Uluslararası Hukuk ve Diplomasi profesörü

Amerika Dışilişkiler Konseyi Misafir Üyesi

Alayên HemîdîYirminci yüzyılda büyük güçler, Wilsoncu kendi kaderini belirleme ilkesi temelinde toprakları bölüştürüp yeni devletlerin ortaya çıkmasına izin verdiler. Toprakların adil bölüşümü için etnik ilkelere başvurdular. Bu yaklaşımdaki temel öge, toprakların bölünmesiydi. Yine de bugün yerli yerinde duran pek çok ulusal ve etnik çatışma, her ulusal topluluğa kendisine ait bir devlet vermek üzere devlet sınırlarını değiştirerek çözümlenemez.

Travmatik ayrılma cerrahi müdahalesi olmadan, için için yanan etnik kargaşa ateşini söndürmeye meyilli devletler, huzursuz uluslar için yabancı bir yönetim olmadan yaşamlarını sürdürmeyi olanaklı hale getirmelidirler. Kendi kaderini belirleme ilkesi, nitelik olarak daha az topraksal ve kapsam olarak daha bölgesel olan yeni bir şemayla tamamlanmalıdır. Böyle bir “devletler artı uluslar” yaklaşımı, devlet sınırlarını kesen işlevsel mekanları ve özel işlevsel alanları, tarihsel topraklarda ulusal rejimlerin yaratılmasını, kendine ait devleti olmayan ulusal topluluklara tanınmış bir statü vermeyi, halklar arasında birliklerin -topraklardan ayrı olarak- tasarlanmasını, ulusal kimlik ve haklar konularına ulusallık ile devlet vatandaşlığını birbirinden ayırt eden bir yaklaşımı gerektirir. “Devletler artı uluslar” çerçevesi, topraksal uzlaşmaları engellemez; topraksal değişiklikler yeterli olmadığında ya da bütünüyle devre dışı kaldığında seçenekler menüsünü genişletir.

Yirminci yüzyıldaki dünya haritası her üç büyük çatışmadan iki dünya savaşı ve soğuk savaştan, sonra değişti. Fakat sadece birinde, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda büyük güçler kolektif olarak bilinçli değişiklikler yaptılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan ve Soğuk Savaş’tan sonra, aynı güçler barışın şeklini değiştirmek için fazla bir şey yapamadılar. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Yalta’da Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanlarını belirlediler. Soğuk Savaş sona ermeye yaklaştığında, Almanya’dan Kazakistan’a kadar Avrasya’nın haritasını yeniden şekillendiren ulusalcı ve etnik güçlerin yükselişini yönlendirmek için de fazla bir şey yapmadılar. Büyük güçler şimdi bir kez daha barışı tehdit eden ulusal sorunlarla yüzyüzedirler. Woodrow Wilson’ın ilkelerinin başarısızlığa uğradığına göre, yeni bir çerçeve gereklidir.

Topraksal Yaklaşımın Ötesi

Liberal ulusçuluk ve her ulusun kendi devletine sahip olması gerektiğine dair ilke, soyut olarak iyi savunulabilir. Homojen ulusal bünyelerin barışçı demokrasilere evrilme olasılıkları, sert dilsel ve kültürel uzlaşmazlıklarla parçalanmış devletlerden daha fazladır. Baskıcı çokuluslu bünyelerin barışçı parçalanması, doğan yeni devletler nitelik olarak liberal olurlarsa, arzu edilebilir. Ne var ki, pratikte sınırların revizyonu, bütün bölgeleri Yugoslavya savaşına benzer uğursuz bir hengame içine sokması olasıdır. Üstelik, sınır değişiklikleri, coğrafi devamlılık olmaksızın bölgelere ve imparatorluklara dağılmış ulusal toplulukların derdine deva olmaz.

Bugünün uluslarası düzeninde devletlik statüsü ile bütün öteki tali siyasal örgütlenme biçimleri arasındaki keskin bölünme, topraksal bağımsızlığın değerini, başka türlü olabilenin ötesine yükseltir. Devletlerin biçimsel eşitliği üzerine vurgu, yöneticilerin bir şekilde papalara, imparatorlara ya da zamanın öteki büyük hükümranlarına bağlı olduğu tarihin daha önceki, zaman zaman daha az şiddet içeren evreleriyle çelişir. Devletlik, ulusçuların nihayi ödülü oldu; bayrakları kendi kaderini belirlemedir, talepleri topraksaldır. Tabilik ile eşitlik, bağımsızlık ile özerklik arasıda hiçbir ara konak yoktur. Yine de, siyasal bakımdan bağımlı özerklik ile topraksal hükümranlık arasında, devletsiz ulusların dünya topluluğunun geri kalan kesimiyle ilişkisini rahatlatabilen ara bir statü olmalıdır.

Ulusçuluk ve etnik tutkular dalgası, Orta Avrupa’dan Asya’nın kalbine kadar uzanan geniş bir alanda hala yükseliş halindedir. Geçen Aralık’taki seçimlere kadar Rus ulusçuluğunun yoğunluğu, Balkanlar’da ve Kafkaslar’da savaş halindeki küçük ulusların çatışmalarıyla gölgelendi. Büyük güçlerdeki ulusçu şevk, yok olmaktan çok uzaktır; daha küçük etnisitelerle sınırlı değildir. Vladimir Jirinovsky’nin aşırı ulusçu partisine verilen önemli miktarda oy, Rusya’nın kırılgan demokratik kurumlarına ve komşularının güvenliğine gölge düşürüyor. Önümüzdeki yıllarda etnik çalkantılar, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da ve eski Sovyetler Birliği’nde artmaya devam edecektir. Bu eski komünist toprakları Batı ile daha yakın bağlar içine sokma çabalarını bastırabilir. Süregiden etnik çalkantı, bu ülkeleri Batı’nın siyasal uygarlığıyla bağdaşmayan vahşi bir yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve nefret kültürüne saplayabilir. Demokrasinin derin kök salmadığı ülkelerde ulusçuluk, uluslararası barış bakımından iç karartıcı sonuçlarıyla otoriter yönetim için yeni bir örgütlenme ilkesi olarak ortaya çıkıyor.

Çarların, Osmanlıların ve Hapsburgların eski hükümranlık alanlarındaki ulusallıkların tutkularını alevlendiren çetin koşullar, diplomatların haritalardaki çizgileri izlemesiyle ya da kendilerine ait bir devletten yoksun olan toplulukları korumak için karmaşık hukuksal rejim görüşmeleriyle halledilemez. Azınlıkların korunmasına dayanan rejimler başarısızlığa uğradılar ve iki dünya savaşı arasında itibardan düştüler. Homojen ulus, devletler yaratmak için sınırlar izlenemedi; ulusal topluluklar, baskıya eğilimli devletler içinde sıkışmış halde bırakıldılar.

Birçok büyük ulusal topluluk, kendi ulusal devletlerinin dışında, anayurtlarının yanıbaşındaki ülkelerde sıkıcı koşullarda yaşamaya devam ediyorlar. Eski Sovyet cumhuriyetleri bağımsızlık ilan edince ortaya çıkan sınırlarla beklenmedik bir şekilde Rusya’dan ayrı düşen eski Sovyet cumhuriyetlerinde yaşayan yaklaşık 25 milyon Rus’un kaderi budur. Anayurtlarının korumasından uzak düşen bu Ruslar, Moskova’nın egemenliğinden kurtulmak için sabırsızlanan halklar arasında istenmeyen bir azınlık statüsüne düşmüşlerdir. Ruslar, Büyük Oyun’un heyheyli günlerinde ve bu yüzyılda Stalin’in Ruslaştırma politikasının ardından, Orta Asya’nın uzak topraklarına gelmeye başladılar. Bu Rus nüfusun durumu, eski Sovyet devletleri arasında ciddi bir sürtüşme haline gelmiştir; fakat sınır değişiklikleri, onları barışçı bir şekilde Rusya’ya geri getiremez. Böylesi her değişiklik, zorunlu olarak yeni devletleri insansızlaştırırdı ve Rusya’yı yeniden dirilen emperyalizm yoluna sokardı. Bu konu ihmal edilirse, eski Sovyet cumhuriyetlerine yoğun bir Rus müdahalesine kıvılcım çakabilir.

Balkanlar’da, Sırp ulusçuların sürdürdüğü savaşın iğrenç vahşiliği, kendi anayurdu saydığı ülkede yeni sınırlarla bölünmüş bir ulusun acımasız tutkularını aydınlatır. Bu sınırlar, Müslümanların çoğunlukta olduğu Bosna’nın bağımsızlıkla birlikte miras aldığı sınırlardır. Sırbistan’ın Bosnalı Sırplara yardımı, onları, Bosna içinde Büyük Sırbistan’ın parçası olarak kendi devletlerini yaratmaya cesaretlendirdi; ülkeyi, içinden çıkmanın henüz görünürde olmadığı yıkıcı bir savaşa sürükledi.

Topraksal yaklaşımın başarısızlığı, eski AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nda da ortadadır. Sırbistan’daki etnik Arnavutların ve Macaristan’a sınır ülkelerin Macarlarının elverişsiz koşulları, Birinci Dünya Savaşı’nın barış anlaşmasından kaynaklanır. Bunlar bütün azınlıkların zorla transferine başvurmadan bu yaralı toprakların haritasını yeniden yapacak daha fazla sınır değişikliğiyle halledilemezler.

Benzer şekilde, eski Osmanlı İmparatorluğu’nda da topraksal yaklaşım, Balkanlar’dakinden daha fazla umut vaat etmez. Kürt halkı da barış antlaşmalarının kurbanıdır. Kürt ulusal özlemleri, Osmanlı topraklarının tanzimini ele alan Sevr Antlaşması’nda kabul ediliyordu. Antlaşma hiç bir zaman yürürlüğe girmedi; yerini, 1923’te Sevr’in vaatlerini gözardı eden Lozan Antlaşması aldı. Kürtlere hiçbir zaman bir devlet verilmedi; bugün, Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında paylaşılmış bir toprakta yaşıyorlar ve kendilerini ortadan kaldırmaya ya da boyun eğdirmeye meyilli ülkelerin arasında berbat koşullarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Türklere, Iraklılara ve İranlılara karşı süregiden didişmeler, yeni bir devletin yaratılmasıyla halledilemez. Bu adım, Yakın doğu’nun haritasında ve jeopolitikasında, bölgenin güçlü devletlerinin karşı çıkacağı önemli değişiklikleri gerektirirdi.

Sıradan topraksal düzeltmelerle halledilemeyen öteki çatışmalar, rakip ulusların kendi ulusal yurtları olduğunu iddia ettikleri tarihsel topraklarla ilgilidir. Haklar konusu, her zaman bir sınır meselesine indirgenemez. Örneğin, eski Filistin Mandası’nın tahsis edilmemiş toprakları üzerinde süre gelen çekişme, ülkenin basit bir taksimatıyla halledilemez; böyle bir taksimat İsraillilerin ya da Filistinlilerin devlet sınırlarının ötesinde, kendi tarihsel anayurtlarındaki haklarının meşruiyetini inkar ederdi. Benzer bir sorun Kosova’da da vardır; buradaki Sırp kiliselerinin ve manastırlarının kaderi, bölgede çoğunlukta bulunan Müslüman nüfusun arzularına göre belirlenemez. Kosova Sırp Patrikliği’nin merkeziydi ve Osmanlıların 1389’da Kosova Polje’de Sırp Çarı Lazar’ı mağlup ettiği savaş alanıydı. Müslüman egemenliği çağını başlatan savaş alanı, yabancıların anlamakta güçlük çektiği bir anlamla yüklüdür.

1920’lerin barış antlaşmalarından beri görülmeyen türden yeni düşünüşlere gerek var. Yeni bir çabanın, Woodrow Wilson’ın yeni ulusdevletler şemasını güncelleştirmenin zamanıdır. Birleşmiş Milletlerin ve NATO’nun Sırp etnik ulusçuluğunun sadırıları karşısında Birleşmiş Milletler’in bir üyesi olan Bosna’nın toprak bütünlüğünü koruyamaması, ya da Bosna halkını barbarca katliamlardan koruyamaması, bir güncelleştirme ihtiyacının, bir devlet sistemi aggiornamento’sunun önemini belirttir.

Başkan Wilson’ın Ondört İlke’si, Rus, Osmanlı ve AvusturyaMacaristan imparatorluklarının çöküşünün mirası olan sorunları, bugün 75 yıl öncekinden daha fazla çözemez. “Halklar ve bölgeler, bir oyundaki piyonlar ya da mal gibi takas edilmemelidirler;” toprak sorunları “söz konusu ahalinin çıkarlarına uygun” halledilmelidir ve “iyi tanımlanmış ulusal unsurlar, yeni ya da süregelen eski uyumsuzluk ve uzlaşmazlık unsurları yaratmadan kendilerine verilebilecek en fazla memnuniyet”e ulaşmalıdırlar, türünden ilkeleri, artık hiçkimse savunmuyor. Sorun, çok sayıda ülkeyi huzursuz eden etnik çatışma ve ulusçu özlemler konularını kimsenin ele almamasıdır.

Devletler, -Artı- Uluslar Çerçevesi

Topraksal devletlerle sınırlı olan yüzyıllık uluslararası düzenin, topraksal olarak bağımsız devletler şeklinde örgütlenmemiş uluslara yer açacak şekilde genişletilmesi gerekir. Topraksal olmayan bir uluslar sistemi, hükümran otoritelerini kıskançlıkla ellerinde tutmak isteyen devletler tarafından resmi bir ifade verilmemiş olsa da, tarihin büyük bir bölümünde var olmuştur. Bu sistem, sınırları ve kıtaları kesen akrabalık, duygu, yakınlık, kültür ve sadakat bağlarıyla birbirine bağlı uluslardan oluşur.

Batı Avrupa kaynaklı olan topraksal sınırlar, hükümranlık ve bağımsızlıkla ilgili katı kavramların yapıbozumu ve yeniden düzenlenmesi, homojen ulusdevletler yaratmanın söz konusu olmadığı Doğu’da bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu yapıbozum, “yumuşak” çözümlere yol açar; uluslararası sınırların değiştirilmesini ya da yeni bağımsız devletlerin yaratılmasını gerektirmez. Ulusal toplulukların duruşunu bir iç anayasal ve bir de uluslararası diplomatik düzlemde, aşağıda anahatları çizilen doğrultularda yeniden düzenler.

İşlevsel Mekanlar ve Bölgeler: Yumuşak işlevsel mekanlar, sınırlı amaçlarla mevcut sınırlara eklenen örtülerdir. Uluslararası düzeyde kabul edilen sınırları zayıflatmaz ya da değiştirmez. Örneğin Avrupa Birliği’nde sosyal politikayı, göçü ve serbest dolaşımı yöneten değişik “mekan” kümeleri vardır. Pasaportsuz uluslararası sınırları geçerek serbest dolaşımla ilgili Schengen anlaşması, örneğin, Avrupa Birliği’nin bütün üyelerine uygulanmaz.

Katı sınırların yapıbozumu, bugünkü devlet ilişkilerinin bir özelliğidir. Her tür otorite için yumuşak yetki, ulusal yaşamın bir karakteristiği olagelmiştir: New York Liman Yönetimi gibi kurumlar, New York ve New Jarsey eyaletlerinin sınırlarını içine alan yetkileri kullanırlar. Serbest ticaret alanlarının yaratılması, devletler arasındaki engellerin sınırlı kadırılmasını gerektirir. Pek çok devlet arasında, düşünce ve enformasyon akışını engelleyen sınırlar yoktur.

Tarihsel Anayurtlar: Özgül bir rejimin uluslararası bir sınırın ötesine geçen tarihsel bir anayurtta ulusal ya da etnik bir toplulukla ilgili fikri, devletler arasındaki toprakların yeniden düzenlenmesini gerektirmeyen yumuşak bir ulusal hakk kullanımına izin verirdi.

Bir ulusun tarihsel bir anayurtla derin bağı, toprağın mistik anlamını yitirdiği ve ülke düşüncesinin taşınmaz mal düşüncesiyle harmanlandığı laik toplumlarda kolayca anlaşılmaz. Ulusal bir yurt, tarihte, kültürde ve mitte kökleri bulunan bir kavramdır. Ulusal ya da tarihsel bir anayurdun sınırları, bir devletin sınırlarıyla çoğunlukla çakışmaz. Bir halkı kendi toprağına bağlayan duygu bağları duyarlılıkla ele alınmalı ve başka bir halkın aynı topraklarla bağlarını tanımayı engellemeyecek şekilde kabul edilmelidir. Bu konu, Kudüs kentinde ve her iki ulusun en kutsal hak iddiasında bulunduğu bir ülkede, Araplarla Yahudilerin ilişkilerini bozuyor. Bir ulus ile anayurdu arasındaki bağların duygusal özelliği, bu bağları yasal hakk iddialarına ve bazen bunları inkar etmek için ileri sürülen meşruiyet ve çoğunluk yönetimine bağışık hale getirir. Bir bölgenin devletleri arasındaki topraksal anlaşmaya zarar vermeden bu bağlara ifade kazandırmak için, uluslararası düzeyde tanınan bir rejim tasarlanmalıdır.

Bir anayurt rejimi, bir topluluğun kendi tarihsel ya da ulusal yurdu saydığı, o topluluğu ikiye ayıran uluslararası sınırları içine alan alanlarda kullanabileceği hakları tanımlar. Bu topluluk bölgede bir çoğunluk oluştursa da oluşturmasa da bu yapılabilir. Bir anayurt rejimi, ulusal geleneklere, kültürel haklara, bireysel güvenliğe ve toprak kullanımı sorunlarının yerel düzeyde, halline vurgu yapmak için tasarlanabilir. Bütün ulusların söz konusu yere yerleşme hakkı olmasa da, hiçbir ulusun kendi ulusal yurdunda bir yabancı statüsüne sahip olmamasını sağlayabilir. Bu özelliğe sahip bir rejim, sınırları kesen yumuşak mekanların kurulmasının yanı sıra, bir ölçüde yerel yönetimi de gerektirirdi. Kurulduğu devletlerin otoritesini aşırı ölçüde kırpmayacak şekilde ölçülü olmak zorundadır. Bosna gibi, iki ya da daha fazla halkın aynı toprak için mücadele ettiği yerlerde, bir tek bölgede birarada var olan ulusal anayurt rejimleri yaratılabilir.

Ulusların Statüsü

Kendilerine ait devletleri olmayan uluslar ve etnik topluluklar için resmi uluslararası statünün yokluğu, tanınma mücadelelerinde sürekli bir kaygı olagelmiştir. Bu mücadelede söz konusu olan, ulusal bir topluluğun statüsünün tanınmasından örtük olan toprak iddialarına destek ve etkilenen devletlerle ilişkiler üzerinde bunun yarattığı gerginliktir. Fakat uluslararası pratik bu tür imaların mazur görülmemesini yerleştirdikten sonra, tanınma daha kolay gelir. Örneğin, Filistin Kurtuluş Örgütü, onun amaçlarını onaylamayan bir çok devletle diplomatik ilişki kurmuştur.

Kendi devletlerine sahip olmayan uluslara topraksal olmayan resmi bir statü ve devletlerin konumundan farklı da olsa, uluslararası düzeyde tanınan bir konum verilmelidir. Topraksal hükümranlığa sahip olmayan toplulukların uluslararası konumdan yoksunluğu, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinin Avrupa Topluluğu kurumlarında ve Maastricht anlaşmasına göre elde ettiklerine benzer ayrıcalıklar tanıyan yumuşak bir yaklaşımla hafifletilebilir. Dahası, uluslararası pratikte topraksal olmayan toplulukların temsilcilerine, Avrupa Konseyi ya da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi bölgesel örgütlerde yer vermeyi önleyen hiçbir şey yoktur. Birçok Katolik devletle resmi diplomatik ilişkilerini uzun süre sürdürmüş olan Malta Şövalyelerinin Hükümran Düzeni renkli bir emsaldir ve topraklar üzerinde hukuksal yetkiden yoksun olan topluluklara diplomatik ayrıcalıklar ve dokunulmazlıklar verilmesini destekler. Modern devet yönetimi, devletlerin dışındaki topluluklarla ilişkiler yürütmek konusunda oldukça esnektir.

Örneğin Kürtlerle ilgili olarak, yumuşak bir uluslararası duruş, onlara bugünkü güç bağıntıları içinde elde etmeleri mümkün olanın en fazlasını sunabilir; Irak devletinin resmi bütünlüğünü parçalamadan Kuzey Irak’taki güvenliklerine destek olur. Buradaki Kürtlerin istikrarsız ve karmaşık bir statüsü vardır. Bağımsızlıktan ve devletlikten epey uzak, bütünüyle Türkiye’nin iyiniyetine bağlı olan önemsiz bir ulusal varoluşa sahiptirler. Irak askerlerinden arınmış, fakat BM destekli güvenlik şemsiyesince korunabildiği sürece güvenli olan bir bölgede geniş bir özyönetime sahiptirler. Türkiye, İran ve Suriye’nin Kürt bağımsızlığına muhalefeti o kadar ileri boyuttadır ki, iddiaya göre Saddam Hüseyin, bölgenin öteki devletlerinin bağımsız bir Kürt devletini hoşgörmeyeceğini bildiği için Kürtlerin ayrılmasına izin vermiştir. Türkiye’de Kürt dilinin kullanımı zar zor hoşgörülmektedir ve Kürt ulusal hakları tanınmaz. İran ve Suriye’de Kürtler baskıcı yönetimin katılıklarına maruzdurlar. Bu yüzden talihsiz Irak Kürtleri, kendilerine karşı bir soykırım savaşı yürüten bir devletin resmi kucağına mahkum edilmişlerdir. Uzun süreden beri acı çekmekte olan bu topluluğun, güvenlik ve temel ihtiyaçların sağlanması için işlevsel olacak olan topraksal düzenlemelerden vazgeçmesi beklenemez; fakat Kürt topraklarına karşılık gelen uluslararası sınırlara da meydan okumamalıdır.

Ulusal Kimlik ve Ulusal Haklar:  Eski SSCB’deki ulusçu gerilimler ve Kafkasya ile eski Yugoslavya’daki trajik savaşlar, uluslararası sınırlarla ayrılmış uluslar için ulusal hakların merkeziliğini aydınlatır. Ulusal kimlik ve vatandaşlık meseleleri, büyük bir heyecansal ve dilsel karmaşıklıkla örtülüdür. Ulusal kimlik, sık sık devlet vatandaşlığıyla karıştırılır. Bu konular, ayrı fakat birbirini kesen söylem alanlarını, sosyalpsikolojik ve hukuksal söylem alanlarını gerektirirler. Bir ulusal kimlik iddiası siyasal ve kültürel bir görüngüdür. Buna, her zaman hukuksal olarak belirlenen vatandaşlıktan ayrı bir resmiyet verilmelidir. Ulusallık ve vatandaşlıkla ilgili yasalar, ülkeler arasında zengin ve değişik kullanımlara tanıklık ederler. Büyük Britanya’nın yasaları, Birleşik Krallık vatandaşlarının hakları ile Britanya tebasının hakları arasına ayrım koyar; Britanya tebasının statüsü, kendi başına Britanya’ya yerleşme hakkını vermez. Birleşik Devetler’de bütün “uyruklar” vatandaş değildir.

Rus azınlıkların kaderi Rus siyasetinde bir sorun haline gelmiştir. Bu konu, parlamento seçimlerinde Viladimir Jirinovsky tarafından ustalıkla istismar edildi. Ulusçu eleştirmenler, “sınır ülkelerde” yaşayan Ruslara karşı ayrımcılık yapıldığı ve özelikle Orta Asya’nın yeni ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördükleri suçlamasında bulundular. Bu ayrımcılık tam vatandaşlık haklarını inkar eder, okullarda önyargıları geliştirir, Rusların mallarını ve işlerini tehlikeye sokar ve Rusları yerel dilleri öğrenmeye zorlar. Rusya’nın sınır ülkelerdeki uyruklarının korunması için geleneksel uluslararası hukukun zayıf iyileştirmeleriyle yetinmesi önerisinin, ulusçu ve yabancı düşmanı tutkularla dolu bir ülkede taraftar bulması olası değildir.

Aralık 1993’te, Bağımsız Devletler Topluluğu’nu meydana getiren 12 ülkenin liderlerinin bir toplantısında Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, eski Sovyet cumhuriyetlerinin sınırları içinde yaşayan Ruslara özel statü verilmesini önerdi. Öneri, ulusal azınlıkların haklarını garanti etmeye ve Rusya’nın dışında yaşayan Ruslara çifte vatandaşlık vermeye çalışıyordu; fakat Ukrayna ve Kazak muhalefeti nedeniyle kabul edilmedi. Birçok kişi, çifte vatandaşlığın, içinde yaşadıkları devletlerin vatandaşları olmaları statüsüne bakmaksızın Rusya‘nın müdahale etmesine yasal dayanak sağlayacağından korkuyordu. Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, Kazakistan’da yaşayan Rusların korunmasından söz etmeyi “Sudeten Almanlarını koruma sorunuyla işe başlayan Hitler”le karşılaştıracak kadar ileri gitti. Oluşan gerilimleri yatıştırmak için yumuşak bir çözüm, Rusya’nın ve komşularının çıkarınadır. Uyruklar ile vatandaşlar arasında karışık statü ayrımları, farklı türde sivil, siyasal, toplumsal ve ekonomik haklara yer açarken yapıcı bir kullanıma elverişlidir. Rusya’nın eski Sovyet devletlerine müdahale hakkını öne çıkarmaktan çok, bizzat Rusya’nın içinde diplomatik korumayı genişletmek ve ayrıcalıklar tanımak için, çifte vatandaşlıktan ayrı olarak Rus uyrukluğunun tanınması tasarlanabilir.

Eski Yugoslavya’da devletlerin, uluslara ve halklara, uluslararası sınırları kesen ortak bir  kültürel kimliği ve akrabalığı onaylama olanağı vermesi gerektiği ortaya çıkmıştır. Devletler, bir bölgede ağırlıkta olan azınlık bir topluluğun arzularını karşılamak için sınırlarını değiştirmek zorunda değildirler. Devletler, ulusal ve etnik toplulukların toplumsal hak ve yetkilerinin yanı sıra sivil haklarının meşruiyetini de kabul etmelidirler. Fakat siyasal hakların kullanılması farklı bir meseledir. Bir devlet ile vatandaşları arasındaki ilişkiyi, birbirinden ayrılmayan sadakatlerine ve karşılıklı yükümlülüklerine yerleşmiş bir ilişkiyi gerektirir.

Halkların Birliği ve Devletlerin Birliği: Uluslararası sınırlarla bölünmüş ulusal topluluklar arasında yumuşak birlik biçimleri, çıkmaza girmiş çatışmalardaki gerilimleri azaltabilir. Bu tür birlikler, farklı ülkelerin vatandaşları olan kişilere ortak bir ulusallık verebilir ve kişinin vatandaşı olduğu devletin dışında siyasal hakların kullanılmasına imkan tanıyabilir. Topraklardan çok insanları içine alan ve uluslararası sınırları olduğu gibi bırakan bir birlik biçimi, Balkanlar’daki, özellikle Kosova’daki gerilimlerin çözülmesine yardım edebilir.

Kosova’nın gizli sorunlarının irin bağlamasına izin verilemez. Arnavutluk’a sınır bu uzak Sırbistan vilayeti, yüzde 90’ı etnik Arnavut olan ve Arnavut ulusunun yaklaşık yarısını oluşturan bir nüfusa sahiptir. Vilayette Sırplarla Arnavutlar arasındaki mücadele, Yunanistan ve Türkiye’yi de içine çekebilecek geniş bir Balkan savaşını başlatma tehlikesi göstermektedir. Osmanlı Türklerinin son ayrılışından sonraki yetmiş yılda, eski Yugoslavya’daki Hıristiyan ve Müslüman ahalinin sürtüşmesi sona ermemiştir. Kosova, bir anlamda, Yugoslavya’nın parçalanmaya başladığı yerdir. 1987’de Slobodan Miloseviç burada Arnavutlara ve Müslümanlara karşı Sırp üstünlüğünü onaylayarak popülerlik kazandı.

Kosova’nın etnik Arnavutları ile Arnavutluk halkı arasında yumuşak bir sınırlı birlik biçimi, Sırbıstan’ın sınırlarını değişmeden bırakır. Bu birlik, Arnavutluk’un etnik Arnavutlara vereceği hak, yetki ve ayrıcalıklarla tanımlayabilir. Bu tür ayrıcalıkların emsalleri de vardır: İsrail’in geri dönüş yasası, göç eder etmez öteki ülkelerin Yahudi vatandaşlarına vatandaşlık hakkı ve maddi yardım verir. Arnavutluk’un güçlüğü, anlamı haklar verme kapasitesidir. Yine de sınırın her iki tarafındaki Arnavutlar arasında bu tür bir birliğin, Arnavut halkı için simgesel bir anlamı olabilir. Bu birlik, etnik Arnavutlara Arnavut “uyrukluğu” verilerek ifade edilebilir. Bu tür bir Arnavut uyrukluğu, Kosova’nın etnik Arnavutlarının Sırbistan vatandaşlığını ortadan kaldırmaz. Sırp hükümranlığını ya da Sırbistanın bölgedeki tarihsel haklarını tehlikeye sokması gerekmez.

Ulusçuluktan Öteye

Ulusçuluk sorunlarının üstesinden gelmek için yumuşak bir yaklaşım, devlet hükümranlığını aşındıran ve topraksallığın önemini azaltan köklü değişimlere de uygundur. Bu değişimler, sermayenin, teknolojinin ve enformasyonun engelsiz aktığı küresel bir ekonominin karakteristik özelliğidir. İki çelişkili eğilim —devletlerin bütünleşmesi ve parçalanması eğilimleri— aynı anda gerçekleşiyor. Devletleri daha yakın bütünleşmeye doğru iten serbest ticaret bölgelerinin yükselişi, ulusçuluğun ve etnik sürtüşmenin canlanmasını besleyen izolasyonist güçleri de kuvvetlendirmektedir. Özsaygıya ve onura susamış etnik toplulukların ve dini grupların yakınlıkkimlik tutkuları, ulusçuluğu körükler. Bu duygular, en çok, incinmiş onurlarıyla çöken imparatorlukların karanlık köşelerinde kalanlar arasında güçlüdür.

Devletleri daha yakın ekonomik bütünleşmeye zorlayan çıkarlar, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması (NAFTA), AsyaPasifik Ekonomik İşbirliği Forumu (APEC), Gümrük ve Ticaret Genel Antlaşması (GATT) ve Avrupa Birliği’nde cisimleşmiştir. İşçi ve çevreci grupların NAFTA’ya muhalefeti, dünya ekonomisinin daha fazla bütünleşmesini reddeden izolasyonist güçleri besledi. GATT antlaşmaları, bir bütün olarak, çifçi grupları gibi toplulukların geleceklerini etkileyen kararlara katılmalarını en aza indirecek şekilde sonuçlanmıştır. Her iki süreç de, belirgin bir şekilde içe dönük ve ulusçu bir eğilimle koalisyonları yarattı.

Ulusçu duyguların yükselişi ile güçlü mali ve ticari çıkarlar karşıt yönlerde akıyorlar. Bu yükselişler, geleneksel olarak kendilerine ait olan otoriteye kıskançlıkla sarılan hükümetlerin siyasal bakımdan itici güçlerine karşı gelişmektedir. Uzun süredir kendi kontrolleri altında olan insanlardan ve faaliyetlerden vazgeçmede yavaş davranıyorlar. Ulusal sınırları kesen piyasaitilimli “bölge devletler”in kendiliğinden ortaya çıkışı, hükümet eylemini ve müdahalesini daha da kısıtlamaktadır. Bölge devletler, devlet müdahalesinin en az olduğu yerlerde boy veren büyüme motorlarıdır.

Bu köklü ve çatışmalı eğilimleri —devlet hükümranlığını onaylayan siyasal ve ulusçu eğilimler, devletlerin daha geniş birliğini zorlayan ekonomik eğilimler ve devletlerin birliğini tehdit eden etnikitilimli parçalanma eğilimleri uzlaştırmak, modern devlet adamlığının merkezi görevidir. Yumuşak ulusluk biçimleri, parçalanma güçlerini uzlaştırmaya yardım edebilir. Gerekli olan şey, kendi kaderini belirlemeyi yeniden düşünmekten; öteki ulusal toplulukların dışlandığı, devletlerle sınırlı Westphalia sistemini yeniden gözden geçirmekten; 19191923’ün barış antlaşmalarını, eski doğu imparatorluklarındaki dağınık ulusal toplulukların hak iddialarını mevcut devletlerin toprak bütünlüğüyle uzlaştıran bir şemayla güncelleştirmeye hazır olmaktan; ulusal talepleri, azınlıklara mensup kişileri ve bireysel insan haklarını korumaktan daha geniş terimlerle ele almaya istekli olmaktan; özerklik ile topraksal hükümranlık arasında farklı tipte ara statüleri benimsemekten; kendi devletlerine sahip olmayan ulusal topluluklar için yeni tür bölgesel konumlar geliştirmekten fazla bir şey değildir. Bütün bunlar, çağdaş devlet adamlığının menzili içindedir.

Foreign Affairs, cilt 73, no: 3

Çev. A. Fethi

Kaynak: Serbestî: 1