1916 Yılında İngiltere’den Sir Mark Sykes ve Fransa’dan M. George Picot, Birinci Dünya Savaşının tam ortasında, o günden bu yana kendilerinin isimleriyle anılan bir anlaşma imzalamışlardı. Bu anlaşma, o döneme gelindiğinde zayıf ve hasta bir Halifeliğe indirgenmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarını aşağıdaki haritada gösterildiği üzere, tuhaf bir şekilde parçalıyordu. Ortadoğu’nun yapısı o andan itibaren belirlenmiş ve dönemin süper güçleri o günden bugüne kadar bu tuhaf belgeye yapışmışlardır.

Sykes-Picot haritasıAşağıdaki gerçek özgün haritadan da anlaşılabileceği gibi, herhangi bir devlet sınırı söz konusu değil ve ne Türkiye’nin ne de İran’ın sınırları dikkate alınmamıştır. Bu yüzden bu harita, zaten sömürgeci güçlere ait olan yerleri değil, sömürge toprakları haline getirilmesi tasarlanan bölgeleri tanımlayan bir haritadır. Ama eğer birileri bu haritanın o sıralar herhangi bir ulus-devlet oluşumu inşa etmek üzere tasarlandığına inanıyorsa, ırksal ve etnik ayırımlar dikkate alınmadan adeta cetvelle keyfi biçimde çizilen hatlar açıkça gösteriyor ki, bu haritada halkın rolü tamamen atlanmıştır. Eğer ganimet peşinde koşan bu iki lider, bölge insanlarının kimler olduğu ve hangi etnik kimliği temsil ettikleri konusunda bir parça fikri olsaydı, o zaman bu durum onların çizdikleri haritaya da yansırdı. Eğer haritadaki bu eksik ve yanlışlar kasıtlı değilse, harita bölge hakkında büyük bir bilgi ve kavrayış yoksunluğunu ve söz konusu bölgede yaşayan halklara yönelik bir savsaklamayı göstermektedir.

Tüm bunların üzerinden yüz yıldan daha az bir süre geçti ve İngiltere ile Fransa bölgenin servetinden ve alım gücünden büyük kârlar elde ederken, bölge halkları geri kaldı, kendilerini zar zor doyurup eğitebildiler. Öte yandan bu düzenlemelerde adı sanı hiç geçmeyen halk ise Kürtler oldu; bu sınır hatlarının bir sonucu olarak yaratılan yeni devletlere kol kanat takmak için Kürtlerin vatanı param parça edildi ve yine de bu yeni devletlerin daha sonra birkaç kez daha dönüştürülmesi gerekti.

Ancak Sykes-Picot anlaşmasına, biri Türkiye ile İngiltere arasında, diğeri ise Araplar ile İngiltere arasında imzalanan iki anlaşma daha eklendi. En İngilizler nezdinde, bu anlaşmalar hala da kutsallığını korumaktadır. Ayrıca İngilizler bu konuda kendi Arap uydularının çoğunluğunu ikna etmeyi de başarmışlardır. Öte yandan Fransızlar da söz konusu anlaşmaları her türlü tartışmadan muaf tutmakta ve “Uluslararası Hukuk”a eşdeğer saymaktadır. Üstelik, örtülü olarak olsa bile, Birleşmiş Milletler de bu anlaşmalara riayet etmektedir. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Hukukun, BM Sözleşmesinden, İlkelerinden, Konvansiyon ve Protokollerinden, Güvenlik Konseyi ve Genel Konseyin Kararlarından ve Uluslararası Anlaşmalardan oluştuğunu değerlendirmektedir. Milletler Birliği de tüm bunları böyle kabul etmişti ama elbette Milletler Birliği’nin yaratıcıları, dönemin galip süper güçleriydi.

Amerika Birleşik Devletleri kendi askeri, ekonomik gücünü ve yeteneklerini kanıtladığında, iki emperyalist güç olan Fransa ve İngiltere, Amerika’nın sunduğu vazgeçilmez yardımın bir ödülü olarak Amerika’ya biraz yer açmak zorunda kaldı, Amerika’ya tekrar ihtiyaç duymaları ihtimalini göz önünde bulundurarak sömürge pastasından Amerika’ya da bir pay verdi ve böylece belli bir nüfuz kazanan Amerika, bu sayede teknolojisini, bilimsel başarılarını ve ekonomik çıkışlarını hızlandırdı. Kendi eski sömürgeci efendilerinin artık gerekli izni verdiklerini bilen dünyanın birçok eski sömürgesi Amerika Birleşik Devletleri ile ilişki kurma yarışına girdi; şüphesiz bu süreç İngiltere ve Fransa’yı bir hayli rahatsız ediyordu. Ne var ki, Amerika Birleşik Devletleri komünizm ve Sovyetler Birliği tehdidine karşı konulmasında hayati bir önem arz ediyordu ve işte bu yüzden İngiltere ile Fransa gönülsüzce de olsa ABD’ye hoşgörü gösteriyordu.

Almanlarda yaratılan öfkeye atfedebileceğimiz Hitler’in yükselişi, Birinci Dünya Savaşını kaybeden ve ardından gelen İkinci Dünya Savaşında tamamen yıkıma uğrayan Almanya’ya uygulanan acımasız ve katı yaptırımlar, Ortadoğu’daki doğal kaynakları ve gelişmeye açık pazarları kontrol altına alma çabaları sömürgeci güçlere ciddi bir ders verdi ve bu derslerden çıkarılan sonuçlar, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan Rusya Federasyonu’na uygulandı. Ardından Rusya gözde uluslardan biri haline getirildi ve Amerika Birleşik Devletleri’’in ücret bordrosuna kaydedildi. Ayrıca Rusya’nın NATO’ya belli ölçüde dahil olmasına izin verildi ve Rusya gerçek bir dost olarak olmasa bile, anlayışlı ve hoşgörülü bir meslektaş olarak genel anlamda dünya işlerine dahil olmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, Rus teknolojisi ABD tarafından emilmekte ve pek çok teknolojik ve uzay keşif projeleri ortaklaşa gerçekleştirilmektedir.

Bu aynı politika Türklere de uygulandı ve Türkleri canlı ama hareketsiz tuttu, Türkiye ilerleme ve kalkınma konusunda ancak minimum düzeylerde kaldı. Ne var ki, bazı nedenlerden dolayı, Batı Irak’a tamamen farklı biçimde davranmıştır. Bence bu farklı tutumun nedenlerinden biri şudur; Irak, kendisine dokunulduğunda, tüm Arap dünyasının bu etkiyi hissedeceği tek Arap ve İslam ülkesidir. Amerikalılar iki nedenden dolayı bu olguyu umursamamışlardır; A) Arap kaynaklarına bağlı olmayan Amerikan ekonomisinin gücü, ve B) Amerika’nın küstahlığı ve namlu ucundaki diplomasisi, ne kadar yanlış olurlarsa olsunlar, Amerikalıların aynı noktaya geri dönmelerini neredeyse imkânsız hale getirmektedir.

Ne var ki, Batı Avrupalılar ve özellikle de İngiltere ile Fransa şu anda  uzlaşmaya çok daha açıktır ve liderlik yıkılıp yok oluncaya kadar ya da biri bu görevi üstlenip yerine getirinceye kadar Irak’ı “zaptetmek” istemektedirler; tabii tüm bunlar olup biterken, çok uluslu şirketlerinin önemli bir kısmında Batılıların da hisseleri olan ve Avrupa ile Güney Asya Devletleri’nin sindirim sistemi olma işlevi gören Arap ve Müslüman dünyanın gönlünü almak gerekiyor.

Geçtiğimiz altmış-yetmiş yıl boyunca İngilizler, Kürtlerin her türlü istemini ve insan haklarını boğan politikaların başlıca mimarları oldular. Irak’ın kurulmasından İngilizler sorumludur ve Kürdistan’ın kurulmasından vazgeçilmesinin vebali aynı nedenle İngilizlere yüklenmektedir. Nasıl ki İsrail’i yaratıp şimdi de İsrail’in varlığından şoke olduklarını iddia ediyorlarsa ve nasıl ki Bağımsız bir Filistin Devletinin kurulması için ellerinden geleni yapmaya çalıştıklarını iddia ediyorlarsa, İngilizler, Irak’ta Kraliyet sistemini deviren 14 Temmuz Kasım Devriminden önce, Bağdat ve onun komşuları tarafından imzalanan tüm anlaşma ve paktların perde arkasında yine İngilizler vardı.

Yüz yıllar boyunca toprak ve mülkiyet için birbirleri ile savaşmış olan iki sömürgeci güç olarak, İngiltere ve Fransa birbirlerinin can düşmanlarıdır ve birbirlerini zayıflatıp birbirlerinin ekonomik kaynaklarını ele geçirmekten çekinmezler, gerekse bu uğurda savaşırlar. Bu olgunun, son zamanlarda bu iki yaşlı sömürgeci güç arasında oynanan oyunla açıkça kanıtlandığına tanık olduk. Anglo-Sakson bir ırka mensup olan İngiltere, etnik çoğunluğu aynı olan ve hep kendi gibilerin tarafını tutacak olan ABD’ye yine de yakındır. Anglo-Fransız küskünlük onların yaptığı her şeyde açıkça görülüyor ve AB’de bile farklı taraflarda görünmelerine yol açıyor. Amerika’nın iltimasları ve sevgisi alanında İngiltere ile rekabet edemeyeceğini bilen Fransızlar hep Avrupa ulusları arasında bir sığınak aramıştır ve Britanya’yı kıta Avrupası’ndan ayıran İngiltere Kanalı’nı olduğundan çok daha büyük bir ayrım hattı haline getirmiştir. Tabii bu, İngiltere’nin ABD’ye tüm o saygının ve sevginin karşılığını aldığı anlamına gelmez. Avrupa Birliği’nin ortaya çıktığı günden bu yana, İngiltere ABD ve kendi Avrupalı komşuları karşısında nasıl davranacağını bilmemek gibi zayıflatıcı bir şizofreni yaşamaktadır.

Günümüzde nüfuslarının ve refahlarının tehdit altında olduğunu fark etmiş olan Amerikalılar, bu konuda bir şeyler yapmaya kararlı. Daha da önemlisi, Amerikalılar tüm tehditlerin, oldukça mutsuz olan ve 1916 yılında Sykes-Picot anlaşmasıyla başlayan ve Üçüncü Binyıl’da devam eden İngiliz ve Fransız politikaları tarafından haksızlığa uğratılan halklardan geldiğini de fark etti.

Bu bağlamda, Kürt sorununun odak noktasında da Sykes-Picot anlaşması yer almış ve İngilizler ile Fransızlar Kürtler için herhangi bir bağımsızlık ya da özgürlük nosyonuna yanaşmamışlardır.

Ortadoğu düzeninin olası yeni şekillenişinin beraberinde getireceği bir umut kırıntısı varsa, bu, şimdi en azından ABD’nin, bu rezil Sykes-Picot anlaşmasına riayet etmesi gerekmiyor. Amerikalılar, Ortadoğu halklarının önemli bir kısmında korkunç antiAmerikan duygularının yayılmasına, Türkiye ile Fransa’nın ABD’yi desteklemeyi reddetmesine neden olan böyle bir anlaşmaya niçin riayet etsinler ki; üstelik İkiz Kulelere ve dünyanın her yerindeki Amerikan hedeflerine yapılan saldırıları da saymıyorum. Belki İngiltere de artık Sykes-Picot anlaşmasının ölü bir belge haline geldiğini hissedebilir ve böylece yeni büyük ortağıyla yeni bir çizgiyi benimseyebilir ve bu durumda da Fransa ile Türkiye için üzülmek yerine, Kürdistan’ın kurtuluşunun da dahil olmasını umut ettiğimiz köklü değişimleri gündemine almayı daha ciddi biçimde düşünebilir.

Amerikan/Fransız/İngiliz/Türk bölünmüşlüğünün Kürtler açısından büyük bir fırsat olduğuna inanıyorum; eğer Kürt politikacıları ellerindeki kartları doğru bir şekilde oynarlarsa Kürtlerin özgürlüğe ulaşması imkân dahilindedir. Öyleyse, Sykes-Picot anlaşmasının tamamen ve sonsuza dek tarihe gömülmesini umut etmeli ve bunu dilemeliyiz. İşte o zaman, ancak ve ancak o zaman, toprak bütünlüğü denilen o kutsal, tılsımlı, sulu komedi ortadan kalkacak ve ABD dolaysız düşünerek, Yaşlı Sömürgeci Güçlerin yanında değil, özgür ulusların yanında yer almayı tercih edecektir.

KurdishMedia.com, 19 Mart 2003

* Bilgisayar Sistem Danışmanı, Dr. Araştırmacı, Yazar

Serbesti: sayı: 12, 2003