Kürdistan’a Bir Seyahat[1]

Kürdistan’a gidip icra-i seyahat etmek ve oranın ahvali mevku coğrafyasını, orada yaşayan insan kitlesini ve tarzı mahişetlerini (geçim kaynaklarını), anane-i ictimaiyelerini (toplumsal geleneklerini), Kürd adetlerini ve misafirperverliklerini yakından görüp tetkik etmek, islaha muhtac bazı şeyleri görmek hali iptidaiyede kalmış sahipsiz, marifetsiz ve fakat fıtri (doğuştan) darak ceval-i fial (hareketli faaliyetleri) bir zekaya sahip bulunan Kürd gençlerinin ahvali purcelalini ictimai noktayı nazarında tetbih (doldurmak) etmek için 328 senesinde hiçbir fırka-i siyasiye ve gayri siyasiyenin muavenet ve hamiyesi olmaksızın mehaza-i (ancak) durumdan kopan vicdani ve milli sebepler neticesinde Kürdistan’ın o güzel, yeşil zimerdbin ovalarını, yaylalarını, cibali murtafelerini (yüksek dağlar) gördüm dolaştım. O mübarek yaylaların sinesinde misafirperver çadırlara konuk oldum, onlarla beraber yemek yedim, su içtim. Dini, içtimai, ahlaki telkinatta bulundum, bundan maksadım, evet yegane maksadım! Acaba harikulade bir istidadı haiz olan bir millet neden böyle hal-i iptidaiyede kalmış, bunu anlamak, ileti keşf etmek, bu halin izalesine çare aramak. Fakat benim maksadımı, gayemi kimse bilmiyor idi. İlk o gece Akuşağı namıyla bir kabilenin çadırına uğradım, bana pek çok hürmet ettiler. Halbuki benden evvel pek çok kimseler oraya varmışlar, bu derece hürmet görmemişler, tabi kan rabıtası (bağı) var, bu cazibe neticesinde ağalar başıma toplandılar, gayri ihtiyari olarak bir muhabbet bir anlaşma hasıl oldu. (Mabedi var)

* * *

Kürdistan’a Seyahat[2]

En büyük ağaya sordum siz hangi aşirettendiniz. Sekiz bin Kurdoğulları’nın çadırına gitmek isterim dedim gözlerinden numayan olan zekâ sayesinden her meramımı anladı dedi Hoca Efendi buraya çok pek çok hocalar geldi fakat siz yağ için peynir için gelmiş adama benzemiyorsunuz muradınız nedir doğru söyleyiniz Kurdoğulları çadırı buraya pek yakındır. Bizim çadırda da yiyecek yemek, yatacak yatak her şey falan vardır. Bu adamın zekâsına, fetanetine hayran oldum.  Evet birader sizde her şey var çünkü gönlümüz gayet zengin ve sür’at-i intikalinize diyecek yok ise de Kurdoğulları buranın hanedanı, reisi imiş. Onlar vasıtasıyla aşiretin ahvaline muttali olmak isterim. Böyle deyince ağa bizim derece-i tahsilimizi anlamak istedi. Orada güzel bir kap içinde bulunan Kelam-ı Kadimi indirdi ve dedi ki bizi her kes âlemden bihaber ve bir bedevi haymenişin (xeymenişin) zanneder. İşte bizim medeniyetimiz, mukteda bihimiz (mukteda bih: kendisine iktida olunan, uyulan). Eğer bizi tetkik için istersen evvela seninle anlaşalım Hoca Efendi size siz Kur’an’ın manasını biliyor musunuz. Eğer bilirseniz buyurun şuraya bir mana veriniz der demez derin bir hayret beni istila etti. Dağ başında Kur’an’ın manasına vakıf bir çoban ah getir bakalım dedim. İlk önce anlamak için açık bir mana vermedim fakat derhal Hoca Efendi olmadı cevabı alınca adamakıllı gibi tefsir ettim, itibar-i hürmet ziyadeleşti meğer takdir dağ başındaki insanlarda şehirdekilerden ziyade imiş neticesini çıkardım ve adeta kendimi dağ başında değil bir gülistanlıkta farz ettim. (Mabadi var)

* * *

Kürdistan Seyahatinin Mabadi[3]

O akşam adı geçen Akuşağı reisi Hasan Efendinin çadırında misafir kaldık ve sabahleyin vech-i azmimiz olan Kurtoğulları’nın çadırına gidecek idik. Çadırların birbirine olan mesafesi yirmi dakika imiş. İhtimal ki muhabere etmişler, şemsi taban-ı zuruî (öğle vakti) cibalden baş gösterince sabah yemeği, kahvaltı hazırlamış. Esna-i teamde (yemek esnasında) Hasan Efendi, Hoca Efendi (Kurdoğlu Hoca Efendi) denilen zat vefat edeli on senedir. Fakat onun yerine ka’im olan iki evladı vardır. Hatta siz onlara gitmeden onlar sizin geleceğinizi haber almışlar, sizi götürmek için küçük biraderini buraya gönderecek imiş. Acele etmeyiniz, rahat ediniz dedi. Fakat ben medeni bir alemden çıkıp bedevi bir aleme girdiğimden o latif yaylanın otları, koyunları, kuzuları, eğri böğrü bir şekilde yükselen dağların o azametli vakurane duruşu pek ziyade hayretimi mucib (icab) olduğundan (Kul Sirû İlaahir) ayeti derhal tehattür ettim (hatırladım, anımsadım). Manası: Resul-i Zişanım (yüksek mertebeli) buyur ki gerek alem-i haricide gerek alem-i dahilde “alem-i ruhaniyette” (ruh aleminde) kudret-i fahire-i ilahiyemi müsahade (görme) edip nazar-ı bakışla (bakmaktan ziyade) değil nazar-ı basiretle (basiret gözüyle) benim sıfatlarıma bakmak isteyenler seyahat etsinler ve hepiniz seyahat ediniz ki maddi ve manevi nice istifadeler (faydalar) elde edilir. Teessüf olunur ki (ne yazık ki) bunu da biz Müslümanlardan ziyade Avrupalılar yapıyorlar. Kuvvetli cemiyetleri sayesinde dünyanın nice nice menfaatlerini keşif ettiler. Sade insanların adetlerini ve ahlakını değil kömür madenlerini, gaz madenlerini, altın madenlerini, bakır madenlerini, gümüş madenlerini ve sair madenleri keşf ettiler.

Kitabımız olan Kur’an ise seyahat vaciptir diyor. Çünkü seyahatten edilecek istifade had ve hesaba gelmez. Seyahat nedir? Kendi mahallemizde bulunan komşulara bile yabancı bir haldeyiz. Kitap ve sünnet (Peygamberin hayatı) bize ne yapsın. Seyahatin bence en büyük faydası, kudret-i ilahi (Allah’ın kudreti) müşahede (gözlemek) ile tehzib-i ahlak ve Müslümanlar arasında hatta bütün insanlarca tanınmış (bilinmiş) olması gibi pek mühim faydaları vardır.

Gelelim saadete sabah kahvaltısından sonra Hasan reis ile aramızda şöyle bir muhavere (olay) cereyan etti: Hoca Efendi, Sultan Hamid Efendimiz aşiretin babası idi acaba ne için böyle yaptılar. Bahsi bence mühim olduğundan hakikat ise henüz inkişaf (keşif) etmemiş (tespit edilmemiş) olduğundan muhtasa (derli toplu) bir cevap verdim ve dedim ki: Hasan Efendi o meseleyi zaman sana gösterecektir, şimdilik müsbet bir şey söyleyemem yalnız benim fikrimce “o sahibi evvel içindekilerini diğerlerinden daha iyi bilir” darbımeselince ulu istibdat olsa da hanedan-ı saltanat-ı Osmaniye yabancı ellerden daha hayırlıdır. Zaten hükümet-i islamiyede istibdat tasavvur olunmaz (düşünülemez). İstibdadı bizim cahillerimiz icat etmiştir. Müslümanların dünyasında meşveret (danışma) farzdır çünkü fert yanlış düşünüyor. Aman ya rab dağ başında ne mütefekkirler varmış, darülfünundaki gafillere ne demeli. (Mabadi var)

[1] Harputlu Ahmed Vehbi, Kürdistan’a Bir Seyahat, Kurdistan, j.: 2, Pazar 9 Şubat 1335 (9 Şubat 1919), r. 24

[2] Harputlu Ahmed Vehbi, Kürdistan’a Seyahat, Kurdistan, j.: 3, Salı 25 Şubat 1335 (25 Şubat 1919), r. 29

[3] Harputlu Ahmed (Hamdi) Vehbi, Kürdistan’a Bir Seyahat, Kurdistan, j.: 4, Cumartesi 15 Mart 1335 (15 Mart 1919), r. 42-43