Neden “Hayır?”

16 Nisan’da yapılacak olan referandum, deyim yerindeyse 7’den 70’e, her bireyin ve bütün toplumsal ve sosyal kesimlerin geleceğini ilgilendirmesi açısından basit bir “sistem” tartışmasının çok ötesindedir. Kovara Bîr sütünlarında bu konuya yeterli ağırlıkta olmasa bile, sessiz kalınmaması dikkate değerdir. “Evet”, “Hayır” ve “Tarafsız” olma gibi, var olacak üç seçenek hakkında özgürce görüş bildirilmesi, tarafsız ve özgür yayıncılığın ifadesi olarak takdirle karşılanmalıdır. Demokratik tartışma ortamına fırsat verdikleri için bu sitenin yöneticilerine teşekkür etmeyi de samimiyetle açıklamalıyım.

Kürt sorununa yaklaşımı açısından, referandumda “tarafsız” kalmanın doğru olduğunu, “hayır” diyen siyasi grupların katı ulusalcı yapılarıyla yan yana görünme kaygısıyla açıklayan İbrahim Güçlü’nün görüşüne bir önceki yazımda değindiğim için burada sadece yeni Anayasa’nın kabulü halinde demokratik Kürt siyasi hareketinin önünün bütünüyle kesileceğini belirterek geçmek istiyorum. Tarafsız kalmak aynı zamanda bir umutsuzluk işaretidir. İrili ufaklı birçok siyasi parti bu kaygıları yaşarken, Kürtler kendilerini bundan ayrı tutamazlar.

Tutulacağını, hatta yeni Anayasa’nın Kürt sorununun çözümüne hizmet edeceğini açıklayan Abdullah Kıran arkadaşın tekrarlanan görüşleri, tartışmanın boyutları açısından ilgiye değer olmaktadır. Kıran arkadaş Kürt sorunun tarihsel ve sosyolojik karekterine bakmaktan daha çok, AKP’nin geçmişten beri yaptıklarını dikkate alarak mantık yürütmeyle sonuca varmayı tercih etmektedir. Öcalan’ın teslim edildiğinden beri Kürt sorununun aldığı demokratikleşme sürecinin arkasında duran, milyonları aşan kitle desteğini hiçbir iktidar gücü görmemezlikten gelemezdi. Bu değişimlerin AKP dönemine raslaması biraz tesadüf ise, biraz da siyasi hedeflerin piyon taşları olarak kurgulanmasıyla açıklanabilir.

Demokrasiyi “tramvay”a benzeten siyasi yapının bir ülkeye ne kadar demokrasi getirebileceği tartışma zemini bulmadan, AKP iktidarı bu konudaki ilk adımlarını şaşırtıcı biçimde azınlık kültürler ve uluslar hakkındaki açılımlarla attı. AB’den aldığı çok kuvvetli desteklerle siyasi istikrarı sağlamada büyük başarılar elde etti. Türkiye’nin demokratları ve aydınları, bezdiren, çağı yakalamaktan uzak statükocu siyasete karşı bu yeni hamleleri ortak yaşamın doğal bir sonucu olarak karşılayarak iktidara destek te verdiler. İç siyasetteki bu olumlu hava dış siyasete de yansıdı. Dostluklar güçlendirildi. Dışardan ve içerden bu kadar destek aldıktan sonra önünde hiçbir engelin kalmadığını düşünen iktidar, “Çoğunluk olarak benim hakkım nerede” diye uygulamaya giriştiğinde, hepimizin bir anda o meşhur “tramvay”da olduğumuz hatırlatıldı. Yapılan her şey AKP iktidarının gizli ajandasının devamı üzerine kurgulanmıştı. AB müzakereleri, azınlık hakları, Alevi açılımı, çözüm süreci; bunların hepsinin bir devlet politikası olarak değil, AKP’nin gerçek siyasi hedeflerine ulaşmada kullandığı aygıtlar olduğu tek tek ortaya döküldü!

Alevilerin gerçek sorunlarına yanıt vermeyen bitmeyen açılımlar ortadayken, “Çözüm süreci”nden beklenen siyasi çıkarlar elde edilmeyince, süreç sihirli bir el tarafından “rafa” kaldırılıyorken, Abdullah Kıran’ın analizlerinde AKP’yi hâlâ “AK Parti” olarak görmesi şaşırtıcıdır. Sayın Kıran HDP’yi suçladığı kadar AKP’nin süreç boyunca hendeklere ve tuzaklamalara neden sessiz kalıp beklediğini de sorgulaması gerekirdi. Bütün bu hazırlıkların 7 Haziran seçimlerinden sonra değil, çok öncesinden, devletin güvenlik güçleri tarafından tespit edilen, raporlanan ve kayıt altına alınan hazırlıklar olduğu artık biliniyor. Devlet aklı bu hazırlıklara karşı hem önlem almayı, hem de -eğer bir devlet politikası ise- kararlı bir şekilde görüşmelerin hangi zemin üzerinde devam ettirilebileceğini göstermesinde yatıyordu. Önlem alınmaya kalkınması hangi beklentiler sonucuysa, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasına bırakıldı ve bölge tam bir savaş alanına dönüştürüldü. Binlerce genç, bizzat kendi örgütü tarafından yüzüstü bırakılarak savunmaya geçme zorunda bırakıldılar. Yüzbinlerce iç göç yaşandı. Bu konuda -iki arada, bir derede kalmış- HDP’nin siyasetsizliğini, demokratik alanda mücadele veren parti olarak PKK ile arasına mesafe koymada yetersiz olduğunu eleştirebiliriz. Ama AKP’nin de sorunu bir devlet politikası olarak değil, partisel çıkarlar doğrultusunda ele aldığını  görmez isek, doğru bir analiz yapmamış oluruz.

“AK Parti” tarihsel misyonunu oynamış bir parti olarak, muhafazakar, demokrat bir parti olma özelliğini artık kaybetmiştir. Partinin ilk kurucuları arasında bulunan ve bu özelliği taşıyanlar tek tek hareketten koptular. “Milli görüş”ü muhafazakar-liberal-demokrat bir zemine taşıdıklarına inananların partiyi terk etmesinden sonra AKP gömleğini bir kez daha değiştirdi. Etrafını saran püsküllü tarihçilerin, cübbeli, cübbesiz tarikatlarıyla onun arka bahçesinde açıkca yapılan “hilafet” söylemleriyle “Siyasi İslam” hesapları yapanların, kendilerini daha açık olarak duyurdukları siyasi bir yelpazeye haline geldi. Bir an için Fetö’cülerin sessiz ve derinden örgütlenmelerini, aceleye getirdikleri bir darbeyle değil de, devletin bütün stratejik kurumlarını bürokratik yollarla elde ettikleri bir dönemin sonunda yapmak isteyeceklerini düşünerek bir sonuca gidelim: Buradaki vahamet kendisini göstermektedir. AKP iktidarı Fetö’yü ideolojik olarak değil, kendisine karşı –sinsi bir yol arkadaşı olarak- iki kez darbeye teşebbüs ettiği için karşısına almıştır. Oysa Fetö ile mücadele ideolojik zeminde yürütülmediği müddetçe bu ve benzeri tehlikelerin kökü kazınamaz. İdeolojik mücadele eksikliğiyle AKP, farklı bir kulvarda dolaşmayan başka cemaat ve tarikatları da karşısına alma konumunda olmadığını göstermektedir. Dolaysıyla aynı türden tehlikelere açık kapı bırakmaktadır. Ancak; sadece Türkiye’nin siyasi ve tarihsel hafızası değil, dünya harp tarihi de, sorular çalarak, liyakat sahibi olmadan, bürokratik torpillerle generalliğe kadar yükselen müritleşmiş bir grubun darbe girişimini, herkesin sokakta olduğu bir yaz akşamında sokağa çıkma yasağı koyarak, 75 tankla başlatmalarını ironiyle not edecektir. Olağanüstü tutuklamalarla Fetö çetesinden kurtulmaya çalışılıyorken, din tüccarlığı yapan yeni çetelerin bu parti etrafında kümelenmesini demokrasi kuralları içinde açıklamak mümkün değildir.

“Millet” ve “Ümmet”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın referandum çalışmaları kapsamında Diyarbakır’da yaptığı konuşmanın ilginç bir cümlesi vardır:  “Türk demiyoruz, millet diyoruz. 80 milyonuyla tek millet diyoruz.

AKP camiasında “millet” dendiği zaman bunun isimlendirilmesinden ısrarla kaçınılması tamamen ideolojiktir. Bu kavram kaynağını İslam ve Osmanlı’da kullanılan terminolojiden almaktadır. “Milli görüş”teki “millet” kavramı da buradan gelmektedir. Çünkü “Millet” İslam ansiklopodisinde ve Osmanlıca’da “bir dinden olan toplulukların tümü” anlamında kullanılmaktadır ve bu anlamda “ulus” kavramından farklıdır. (Bkz. Osmanlıca Türkçe ansiklopedik büyük lügat. Türday yay. Sayfa 647). Statükocu ulusalcılar “ulus” ve “millet” kavramını aynılaştırdıkları için ikisi arasındaki farkı anlamak istememektedirler. Öyle görünüyor ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kavramdan hareketle, haklı olarak, Kürt yurttaşlara seslenirken önüne sıfat koymadan rahatlıkla “Biz tek bir milletiz” diyebilmektedir. Ancak bu kavram içinde kullanılan “millet”in İslami karşılığı sadece “Ümmet”tir. Dolaysıyla İslam topluluğundan olma referansı verilerek farklı soy gruplarına karşı bir politika geliştirilmek istenmektedir. Bu noktada Hüda-Par’ın referandumda “evet” yanlısı çalışması anlaşılabilir. Bu türden politikaların sonuçlarına baktığımızda, ağırlıklı olarak Kürt sorununun “ümmet” kavramı içinde ele alınması durumunda karşımıza İran örneğinin çıkacağı rahatlıkla görülecektir. Siyasal İslam’ın egemen olduğu hiçbir yerde demokratik bir hak olarak kimlik sorunu çözülememiştir. Çözüm denilen şey, ümmeti yöneten şer’i kanunlara aykırı olmaması kaydıyla şartlı bir “serbestleştirme” eyleminden başka bir şey değildir.

Buna karşın, AKP iktidarının Güney Kürdistan Federal yönetimiyle kurduğu ilişkinin ardındaki nedenlere bakmaksızın bunun, cesaretli bir adım olduğunu belirtmeliyim. Ortadoğu’da değişen jeopolitik yapılar karşısında Türkiye’nin yeni bir strateji saptaması gerektiğini ve Kürt sorununda inisyatif alabileceğini daha 1999 yılında DKP Genel Başkanı olan merhum Şerafettin Elçi’ye gönderdiğim bir değerlendirmede açıklamıştım. Bu değerlendirmem 2002 yılında Serbesti dergisinde yayınlandı ve 11-12 Mart 2006 yılında Bilgi Üniversitesi’nde yapılan “Türkiye’nin Kürt Meselesi” adlı konferansa da tebliğ olarak sunuldu.  Ancak buradaki tezim bütünüyle Türkiye’nin AB ile olan üyelik süreciyle bağlantılı olarak ele alınmaktaydı. AB üyesi olacak olan bir Türkiye’nin Güney Kürdistan ile olan ilişkilerine  pekala demokratik bir boyut getirilebilr ve bu bölgenin AB ile ilişkileri Türkiye üzerinden ayrıcalıklı ülkeler konumuna yükseltilebilirdi. Bu tez aynı zamanda statükocu “ulusalcıların” AB’yi Türkiye’yi bölmekle suçlamalarına karşı bir yanıt idi.  Oysa AB, Avrupa’daki azınlık ulus sorunlarına karşı, devletlerin demokratik birliğini savunan bir eylem planı üzerine kurulmuştu. Bask ülkesinin bir parçası kendi devlet sınırları içinde  olsa da Fransa, Franko rejimine karşı mücadele veren  ETA örgütüne her türlü desteği vermiştir. AB, demokratikleşme hareketine her türlü desteği vererek İspanya’nın birliğini koruyarak üyeliğe kabul etmiştir. Avrupa’daki ayrılıkçı hareketlerin barışcı boşanma istemlerine saygı dışında, silahlı eylemlere başvurmaları hiçbir zaman desteklenmemiştir. AB hukuki zamine oturttuğu yerel yönetimler statüsüyle, İspanya’yı, Belçika’yı, Fransa’yı bölmedi, sadece taşra politikacılığı üzerine oturan merkezileşmiş politikaları desantralize ederek taşraya kendi bölgesinin sorunlarını yine kendilerinin yanıt bulmalarının yolunu açtı. Bu değişimler sonucu, ETA örgütü silahlı eylemlerine son vermeyi kararlaştırma durumunda kaldı. Korsika’da demokratik yolun geçerli olduğu yapılan seçimlerle kanıtlandı. Bir taş atmayı bile düşünmeyen Katalan halkı sabırlı bir demokrasi dersi vermeye devam ediyor.  Ve bugün Brexit ile anlaşıldı ki, Büyük Britanya’nın birliğini sağlayanın da AB olduğu ortaya çıktı. İskoç halkı AB yanlısı tutum alarak yeniden referandum için karar aldı. Kara Avrupası’nı ABD’ye tercih eden Büyük Krallığın bu politikalar sonucu sadece İngiltere’yle yetineceği günler uzakta görünmemektedir. Bu süreci Kuzey İrlanda’nın takip etmesi kaçınılmazdır. Federal Avrupa projesinin bütün ulusal-etnik ve kültürel sorunları barış içinde çözeceği bu nedenle söylenmektedir. Avrupa’nın ulusalcıları aşırı sağ akımlar oldular ve  AB’nin bugün içinde bulunduğu krizi derinleştirmek için yabancı düşmalığını körükleyerek, birliğin kendilerine sunduğu demokratik imkanları kullanarak birlik karşıtlığı yapmaktalar.

AB’den kopmuş bir Türkiye’nin, Güney Kürdistan’ın karşılaşacağı  -beklenen- sorunlarına tek başına yanıt vermesi ve sorumluluk alması  ise imkansız gibidir. Bir yanda Musul-Kerkük petrollerine göz dikmiş emperyalist bir kuşatma altında, diğer yanda bölge devletlerinin kuşkularıyla karşı karışıya bağımsızlık söylemleri geliştiren KDP yönetimi, Kürtler arasındaki temel ittifakı sağlamadan atacağı adımların bölgeyi bir kaosa sürükleyeceğini görmelidir. Bir yandan Goran Hareketi ve YNK ile olan ilişkiler, diğer yandan harekete geçirilmesi için bir düğmeye basılmasını bekleyen radikal dinci akımların varlığı, üzerinde durulması gereken konulardır.

Halkın yüzde 50+1 oyuyla seçilmiş ve parti başkanlığı kimliğiyle devletin tüm kurumlarını bir şirket yöneticisi gibi tayin eden, Meclis’teki siyasal partilerin varlığını işlevsiz kılan, güvenoyuna ve önergelere  zaman kaybı diyen,  demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığını sistemi tıkadığı için “kuvvetler birliği” altında toplayan, demokratik kontrol mekanizmalarından kopmuş, sadece kendisini korumaya odaklamış bir rejim altında çağdaş demokrasinin ve özgürlüklerin isminin dahi okunmayacağı bilinmelidir. “Evet” çıkması halinde ertesi gün bunun meşruiyeti -çoğunlukla kabul edildiği için değil, toplumsal bir uzlaşmayla yapılmadığı için- tartışılacak ama Türkiye en az 10-20 yılını bu tartışmalarla kaybedecektir. “Hayır” çıkması halinde yeni bir anayasa tartışmaları, siyasal parti yasası ve seçim barajıyla birlikte yeniden başlayacak, ama bu kez, hatalardan da ders alarak, olması gerektiği tarzda, toplumsal bir sözleşme ruhuyla, tüm toplum katmanlarının görüşleri alınarak ve sorunlara yanıt verecek demokratik bir ruhla yapılmasının önü açılacaktır. Demokratik mücadeleye inanan Kürt siyasal hareketi buna hazır mı? Asıl sorun burada!

Nisan 2017