1914-1918 yıllarında İngiliz emperyalizminin Ortadoğu politikasını belirleyen en önemli isimlerinden olan İngiliz casusu Thomas Edward  Lawrence, bölgedeki  yapılanmaların ömrünü soran bir gazeteciye 1926 yılında verdiği yanıtta, artık ülkelerin Londra’dan gönderilecek valilerle yönetilemeyeceğini, bu görevin yerli yöneticiler eliyle yapılması gerektiğine işaret ederek, kurdukları düzenin “en az elli yıl” süreceğini  söyler. Ortadoğu’da sorun yaratacak devletin  ise “petrol geliriyle tarımı birleştirip gelişen ve bu nedenle  liman ihtiyacı kaçınılmaz olan Irak olacağı öngörüsünde bulunur. Bu “elli” yıl İran-Irak savaşıyla 1980’li yıllara karşılık oluyor ve emperyalizmin Ortadoğu politikalarının dönüm noktasını oluşturuyor. İngiliz devleti Ortadoğu’nun  topografyasını ve üzerinde yaşayan sosyolojiyi karış karış çıkarmış ve yeri geldiğinde kullanmasını bilen bir devlettir. Uygulamaya konulan politikaların  Londra’da çizilip, ABD eliyle uygulandığının söylenmesinde böylesine derin bir tarihsel birikimin varlığı kendisini göstermektedir.

Öyleyse bu “elli yılın sonunda uygulanacak politikalar ne olmalıdır” sorusu daha o günlerin ana gündem maddesi olarak ilgili servislerin ilgi alanı içindeydi.  Emperyalizmin çıkarları bölgenin barış içinde gelişme şartlarının yaratılmasında değil, destabilize edilerek kontrol altına alınmasında yatmaktaydı.  Yaratılan devletler içinde bu stratejiye en  uygun  gördükleri Irak’ta  iktidarı Sünni azınlığa vererek bu yolu zaten açıyorlardı. Böylece siyasal yönetim  İngilizlerin koruyuculuğuna sürekli muhtaç haline getirilecekti.  Irak ordusunu ve  istihbarat örgütünü kuran, eğiten ve zaaflarını bilen bir İngiliz yönetimi  için yerel siyasal iktidarın kimin elinde olduğu da fazla bir anlam taşımıyordu. Nitekim  sözde daha “milli” duruş sergileyen Saddam Hüseyin döneminden hiçte rahatsız olmadılar. Tam tersine destabilizasyon hareketinde başrol oynamasını O’na “gıyabında” vermiş oldular. O da bu rolü İran-Irak savaşında, Kürt halkına karşı yaptığı katliamlarla ve sonunda Kuveyt’i işgal etmesiyle oynamış oldu. “Emperyalizm buna hazırlıklı mıydı?” sorusunun yanıtını işte T. E. Lawrence’ın söylemlerinde buluyoruz. Dahası, bugün BOP diye bilinen “Büyük Ortadoğu Projesi”nin kaynağı ve gerekliliği bu tarihsel sürecin kendisinden başka bir şey değildir. Projenin İngiliz merkezli olmasının sürekli  dile getirilmesinin arka planında  böylesi bir tarihsel birikim vardır. Bu politikalar bugün NATO eliyle uygulamaya konularak projenin ana merkezi kamufle edilmeye çalışılmakta ve sorumluluk genişletilmektedir. Libya’nın “Arap baharı” söylencesiyle devlet olmaktan çıkartılmasında Türkiye’ye de verilen rol bu kapsamdadır. Ancak aynı Türkiye’nin bizzat BOP’un da hedefleri arasında olduğunu ne yazık ki AKP iktidarı anlamış değildir. Belki de anlaması mümkün değildir demek daha doğru olacaktır; çünkü kendileri bu projenin bir sonucu olarak ortaya çıkartılmıştır.

NATO’nun gizli orduları olarak bilinen “Gladio” yapılanmasının sivil uzantılarına kadro devşiren dernek ve örgütlerin sürekli koruma altına alınması, siyasal iktidarların boyutlarını aşan bir projenin sonucudur. Bu anlamda FETÖ örgütünün başının “Komünizmle Mücadele Dernekleri” bünyesinden bulunup çıkartılması ve koruma altına alınması şaşırtıcı değildir. Bir diğer ismin de, yine bu örgüt içinde bulunup çıkartılan Abdullah Öcalan olmasını bir  tesadüf olarak görsek bile, bu örgütlerin temel  işlevinin  olası gelişmeler karşısındaki  politikalarda bu tipleri ve örgütleri yeri geldiğinde kullanmak olduğu ortadadır. Bir ülkenin ve bölgenin destabilize edilmesinde kullanıma açık olan bu örgütler sözde bir ideolojiye sahiptirler. Örneğin karşımızda ideolojik  olarak hedefini tam olarak açıklamaktan yoksun olan, güne göre politika değiştiren, demokratik yollardan Kürt halkının yolu açılmışken bunu hendeklere gömen, Güney Kürdistan yönetimiyle boğuşup bölge istikrarını Kürt dinamikleri açısından bozan bir PKK gerçeğiyle karşı karşıyayız. Aynı oyun Suriye’de “Kürt koridoru” üzerinden oynanmaktadır. Sadece silahlı bir güce sahip olduğundan ötürü ABD tarafından dikkate alınan PYD’nin önüne atılan “Kürt koridoru” söylencesinin kulaklarda yarattığı titreşimin yanıltıcı olduğunu anlamak için sadece şu 911 km’lik hatta bakmak yeterlidir.  Türkiye’nin müdahalesi olmasa bile bu hattın Akdeniz’e nasıl ulaşacağı sorunun birinci basamağıdır. İkinci ve yakıcı soru da şudur:  Kuzeyinde  911 km Türkiye, güneyinde 800 km Suriye ile ve en fazla 100 km genişliğindeki  adı üstünde bir “koridor”u kimin nasıl ve niçin koruyacağı  hiç hesap edilmemiştir.  Günümüz koşullarında hiç bir devlet,  toplam iki bin km’yi bulan bir sınırı koruma altına alacak güce sahip değildir. Kürtlerin bölgedeki  nüfus yapısı ise böyle bir korumaya zaten yeterli değildir. Dolaysıyla “alternatif petrol boru hattı” söylemiyle Kürtlere ekonomik bir  “yem” sunulurken, gerçekler  destabilizasyon oyununun bir parçası olarak gizlenmektedir. Suriye Kürtleri üzerindeki savaş çığlıkları daha şimdiden duyulmaktadır. Ama bu projenin üzerine hesapsız kitapsız atılarak bir piyon rolü oynamak ne YPG’yi ne de ona yön veren politikaların sahipleri olarak PKK’yı rahatsız etmemektedir. Kendilerinin işlevi bu olsa bile Kürt halkını bu oyuna alet etmeleri  affedilemez. Türkiye’de “hendek” siyasetiyle yarattıkları  açmazlara,  Suriye’de “koridor” siyasetiyle devam etmektedirler. Suriye’de Kürtlerin kendilerini korumaları için silahlanmaya haklarının olduğunu söylemek ayrı, koridor hayaliyle bağımsız bir bölge elde edebileceklerinin propagandasını yapmak ayrıdır. Suriye sınırları içinde yaşadıkları bölgenin güvenliğini sağlayarak demokratik bir Suriye’de federal bir yapıyı dünyaya deklare etmeleri kendilerini çok daha haklı zemine oturtacaktır. Dünyanın en güçlü ordularının katılımıyla Afganistan bataklığından çıkamayan ABD’nin, Ortadoğu’daki çatışmaların 30 yıl daha sürebileceğini söylemesinin arkasında yatan nedenleri  iyi okumak gerekmektedir.

Kürt halkını bekleyen tehlike

Bütün bunları ele alırken, AKP’nin uygulamaya koyduğu politikalarda FETÖ’cü kadroların nasıl  rol aldıkları, hangi önerileri hükümet politikalarının önüne koydukları ve uyguladıkları köklü bir araştırmaya muhtaçtır. Buradaki farklılıklar ve uygunluklar AKP’nin gerçek anatomisini ele verecektir. AKP’nin hangi bünyesinin FETÖ’cü politikaları uygulamada işbirliği yaptığı bu araştırma sonucunda ortaya çıkartılabilinir. En önemli noktalardan birini ise 17-25 Aralık operasyonlarında görmekteyiz. FETÖ merkezi ele geçirdiği yüksek bürokrat kadrosuyla Erdoğan’ı “hukuk” yoluyla iktidardan etmeye çalışırken, Türkiye’yi bir seçime zorlamayı değil, AKP’yi ele geçireceğini hesap ederek operasyonlara başvuruyordu. Aksi taktirde olası bir seçimin sonuçları onları tatmin edemezdi.  Bugün çok daha net olarak açığa çıkan iktidar saplantıları onları ele vermektedir. Devlet bürokrasisini, yargıyı ve polis teşkilatını ele geçiren bu örgüt, iktidar partisi olarak AKP yönetimiyle, alttan alta yükselen ordu kadrolarıyla Genelkurmay’a da hakim olduktan sonra Türkiye’yi bir molla rejimine dönüştürebilirlerdi. Elitist-masonik bir örgütlenme olarak, siyasal planda toplumsal bir karşılığı olmayan FETÖ’nün AKP’yi fiilen ele geçirmeden hedefini bulması zordu. Öyleyse  burada sorulacak ana soru şudur: Erdoğan’ın direncinin kırılması halinde ele geçirilecek olan AKP yönetiminin kimlere teslim edileceği araştırılmalıdır. AKP, yolsuzluk olaylarının toplumda yarattığı etkiler altında boğuşurken, arka plandaki projenin aktörlerini araştırmayı ve kamuoyuyla paylaşmayı unuttu. Erdoğan bu olayı kendisine ve ailesine karşı yapılmış bir darbe olarak göstererek kişiselleştirdi. “Ortak hedefin” sahipleri birbirlerinden ayrılamayacak kadar birbirlerinin  içine girmiş gibiydiler. Yine de söylemekte yarar var: Eğer 17-25 Aralık olayları ve 15 Temmuz Darbe girişimi merkez veya sol bir iktidar döneminde yapılmış olsaydı, demokrasiyi İslam dışı gören siyasal İslam temsilcilerinin “ümmet” adına nasıl birbirleriyle kenetleneceği  görülecekti. Londra merkezli CİA uygulamasında FETÖ örgütüne  Türkiye’de İslami bir devletin kuruluş yolu açılmış olabilir. FETÖ yöneticileri böylesi bir devletin sonuçları  itibariyle Türkiye’yi mezhep ve tarikat çatışmalarına sürükleyerek Pakistanlılaşmasına yol açabileceğini, önlerine atılan “yem”den ötürü göremeyecek kadar kör olabilirler. Onlar “ümmet” kavramıyla İslam alemini birleştireceklerini sanıyorlar. AKP ise FETÖ karşıtlığına rağmen aynı yanılgı içinde, toplumun en alt tabakalarına kadar siyasal İslamı yayma projesine devam etmektedir. Oysa 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra görüldü ki, bütün dini cemaatler birbirleriyle teorik ve politik mücadele halindedirler. Onları ümmet değil, çıkar birliği ayakta tutmaktadır. FETÖ’den boşalan alanları doldurmak için kıyasıya bir yarışa ve kavgaya girmiş durumdalar. Dolaysıyla, daha kendi bünyelerinde birlik olmaktan yoksun olan bu cemaatlerden Türkiye’nin farklı toplum kesimlerini birleştirmelerini beklemek sadece bir hayaldir. Yüzyıllardır bu topraklara insani bir hayat veren Anadolu İslamı’na, insana Tanrı korkusunu değil, Tanrı sevgisini vererek bireyi toplumsal bir varlık olarak kutsayan  tasavvufa karşı duyulan kin ve öfke, onların iktidar olduklarında toplumu nasıl bir felakete sürükleyeceklerinin işaretlerini vermektedir.  Oysa hayal görmeyen  emperyal kuvvetlerdir. Onlar  kader-kısmetlerle değil, sebep-sonuç ilişkilerini irdeleyerek hedeflerine ulaşırlar. Bu veriler bize Türkiye’nin hızla Pakistanlılaşma sürecine kaydığını göstermektedir. 15 Temmuz Darbesi’nin verdiği derslerle bu sürecin durdurulması beklenirken, uygulanan politikalarda eski ortakların “ortak hedef”lerinden bir sapma görülmemektedir. Bu “ortak hedefin” kanlı mı, kansız mı olacağı sorusu bize rahmetli Erbakan’ı hatırlatıyor.

Kürt toplumsal yapısında yeni Abdülhamid politikalarının uygulamaya konulması, Kürt siyasal hareketlerini ilgilendirecek olan diğer bir sorundur. Bunun ilk işaretleri köy korucularına verileceği söylenen rütbelerle onların “Hamidiye”cileştirilmeleridir. Bu ünvanı kutsamak için de mezhep ve tarikatların önünün açılması kaçınılmaz olacaktır. Türkiye’de laisizmin kırılma noktalarından biri de budur. Osmanlı’dan beri Kürdistan’da tarikatların gücü sürekli korunmuş ve kontrol edilmiştir. Bu gizemli damarın her zaman kaşınmaya müsait olduğu, geçmişte PKK’nın şehir kadro ve sempatizanlarıyla, Kürt devrimcileri üzerinde baskı uygulayan Hizbullah örgütlenmesiyle kanıtlıdır. Türkiye’de ilk defa şeriat kanunlarını isteyen bir derneğin  Batı’da değil, Van’da açılmasına bu nedenle  tesadüf diyemeyiz.  Bu tehlikeye  Güney Kürdistan da dahildir. KDP bugün için İslami örgütleri kontrol edebiliyor olsa bile, ihtilalci ruhunu kaybeden bir KDP’nin  emperyalizm karşısında bu güçleri kontrol edebilmesi oldukça zordur. Bugün için sessiz kalan, sistem içinde kendisini gösteren bu ‘Şer’î yapıların önünün emperyalist güçler tarafından açılması durumunda bölge mezhepler  ve tarikatlar arası savaş alanına dönebilir. Bu nedenle Türkiye’nin Pakistanlılaştırılması, Kürdistan’ın  Afganistanlılaştırılması demek olacaktır.  Afganistan’ı olmayan bir Pakistan, emperyalizm için yönetilebilir değildir. Her iki durumda hem Türkiye’deki hem de -genelde- Kürdistan’daki demokrasi güçleri için tehlikeler kendisini göstermektedir. Provoke edilmesi kolay olan bu oluşumlara  bir de IŞİD veya El-Nusra gibi örgütlerin  varlığı eklemlenecek olursa  tehlikenin boyutları daha net olarak ortaya çıkar.  Dolaysıyla  din ve tarikat bağlarıyla güçlü toplumsal dinamikleri her zaman kullanabilecek, yerel kökleri olan dinsel gruplara  emperyalizmin ihtiyacı  olacaktır. Burada Kürt kökenli tarikat ve cemaatler ön plana çıkmaktadırlar. Tehlikenin ulusal sınırları aştığını FETÖ örgütlenmesi göstermiş durumdadır. Bu nedenle Türkiye’deki demokrasi güçlerine farklılıklarına bakmadan, ortak paydalarda birleşilecek önemli görevler düşmektedir. XX. yy. başlarından kalan ve bugün için, içi doldurulmakta güçlük çekilen kronikleşmiş tanımlamalar dışında, birlikte yaşamın çağdaş değerleri yükseltilerek bu tehlikeye karşı konulabilir. Emperyalizmin “Aşil topuğu” buradadır.

Bir Afgan atasözü şöyle söyler: “Müzik Hindistan’da doğdu, gençliğini Afganistan’da yaşadı, İran’da hasta oldu ve Arabistan’da öldü.” Ne Büyük İskender’in, Çin prenslerinin, ne Cengiz Han ne de  Timur’un istilası Afgan yaylalarındaki yaşamın çoşkusunu kıramadı. Arabistan’da “ölü” haline getirilen müziğin yeni sahipleri dönüp dolaşıp, ABD destekli  Taliban eliyle Afgan halkını esir aldı. Var olan feodal toplum yapısına eklemlenen “ölü müziğin” ideolojik saplantılarıyla, aşiretler  kendi içlerine daha fazla kapandılar. Bu ideoloji içinde kadın, bırakınız ikinci sınıf vatandaş olmayı, insan olma hakkını bile kaybetti. Moğol istilalarının kendilerine bir miras olarak bıraktığı “Buzkaşi” oyununu seyretmek bile onlara günah sayıldı. Kürdistan’daki  sosyo-ekonomik yapının Afganistan ile birebir benzerliği olmasa da, bölgede yaygın hale gelen cihatçı örgütlerin varlığı bu tür karşılaştırmaların dikkate alınmasını zorunlu kılıyor.

Eylül  2016

Bir sonraki yazı : AB,  DEVLETLERİN BİRLİĞİNDEN Mİ, AYRILIĞIN DAN MI YANA?