğitimiyle değil, biat kültürüyle şartlandırılmış, düz mantıkla eğitim alan yığınlar için yukardaki önerme doğru olarak kabul edilebilir. Ancak evrensel olmayan bir hukuk sisteminin milli de olamayacağını bu yığınlar anlayamazlar.  Dolaysıyla, örneğin Afganistan’da yapılacak olan sakin bir seçim sonucunda, kendisinden önceki kültür miraslarını günah sayıp bombalayan Taliban ideolojisinin kazanması durumunda, -ki bu ihtimal hâlâ geçerlidir-  sonuç onlar için geçerli, saygın ve kabul edilebilir bir siyasal sistem olacaktır. IŞİD’in hakim olduğu bölgelerde seçim yapılsa belki aynı sonuç alınacaktır. Bu sonuç IŞİD ideolojisinin ne haklılığını ne de saygınlığını gösterir… Ne Taliban, ne IŞİD, ne El-Kaide ne de İHVAN örgütünün insan  hakları ve evrensel değerler bağlamında insanlığa sunacakları hiç bir somut verileri yoktur. Hepsi ideolojilerini kin ve nefret üzerine kurmuşlardır. Dolaysıyla evrensel  hukuk normlarına uymayan bir yasayı, teklifi, “milli ve manevi” gerekçelerin arkasına sığınarak halk oylamasına sunmak demokratik bir yol değildir.

Oysa İslâm’ı  bugünün  evrensel değerleriyle bütünleyen önemli ahlâki öğretileri vardır. Toplum içinde olması gereken doğru ve ahlâki insan profili tek tanrılı dinlerden uzakta olan Budizm’de de,  tarihi ömrünü dolduran Zerdüşt dininde de aynıdır. Öyleyse; evrensel değerler üzerinden hareket eden, ortak bir irade etrafında uzlaşan toplumlar kendilerini yönetebilirler. Bugün İslam dünyasını alt-üst eden radikal akımların yarattığı yıkım, önce kendi toplumlarını vurmaktadır. Yönettiklerini zannettikleri toplum ise bu sistem içinde katılımcı değil, iteatkardır.

Anayasa değişiklik metninin imzalanmasıyla artık geri dönülmez bir yolda olduğumuzu bilerek, tarihsel bir sorumluluk olarak yeni  anayasanın kabul edilmesi halinde halkımızı bekleyen sorunları enine-boyuna ele almak bir zorunluluk halini aldı.

“EVET” mi, “HAYIR” mı,  “BİZE NE” mi?

Bu soruya, www.Kovarabir.com sütünlarında yer alan karşıt görüşleri dikkate alarak tartışmayı açmak çok yerinde ve faydalı olacaktır.

“Anayasa Referandumu ve Kürtler” başlıklı Abdullah Kıran imzalı yazıda, AKP’nin Kürt sorunuyla ilgili attığı adımlar kanıt gösterilerek  başkanlık sistemine  “Evet”  denilmesi gerektiği önerilmektedir.  Tek kişinin yetkileri ele almasıyla bu iyileştirmelerin daha da ileri gideceği  varsayılmaktadır. Gerçekten de Kürdistan’da, kulaklara sihirli bir sesle üflenen “federalizm” sözcüğünün dolaştığı duyulmaktadır. Buradaki “optik yanılgıyı” anlayabilmek için AKP’nin geçmişteki politikalarına bakmak yeterlidir. A. Kıran, analizlerinde AKP’nin Kürt sorunudaki iyileştirme hareketlerini ön plana koyarken, Kürt halkının siyasal planda elde ettiği gelişmeleri arka plana koyma ihtiyatsızlığını gösteriyor. Bu dönemde iyileştirme hareketleri yapıldığı doğrudur. Ancak bunların hiçbir anayasal güvencesinin olmadığı da unutulmamaldır. AKP Kürt halkına herhangi bir imtiyaz veya bağış vermemiştir.  Kürt halkı  Türkiye’nin üçüncü büyük siyasal gücünü yaratma başarısını göstermiş ve Kandil kaynaklı yapılan bütün yanlışlara karşın bu gücü ayakta tutacağının işaretlerini vermiştir. Türkiyelileşme hareketinin gösterdiği  demokratik dinamizmi gören karanlık odaklar, bu değişimi hendek siyasetinin yıkıntıları arasında boğmaya çalışmışlardır. Öyle ki; hendekler bir günde yapılmadı. Birileri yaptı; diğerleri de zamanı kollayarak bekledi… Dolaysıyla  buzdolabına konan “Çözüm Süreci”nin günahının sadece HDP’ye yüklenmesi doğru ve adil değildir. HDP kıskaç altında kendini savunamaz duruma getirilmişitir. Bunda HDP içindeki bazı vekillerin, -örneğin canlı bomba eylemcisinin cenazesini taşımak gibi-  provokatif davranışları da rol oynamıştır. Haksız bir savaşa karşı yapılacak eylemlere bakıldığında, Vietnem savaşının yarattığı baskı rejimine karşı 1963 yılında kendini ateşe veren Budist rahip, vücudunu saran ateşi kılını kıpırdatmadan içselleştirirken, dünya halklarını savaş karşıtı eylemlere davet ediyordu. Tüm dünyayı ayağa kaldıran bir görüntü olarak hafızalardadır. İşte bu rahibin cenazesine katılmamak ve  taşımamak ayıp olmalıdır. Bu vekile bugün şunu sorabiliriz: Canlı bomba cenazesini taşıyarak kime ne mesaj verdiniz ve ne kazandırdınız?  Terör sarmalı içinde yapılan eylemlerden hem Kandil, hem de AKP, kendi bakış açılarıyla kendilerine pay çıkarmışlar, mücadele adı altında sivil kurum ve kuruluşları baskı altına almaya çalışmışlardır.

AKP çözüm sürecini bir devlet politikası olarak değil, kendisine nasıl bir getiri sağlayacağını hesap ederek yola koymuştur. Bugün bunu daha net olarak söyleyebiliriz. O dönemde HDP’nin yaptığı en büyük yanlış, ikili masada yer almanın şarhoşluğu içinde, sorunu parlamentoya taşıyacak adımları atmamasındadır. Eğer AKP bu süreci bir devlet politikası olarak ele alıp yürürlüğe koysaydı,  toplumun kendisine sunduğu olağanüstü desteği de arkasına alarak sonuç alabilirdi.

Devlet politikası olarak ele almak kararlılık ve katılımı geniş kesimlere yaymayı gerekli kılar.  Kolombiya’da  referanduma sunulan  barış görüşmeleri  %50,24 gibi az bir farkla reddedilse bile, sorunu çözmeye azmetmiş iktidar, red cephesinin hassasiyetlerini de dikkate alarak süreci devam ettirmiş ve nihai anlaşmayı imzalamıştır. Oysa Türkiye’de bu görüşmelerin neden buzdolabına konduğu, hangi temel sorunda ayrılık olduğu bile tam olarak bilinmiyor!.. Çünkü kamuoyundan ve parlamentodan gizli olarak yapılıyordu. Kamuoyuna sunulan sadece bir hatıra fotoğrafı oluyordu.

Eğer bir sorun hukuk kuralları ve kurumları tarafından tartışılıp karara bağlanmıyorsa, “iki biraderin” görüşmesiyle elde edilecek olan sonucun hiç bir anayasal ve hukuki güvencesinin de olmayacağı bilinmelidir. Bu söylem bugünkü anayasa tartışmaları için de geçerlidir. Hiç bir anayasal denetleme organlarına karşı sorumlu olmayan, tek kişinin eline verilen yetkilerle donatılmış olan siyasal bir “güç”ün, toplumun bir kesimine -bizim özgülümüzde Kürtlere- vereceği herhangi bir hakkın hukuksal geçerliliği herzaman “zan” altında kalacaktır. Yine tam tersine, bu hakkı veren bir iktidar erki,  yine hiçbir gerekçe göstermeden bu hakkı elimizden alabildiğinde başvurulacak hiçbir demokratik kurumun olmadığı görülecektir.  Saddam Hüseyin ve Mustafa Barzani arasında 1970 yılında yapılan otonomi anlaşması buna örnektir.  Anayasal bir hak olarak kabul edilmesine karşın,  Saddam Hüseyin otonominin gereklerini yerine getirmeyerek ayak diredi ve savaşı dayattı. Kürt halkının başvuracağı herhangi bir demokratik kurum da ortada yoktu. AKP pratiğiyle hareket edersek, tek adamlık yönetimlerin hiçbir hukuki kuralı dikkate almayacağını kolaylıkla söyleyebiliriz. Yine de bölgede “federalizm” kavramının ısıtılmaya çalışıldığı, bu söylemle özellikle muhafazakar Kürt seçmenle birlikte HDP tabandan gelebilecek oyların  garanti altına alınması hedeflenmektedir. Oysa; eğer, kaygı Türkiye’de demokrasinin geliştirilmesi olsaydı, seçilme yaşının 18’e indirilmesi gibi absürd maddelerle toplumu oyalayacaklarına, siyasal partiler yasasını ve %10’luk seçim barajını düşürmeleri çok daha doğru olurdu.

Açıkca söylemek gerekirse, ne devlet, ne de AKP bürokrasisinin Türkiye’yi çağdaş anlamda federal bir sistemle yönetme gücü ve iradesi yoktur. Türkiye’de Kemalistlerin en zayıf  isyan hareketlerine karşı, en şiddetli askeri yaptırımları uygulamalarının arkasında yatan neden, onların şiddete hevesli olmalarından kaynaklanmıyordu. Bürokrasisi zayıf bir Osmanlı mirası devralmışlardı ve kendilerinin de halkla devleti buluşturacak güçlü bürokrasiyi kurmaları  ekonomik olarak mümkün değildi. Daha sonra bu işin kolayı bulundu; siyasi ve bürokratik güç, feodal ağalarla ittifaka geçerek kitleler kontrol altına alınmaya çalışıldı.

Şimdi KDP’nin de “evet” için kampanya yaptığı söylenmektedir. Bu büyük bir talihsizliktir. Çünkü;  eğer kendi tarihlerinden ders almış olsalardı, Türkiye özgülünde bu soruna en azından karışmamaları gerektiğini bilmeleri gerekirdi. Irak’ta yürüttükleri mücadeleler sırasında demokratik kurumların bulunmamasının acısını en iyi kendileri yaşamışlardır. Belki onlar Türkiye’de hâlâ var gibi görünen kurumların yapısına bakarak bunu bir güvence olarak görüp, referandumda taraf olmaya çalışıyorlar. Oysa yeni  sistem ile birlikte bu kurumlar belki yine varolacaklar ama işlevlerini yitireceklerdir.

Bir an için bu maddelerin Irak Anayasası için hazırlandığını düşünelim… KDP için karar vermek çok daha kolay olurdu.

“Federalizm” sözcüğünün AKP literatüründe alacağı kavram değişikliğini şimdiden söyleyebiliriz: Bu kavramın yerini, Osmanlı’nın 1864 vilayet sisteminden önceki yönetim şekli olarak “Eyalet” sistemi adıyla alması şaşırtıcı olmayacaktır. Tarikat merkezli ümmet bilinciyle yoğrulmuş ideolojik bir saldırı altında bırakılan kitleler bu etki altında “Eyalet” kavramını demokratik bir gelişme olarak algılayabileceklerdir. Merkezin ağır denetimi altında tutulan bugünkü İran Kürdistan’ının da, diğer bölgeler gibi “eyalet” olarak adlandırıldığı ve merkezden gönderilen askeri valiler tarafından yönetildiği dikkate alınmalıdır. Adı var kendi olmayan bir “eyalet” sistemi içinde yaşamaktansa demokratik kurallarıyla işleyen  anayasal bir rejim içinde hukuk mücadelesi vermek  çok daha kalıcı ve geçerlidir. Hayır oyu, Türkiye’yi  çağdaş bir anayasa yoluna sokmada belirleyici bir rol oynayacaktır.

Yazımıza bu noktadan devam edersek ikinci ve farklı  bir öneriyi  “Anayasa referandumunda biz Kürtlerin tutumu ne olmalıdır?” başlıklı yazısıyla İbrahim Güçlü sunmaktadır.

İ. Güçlü Türkiye’nin siyasi ve hukuki geçmişini analiz ettikten sonra, bu verilerden hareket ederek anayasal çalışmalarının “toplumsal sözleşme” ilkesinden uzakta olduğunu haklı olarak belirterek “Evet” ve “Hayır” cephesinin siyasal kimliklerine bakarak, bu unsurlarla yan yana olmayı reddederek karar vermeyi tercih ediyor. Ve “referandumda sandık başına gitmemeyi” tercih ediyor.  Oysa “Evet” ve “Hayır” cephesinin bileşenleri aynı nedenlerle sandık başına gitmemektedirler. Özellikle “hayır” cephesinde bu durum daha da belirgindir. “Evet” cephesinin uzantıları ise kendilerini “hilafet”e kadar götürebilmektedirler. Bu nedenle, şu veya bu grubun yanında görünme diye bir komplekse girme lüksümüzün ve gerekçemizin olmadığı düşüncesindeyim. Odaklanmamız gereken konu, red veya kabul halinden sonra hangi süreçlerin siyasete yol vereceğinde düğümlenmelidir. Kuvvetle muhtemeldir ki, “Hayır”ın çıkması durumunda, temel bir anayasal kavram olarak “toplumsal sözleşme” ilkesine anlam kazandıracak, çağdaş bir anayasa çalışması yeniden ve ciddi bir şekilde, toplumun tüm kesimlerini de kapsayacak şekilde ele alınacaktır.

Sivil siyasete adapte olmuş Kürt siyaseti, parlamenter sistem içinde seslerini çok daha güçlü olarak duyurabilecekleri gibi, yasama organında etkin bir rol da alabileceklerdir. Yasama organının etkisizleştirildiği, yürütmenin Meclis dışından, başkan tarafından belirlendiği bir sistemde etkisiz hale getirilen Meclis aritmetiği içinde bulunmanın da hiçbir anlamı da kalmayacaktır.

Bu nedenle; demokrasinin olmazsa olmazı olan “yasama, yürütme ve yargı” erkinin birbirinden ayrıldığı bir sistemle, “kuvvetler birliği” gibi dikta rejimlerine has bir sistem arasındaki seçimde tarafsız kalmak, kendi geleceğimizi umursamamak anlamına gelmektedir. Dahası bunu “Türklerin kendi aralarındaki sorun” olarak görüp, kendimizi dışlamak ise siyasal olarak kabul edilemez bir tutumdur.

Bir toplum mühendisliği

En yetkin anayasa uzmanları bu taslığı “anayasal bir dille” anlatmakta zorlanırlarken, sokaktaki insanın bu metnin arka planında ne “hinliklerin” saklandığını görmesi mümkün değildir. Üstelik son yapılan Pisa raporlarında, eğitimini bütünüyle AKP politikaları içinde geçiren genç kuşaklar  “okuduklarını anlamayan” sıralamasında 70 ülke arasında 52. oldular. Bir okul metnini anlamakta güçlük çeken kuşağın ebeveynleri  anayasa gibi karmaşık maddelerle dolu tasarıyı nasıl anlayacaklar?

AKP kurmaylarının bu anayasa konusunda ısrarla durmalarının ardında stratejik bir hedef vardır: İktidar, bugüne kadar  ordu, hukuk sistemi ve eğitime kadar yaptığı kurumsal değişimleri kalıcı hale getirmek için ihtiyaçları olan zaman diliminin en kırılgan noktasına gelmiş durumdadırlar. Ekonominin dar boğaza girdiği bir dönemde  yapılacak olan bir seçimde kaybetmeleri durumunda yaptıkları her şeyin yeniden bozulacağını bilmektedirler. O halde “Ya şimdi, ya hiçbir zaman” korkusuyla, devletin elindeki bütün imkanların  kullanılarak “evet” oyunun cazibeli hale getirilmesi istenecektir. Bunun için Türkiye’nin %60-65’ini kapsayan milliyetçi-muhafazakar-şeriata varana kadar İslâmi değerleri  benimseyen kesimlerinin oy potansiyeline güvenmektedirler. Tam bir toplum mühendisliğiyle, bu anayasanın referandum sonucu geçmesi durumunda, iki ideolojik yapılanmaya ayrışacak olan siyasal iklim içinde CHP’nin “bir daha iktidar olamayacağı” tezi bıyık altından bu nedenle dillendirilmektedir.

AKP’nin “ortak hedef” doğrultusunda yıllardır yanına aldığı FETÖ çetesinin darbe yoluyla kısadan iktidarı alma çabası boşa çıkarılınca, buradan doğan boşluk MHP ile kapatılmaya çalışıldı. MHP tabanı bu işbirliğine karşı çıkarken, FETÖ’nün referandum karşısındaki tavrının net olmaması dikkate değerdir. Siyasal bir parti olarak örgütlenme istemi hiçbir zaman olmayan FETÖ ideolojisi , sızabileceği stratejik  yerleri  “kalifiye” elemanlarıyla ele geçirerek hedefine ulaşma yönündedir. Takiyye sanatının usta oyuncuları olarak bu elemanların sızabileceği yerler ideolojik olarak yine kendilerine yakın olan hareketlerdir. CHP’ye, HDP’ye sızarak iktidar olamazlar ama, özel bilgileri ve belgeleri kullanarak “ajan” faaliyeti  yürütebilirler. Oysa bu yapının İslami kimliği kullanan siyasi hareketlere sızması çok daha kolaydır. Bu nedenle AKP, kişiselleştirdiği, egemenliği “tek kişide” topladığı bir sistem/rejim içinde kendi geleceğini de tehlikeye attığının farkında değildir. Çünkü AKP kadro olarak kripto Fetö’cüler karşısında savunmasız ve acemidir. Bugün için bu yapıyı engelleyebilecek tek kişi Cumhurbaşkanı Erdoğan olarak görünmektedir. Ancak O, FETÖ’nün ideolojisiyle değil, darbeci anlayışıyla hesaplaşmaktadır. Bu mücadelede zayıf olan nokta burasıdır. Dikkat edilirse mahkemelerde açılan FETÖ soruşturmalarında örgütün ideolojik yapısı değil, eylem biçimi yargılanmaktadır. Bu örgütün ideolojik ve siyasal ayağına soruşturma açılmadığı sürece tehlike var olmaya devam edecektir. “Ortak hedef” belirlemesi öylesine bir kırılma noktasıdır ki, darbe içinde yer almamış, kendisini kamufle etmekte başarılı, kitle psikolojisine hakim, hatip bir Fetö’cünün günün birinde aday olamayacağını veya  AKP’yi ele gerçiremeyeceğini hiç kimse garanti edemez.

Osmanlı imparatorluğu son 75 yılını “Hasta Adam” olarak,  40 yılını da kendisini Duyun-u Umumiye’ye teslim ederek geçirdi. Tarihin garip bir cilvesi olarak Türkiye bugün “Hasta demokrasi”siyle elde kalan mal varlığını “Varlık Fonu”na  devrederek geleceğini kurtarmaya çalışıyor.

19 Şubat 2017