1940’lı ve 1950’li yıllarda Türkiye merkez siyasetinin gündemine oturan “General Mustafa Muğlalı Olayı”nı, TBMM tartışma tutanaklarına dayanarak yazacağız.

Nedir bu işin aslı astarı?

Gazeteci-yazar Murat Meriç bugüne kadar şöhretinden bir şey kaybetmeyen şair Ahmed Arif‘in “Otuzüç Kurşun” isimli şiirini de vesile ederek 29 Temmuz 2018 tarihli makalesinde bu trajik hadiseyi hikayeleştirip Gazete Duvar‘da yayımladı.

Birlikte bakalım:

1943 yılının Temmuz ayında Van’ın Özalp ilçesinde yaşanan hadise, en büyük utançlarımızdan. O gün, 33 kişi, 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle kurşuna dizildi. Cumhuriyet tarihinde yapılan yargısız infazların en büyüklerinden biridir bu.

Hadise çok geç ortaya çıktı ve gündemi işgal ettiği dönemde bir şiire konu oldu: Ahmed Arif’in ‘Otuzüç Kurşun’ başlıklı uzun şiiri, o yıllarda elden ele dolaştı, dilden dile yayıldı.

Zaman içinde pek çok bölümü farklı bestelerle yorumlanan ‘Otuzüç Kurşun’, ilk baskısı 1968 yılının Kasım ayında Ankara’daki Bilgi Yayınevi tarafından yapılan tek Ahmed Arif kitabı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’i kapatan şiir…

Başlangıcı, İran sınırından Türkiye’ye girerek hayvan çalanlar olduğuna dair bir habere dayanıyor. Hadise başta ‘sivil’ yollardan halledilmeye çalışılıyor ancak çözülemiyor.

Van-Özalp kaymakamı Hilmi Tuncel’in himayesinde ‘görev’e başlayan kimi çetelerin olaya el koyması gerginliği artırıyor, zira bu çeteler sınırı geçerek iki bin koyunluk bir sürüyü Türkiye topraklarına getiriyor. 

Tuncel’in bu sürüyü iade etmemesi üzerine İran tarafındaki aşiret reislerinden Mehmedi Misto, Özalp’a geliyor ve 500 koyunla dönüyor. Genelkurmay, bu noktada devreye giriyor:

  1. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın katliam emrini vermesi, son nokta.

Kaymakam Tuncel’in orduyu çağırırken bahanesi enteresan:

‘Rus askerleri sınıra dayandı.’

Kendi başarısızlığını bir yalanla örtmeye çalışıyor. Sonradan yaşanan gelişmeler biraz da bunun ışığında gerçekleşiyor. Aralarında bir kadınla 11 yaşında bir çocuğun bulunduğu 33 kişi, biraz da sınırın öte tarafında beklediği söylenen ‘düşman’a gözdağı vermek üzere gözaltına alınıyor. 

İçişleri Bakanlığı tarafından olayı kontrol etmek üzere gönderilen (sonrasında Ankara Valiliğine atanan) müfettiş Mehmet Avni Doğan, konuştuğu tutukluların suçsuz olduğuna hükmederek Muğlalı’nın emrine itiraz ediyor ancak engelleyemiyor. Müfettişi tehditlerle susturan Muğlalı, köylülerin casusluk yaptığını söyleyerek katliam emrini uygulamaya koyuyor. 

33 kişi, 28 Temmuz günü (kaynakların bazılarında 30 Temmuz olarak geçer) Yukarı Koçkıran köyü sınırındaki Sefo Deresi (Kürtçesi Geliyê Sefo-F.B.) mevkiinde iki müfreze tarafından kurşuna diziliyor…

Yaşananlar bir yana, hadiseye dair en büyük utançlardan biri, sonrasındaki örtbas etme çalışmaları. Hadise, askerî raporlara ‘çatışma’ olarak yansıtılıyor: Kurşuna dizilenlerin askerlere saldırdığı söyleniyor ve yaşanan çatışma sonucu öldürüldüklerine dair bilgiler, tanıklıklarla rapora yerleştiriliyor. 

Dahası da var: İzleri örtmek için Sefo Deresi ablukaya alınıyor; o günden sonra kimsenin bölgeye yaklaşmasına izin verilmiyor. Üstelik durum hâlâ böyle: Yakın zamanda, katliamla alakalı bir film çekmek için bölgeye giden ekibe jandarma tarafından izin verilmedi.

Enteresandır, hadiseyi ortaya çıkartan ve Muğlalı’nın yargılanmasını sağlayan, yeni iktidara gelmiş Demokrat Parti. Yapılan etkin muhalefet kapsamında meclise bir soru önergesi veriliyor ve yapılan tahkikat sonucu yargı yolu açılıyor. Hadiseyi meclise getiren, Ahmed Arif’in ‘süt dayımız’ diye andığı Diyarbakır milletvekili Mustafa Ekinci. Şairin mevzuya alakası biraz da buradan… 

…Mustafa Muğlalı’nın 1947 yılında emekli olduğu bilgisini vereyim. Hadisenin gündeme gelmesinden sonra yapılan yargılama sonucunda idam cezası alan Muğlalı, yaşı göz önünde bulundurularak hapishaneye gönderildi. Askerî Yargıtay’ın kararı bozması üzerine ikinci yargılamanın yolu açıldı ancak Muğlalı bunu göremedi: 11 Aralık 1951’de geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.

‘Otuzüç Kurşun’, en yaygın Ahmed Arif şiirlerinden. Şair, şiiri, Zahir Güvemli’nin Hürriyet’te yayımlanan bir haberinden sonra yazmaya karar verdiğini söylüyor:

‘(…) Okudum, başım döndü. Ondan sonra da basın yasağı geldi. 20-30 yıl da sürdü bu yasak.’ 

Her ne kadar hadiseyi gündeme getiren isim akraba olsa da (Ahmed Arif’in) mevzu hakkında bilgisi kıt. Bir yandan öğrenmeye çalışıyor, diğer yandan bunu nasıl şiire aktaracağını düşünüyor, bulamıyor:

‘Nasıl yazılır? Bunun tiyatrosu olur, hikâyesi olur, romanı olur.’

Bunları düşünüyor ama yılmıyor. Alıyor eline kâğıdı kalemi, yazıyor da yazıyor. Kolay olmuyor elbette, ‘destan’ın tam anlamıyla ortaya çıkışı yıllarını alıyor…

‘Bu dağ Mengene dağıdır’ dizesiyle başlayan ilk bölümü Onur Akın besteledi. Şarkı, 33 Kurşun adıyla Grup Baran’ın ilk albümü Yediveren’de yer aldı. Rahmi Saltuk ve Cem Karaca, şiiri aynı isimle söyleyenler. 

Cem Karaca yorumu önemli, zira 1988 yılında yayımlanan Töre adlı kasetin ikinci yüzünü açan bir şarkı bu. Oldukça uzun. Şiirin 5 numaralı bölümüyle başlıyor, 3 numaralı bölüme bağlanıyor. 

Aradaki geçişte Selahattin Çelikses tarafından okunan bir ezan var ama bu sonrasında ‘sakıncalı’ bulunmuş olacak ki plak şirketi kaseti CD ve plağa aktarırken bu bölümü çıkarttı, sonraki kaset baskıları ‘ezansız’ yapıldı. Oğuz Abadan tarafından yapılan bu beste, ilerleyen yıllarda Hasret Gültekin tarafından da yorumlandı.

Şiirin en bilinen bölümü, 3 numaralı bölüm. Bilinme sebebi, ’70’li yılların hemen başında yapılan, çok popüler olan, sonrasında Esin Afşar ve Can Bonomo tarafından da seslendirilen Fikret Kızılok bestesi:

Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun…

Hemen ardından gelen dizeler, 1979 yılında yayımlanan Zülfü Livaneli albümü Atlının Türküsü’ne ‘Kirvem’ adıyla girdi:

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki…

‘Otuzüç Kurşun’, sadece Türkçe değil, yaratıldığı coğrafyanın dilinde de söylendi: Ciwan Haco, şiiri ‘Sî û Sê Gûle’ albümünde Nedim Hekari tarafından çevrilmiş Kürtçe sözlerle seslendirdi. Şiirin en etkileyici yorumlarından biri bu…

Yazar Meriç’in anlattıkları buraya kadar. Şimdi de tarihi trajediye yol açan resmi uygulamanın hangi siyasi saiklerin sonucu olduğuna bakabiliriz.

Ek olarak gazeteci-yazar Günay Aslan, alan çalışması yapmak suretiyle olayı “Yas Tutan Tarih” adıyla kitaplaştırmasından ötürü 1993’te tutuklandı.

İki yıl sonra sonra salıverilince yurtdışına çıkıp mülteci oldu. Günay, ayrıca bu konuda belgesel yapıp yayımladı.

Hadisenin arka planı ve belgeler

Bu husustaki temel kaynağımız, Barış Ertem’in 2012 tarihli doktora tezi: Türkiye’de “Kürtçülük” 1950-1984 (Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı, İstanbul).

Yorumlarından bilhassa “Kürtçü akımlara” karşı mücadeleden yana olduğu izlenimi veren ve kimi noktalarda maddi hatalar yaptığı gözlenen Ertem, ayrıntılı çalışması sırasında başta TBMM Celse Zabıtları (Oturum Tutanakları) olmak üzere o tarihte kayda geçen veya sonradan haber, kitap ve makale konusu olarak ele alınan çeşitli kaynaklardan yararlanmıştır.

Tarih sırasına göre başlayalım:

Umumî Müfettişlik uygulaması 1928 tarihinde başlatılmış bir uygulamadır. Birinci Umumi Müfettişlik, Diyarbakır merkez olmak üzere Bitlis, Ağrı, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Urfa ve Van illerini kapsayan bölgeden sorumlu olarak, 1 Ocak 1928 tarihinde kurulmuştur. Birinci Umumi Müfettişlik görevine ise Diyarbakır Milletvekili İbrahim Tali (Öngören) getirilmiştir.

Umumî Müfettişliklerden üçünün görev ve yetki bölgesi doğrudan Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeler olduğundan, faaliyette oldukları dönemde bu kurumların Kürtlerin yaşamları üzerinde önemli etkileri olmuştur. Genel olarak ifade etmek gerekirse, 1930’lu yıllar boyunca Umumî Müfettişliklerin gündeminde en üst sıraları siyasî Kürtçülük, kaçakçılık ve güvenlik konuları işgal etmiştir…

Dönemin İktisat Vekili Celal Bayar, 11 Eylül 1936’da başlayan, Kars, Ağrı, Erzurum, Elazığ, Van, Muş, Siirt, Diyarbakır, Malatya illerini kapsayan ve 21 Ekim 1936 günü biten seyahatinden sonra kaleme aldığı ‘Şark Raporu’nda şu noktalara dikkat çekmiştir:

  1. Doğu illeri, Cumhuriyet dönemine kadar hâkimiyet altına alınamamıştır. Bu zamana kadar hâkimiyet altına alınıp düzenin sağlanamadığı bölgenin disiplin altına alınmak istenmesi sorunlara neden olmuştur. Devlet, bölgeye yerleşememiştir. 
  2. Bölgedeki isyancılar cezalandırılmalıdır. Ancak suçlu suçsuz ayrımı yapılmadan, bölge halkı topyekûn cezalandırılmamalıdır. 
  3. Kürt oldukları için bir kısım vatandaşlar okutturulmamakta ve devlet işlerine karışmaları engellenmektedir. Bu vatandaşları anavatana bağlamak için nasıl bir yol izleneceği de bilinmemektedir. Bunu sağlayacak idarî yapılanma sağlanmalı ve bu vatandaşlar anavatana bağlanmalıdır. 
  4. Cumhuriyet, Şarkta yeterince anlaşılamamıştır. Devlet memurları bu konuda atalet içerisindedir. 
  5. Bölgedeki vatandaşların toprak sahibi yapılmaları, üretim imkânlarını geliştirmek için kredi kolaylıkları sağlanması ve ürünleri satabilecekleri mekanizmaların kurulması onları anavatana bağlayacaktır. 
  6. Devletin bölgede dayanacağı en önemli kuvvet ordu ve jandarmadır. Bu iki kuvvet disiplinli ve modern zihniyette olmalıdır. 
  7. Bölgedeki hükümet binalarının durumu kötüdür. Yenilenmeleri gerekmektedir. Şeyh Said ve Ağrı İsyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük ihtirasları bölgede karşılıklı olarak tırmanışa geçmiştir. 9. Bölgeye iyi yetişmiş idareciler gönderilmelidir…

Doğu ve Güneydoğu’da yumuşama ve siyasi faaliyet:

Öte yandan:

…Celal Bayar, Demokrat Parti’nin kurulması aşamasında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Çankaya’da birkaç kez bir araya gelerek yeni parti meselesini görüşmüştür. Bu görüşmelerden birinde, partilerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da teşkilâtlanması konusu da açılmıştır. 

İsmet İnönü, yeni partinin bu bölgelerde teşkilatlanmasına karşı olduğunu söylemiş ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin bölgedeki teşkilâtlarını lâğvetmesi karşılığında Demokrat Parti’nin bölgede teşkilât kurmamasını istemiştir. İnönü, bölge halkının ‘vuruşkan ve ateşli’ kimseler olduklarından particiliğin bölgedeki millî birliği bozmasından endişe duyduğunu ifade etmiştir…

Adnan Menderes, 1946 Genel Seçimleri için 17 Temmuz günü gittiği Aydın’da, İsmet İnönü’nün Bayar’a ilettiği bu talebi halka açıklamış; Doğu ve hudut vilâyetlerinde teşkilât kurmamaları ve köylere asla uzanmamaları şeklinde telkinler aldıklarını söylemiştir.
Aslında Demokrat Parti’nin kurulması ve İsmet İnönü’nün hızla genel seçimlerin yapılması kararını almasıyla gerçekleşen 21 Temmuz 1946 Genel Seçimleri sırasında iki partinin de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da etkili teşkilâtları yoktur…

Doğu ve Güneydoğu’daki “…CHP teşkilâtlarını denetleyen İnönü, bölgedeki teşkilâtların yeniden kurulması ya da iyileştirilmeleri gerektiği” yönündeki değerlendirmesini, CHP’nin 1947 yılında düzenlenen 7. Kurultayı’nda ifade etmiştir:

Yalnız Cumhuriyet devrinde, bazı Doğu bölgelerimizde her biri bir sefer sayılabilecek on kadar harekât olmuştur. Eskiden gelen ve türlü anlaşmazlıklar yüzünden yeniden çıkan bu olayların her birinde; hesapsız insan, mal ve para kaybettik…

Yerinde tetkikler yapıp kendimce ehemmiyetli saydığım tehlikeleri önlemek çarelerini aramak istedim. En az on vilâyetin karşılıklı siyasi teşekkülleri ve şahsiyetleriyle temas ettim. Şimdi siyasî partilerin Doğu b

1947 yılında, devletin diğer kurumlarının bölgeye ve Kürtlere bakışında da benzer bir değişim dikkat çekmektedir.

Maliye Müfettişi Burhan Ulutan’ın bölge hakkında hazırladığı ve aynı yıl içerisinde Maliye Bakanlığı’na sunduğu “Cenup Şark Anadolu Hakkında Bazı Notlar” başlıklı rapor, bu değişimin önemli bir örneğidir:

…Devlet olarak, yarın acı bir ihtimalle karşılaşmak istemiyorsak, birkaç bin kişilik jandarma ve ordu mevcudiyeti ile buraya hâkim olunamayacağını, yerli halkla anlaşmak ve onları bağrımıza basmak ve aramıza karıştırmak mecburiyetinde bulunduğumuzu hatırlarımızdan çıkartmamalıyız. 

…Hakikatleri açıkça görmek ve ifade etmek yöneticilerin en önemli görevidir. Kendi vatanımızda, kendi kardeşlerimiz arasında adeta bir müstemleke devleti gibi yaşamamızın, silâh kuvvetiyle halka hâkim olmaya çalışmamızın sebepleri üzerinde ısrarla durmak, bunları bertaraf etmeye çalışarak vazifeye başlamak hedefimiz olmalıdır…

 DP, teşkilâtı olmadığı için 1946 Seçimlerine katılamadığı Kars, Mardin, Muş, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Malatya, Siirt ve Van’da teşkilâtlarını kurarak bu illerde seçime katılmıştır.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerindeki seçim sonuçları, son zamanlarda yaptığı reformlarla bölgedeki üstünlüğünü koruyabileceğini düşünen Cumhuriyet Halk Partisi açısından beklediği gibi olmamıştır. 

DP, bölgeden 43 milletvekili çıkartırken CHP ise 37 milletvekilliği kazanmıştır. Bir bağımsız aday da Mardin’den Meclis’e gönderilmiştir.

1946 Seçimlerinde bölgeden hiç vekil çıkartamayan DP’nin 43 vekil çıkartması, son seçimlerde 74 vekil çıkartan CHP’nin ise 37 vekilliğe düşmesi, bölge oylarının Demokrat Parti’ye doğru kaymaya başladığının göstergesidir.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu açısından, 1950 Seçimlerini tek partili dönemde yapılan seçimlerden ayıran önemli bir nokta, seçilen vekillerin bölgede doğmuş kişiler ya da mecburi iskânla Batı’ya nakledilmiş bazı ailelerin mensupları olmalarıdır. 

Partiler, bölge halkının oylarını çekebilmek için geçmiş dönemlerden farklı olarak bölgeden gelen Kürt kökenli isimleri aday göstermişlerdir.

1950 Seçimlerinde bölgeden Meclis’e gönderilen 81 vekilden yalnızca 13’ü bölge dışındandır. 

Böylece Kürtler, 1950 Seçimlerinden sonra Meclis’te daha fazla temsil imkânı bulmuşlar, taleplerini, fikirlerini ve siyasî düşüncelerini zaman zaman etnisite üzerinden de Meclis’e taşıyabilmişlerdir…

Meclis’te Kürtlerle ilgili tartışmalardan bir örnek:

…Seçim sonuçlarıyla ilgili öne çıkan ilk tartışmalardan birisi Kars’ta yaşanmıştır. Kars’taki 10 milletvekilliğinin hepsini Cumhuriyet Halk Partisi kazanmıştır. CHP’nin bu ilde aldığı oy oranı yüzde 58,5’tir.

Seçimlerden hemen sonra, 20 Mayıs 1950 tarihinde, Demokrat Parti’nin Kars İl Teşkilâtı’nın Başkanı İsmail Hakkı Alaca, Yüksek Seçim Kurulu’na bir dilekçe göndererek Kars’taki seçim sonuçlarına itiraz etmiş; CHP’nin Kars’ta seçimlerden önce ‘İnönü’nün kendisi Kürt olduğundan daha önce sürülmüş olan Kürtleri yerlerine geri getirdiğini; ‘Celal Bayar’ın ise Türk olduğu için seçimleri kazanırsa Kürtleri keseceği ve süreceği’ şeklinde propaganda yaptığını iddia etmiştir.

…TBMM’de Kürtlerle ilgili yaşanacak tartışmaların ilk örneklerinden biri, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1951 yılı bütçesiyle ilgili görüşmelerde yaşanmıştır.

Mesela Demokrat Parti (DP) Gümüşhane Milletvekili Kemal Yörükoğlu şöyle konuşmuştur:

Muhterem arkadaşlarım, yıllarca sabık Halk Partisi (eski CHP) iktidarının zulüm ve itisafına uğramış bulunan, vatandaşları bir müstemleke muamelesinden başka bir şey tatbik edilmemiş ve reva görülmemiş bir bölgenin çocuğu olmasa idim, yalnız teşekkürle iktifa edip kürsüyü terk ederim.

CHP’li Tunceli Milletvekili N. S. Sılan, partisine sunduğu istifa metnini DP yanlısı Zafer gazetesinde yayınlamıştır. Buna göre:

Tunceli bölgesinden milletvekili olan Sılan’ın kuraklık sorununa çare için müracaat ettiği CHP’li bakan, kendisine, ‘Senin Kürtler mi, ölsünler!’ cevabını vermiştir.

Muğlalı Olayı ve 33 Kurşun:

Orgeneral Mustafa Muğlalı olayının ayrıntılarını da Barış Ertem’in çalışmasındaki ilgili bölümlerden alıntılayarak ele alacağız:

Gerçekleştiği dönemden (Temmuz 1943’ten) beri Kürt siyasetinin en önemli tartışma konularından birisi olan ve güncelliğini koruyan bu olay, Diyarbakır Milletvekili Mustafa Ekinci’nin 1956 yılındaki deyimiyle:

‘Şarklıların büyük derdi ve ıstırabıdır.’

1943 yılında Sovyet-İngiliz ortak işgali altında bulunan İran’da, Türkiye sınırına yakın bir bölgede, Sovyet destekli bir Kürt otonom (özerk) yönetimi kurma girişimleri devam etmektedir. Mahabad Bölgesinde genişlemekte olan bir Kürt ayaklanması vardır.

Van-Özalp, bu gelişmelerin yaşandığı bölgenin sınırında bulunmaktadır. Dolayısıyla sıcak bir bölgedir ve bölgede sık sık sınır ihlâlleri, istihbarat-karşı istihbarat amaçlı faaliyetler ve kaçakçılık olayları meydana gelmektedir. 

O tarihte bu bölge, Türkiye’nin güvenliği açısından çok hassas bir noktadadır… Bunların yanında sınırdaki kaçakçılık hareketlerine kaçakçılıkla misilleme yapan bazı ‘çeteler’ de bulunmaktadır. İddiaya göre, bu çetelerden biri, dönemin İçişleri Bakanı Recep Peker’in de onayı alınarak kurulmuş ve silâhları jandarma tarafından verilmiştir. 

Bu çeteyi kurma fikri ise, Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Özalp Jandarma Kumandanı Yüzbaşı Vasfi Bayraktar ve Hudut Tabur Kumandanı Binbaşı Şükrü Tüter’e aittir. Hilmi Tuncel’e bu çetenin dağıtılması emri verilmiştir. Ancak çıkarı olan Hilmi Tuncel, aldığı emri yerine getirmemiştir…

1950 Seçimleriyle Meclis’e giren Kürt kökenli milletvekilleri, yargı süreci devam etmekte olan Orgeneral Mustafa Muğlalı Davası’nı tekrar Meclis’e taşımışlardır…

Davaya konu olan hadisenin seyri şöyledir: İran’daki bir Kürt aşiretinin ileri geleni olan Mehmedi Misto’nun, (çeteler tarafından İran’dan Van tarafına kaçırılan 2000 kadar koyununa misilleme olarak-F.B.) sınırdaki karakolları aşarak Özalp’e 1,5 kilometre mesafedeki hayvanları İran’a kaçırması, sınır güvenliğinden sorumlu görevlileri telâşlandırmıştır. 

Bu durumu üstlerine açıklayamayacaklarını bilen Kaymakam Hilmi Tuncel, olayı saptırarak Van Valiliği’ne ‘Rus birliklerinin sınırı ihlâl ederek Özalp yakınlarına kadar geldiklerini’ rapor etmiştir. Binbaşı Şükrü Tüter de, olayı komutanlarına aynı şekilde yazılı bildirmiştir.

Üstlerinin Hilmi Tuncel ve Şükrü Tüter’in bu raporlarına inandıkları, hatta olayın daha da saptırılarak rapor edildiği, emekli General Kenan Esengin’in yıllar sonra yazdığı kitabında ‘Bir Rus topçu yüzbaşısıyla askerinin Türk sınırını geçmek isterken çatışmada vuruldukları’ şeklinde kayda geçmiştir.

Kaymakam Hilmi Tuncel ve Binbaşı Şükrü Tüter, olayı bu şekilde rapor ettikten sonra hem Mehmedi Misto’nun sınırı geçerken Türkiye’deki akrabalarından yardım aldığını düşünmüşler, hem de olayı daha da saptırarak kendi suçlarını örtebilmek için Mehmedi Misto’nun Özalp’teki birkaç akrabasını gözaltına almaya karar vermişlerdir. 

O sırada olayı öğrenen ve durumdan yararlanmak isteyen Arzuhalci Rıfat adındaki bir şahıs, bazı arazi ihtilâfları ve kişisel sorunlar yaşadığı Mehmedi Misto’nun uzak-yakın 40 akrabasını ihbar etmiştir. 

Kaymakam Hilmi Tuncel, bu 40 kişilik listeyi Van Valisi Hamit Onat’a bildirerek tutuklanmaları için izin istemiştir. Valinin izin vermesi üzerine bu 40 kişiden 38’i gözaltına alınmış ve Özalp Sulh Mahkemesi’ne sevk edilmiştir… 

Aynı günlerde Genelkurmay Başkanlığı, Hilmi Tuncel ve Şükrü Tüter tarafından verilen raporları dikkate alarak Van’ın Özalp kazasında sınır güvenliğinin kalmadığı sonucuna varmış ve Erzurum’da bulunan 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’yı durumu incelemesi için görevlendirmiştir. 

İnceleme emrini alan Mustafa Muğlalı, 24 Temmuz 1943 günü Özalp’e gitmiştir. Muğlalı, olayla ilgili olarak 33 kişinin tutuklandığını bu kişilerin yakınlarının kendisinden yardım istemesi sonucu öğrenmiştir. 

O dönemde Van’da görev yapmakta olan ve Muğlalı’yı Özalp’te karşılayanların arasında yer alan Doktor Binbaşı Reşit Ersezer, sonraki gelişmeleri şöyle anlatmıştır: 

‘(…) İki gün sonra Mustafa Muğlalı geldi. Muğlalı otomobilden iner inmez etrafını köylü kadınlar alarak dilekçeler verdiler. Bunlar, toplatılanların kadınları ve kızlarıydılar. Muğlalı, ilk defa bu sırada toplatılma olayını öğrenmiş oluyordu. 

Askerî gazinoya girince bu olayın ne olduğunu sordu. Vali, kendisine izahat verdi ve ‘bunlar çapulculara yataklık yapan ve sürülerimizin kaçırılmasına yardım eden kimselerdir. Kendilerini toplattık, sorgularını yapacak ve suçlu olanlarını ağır cezaya vereceğiz’ dedi.

Muğlalı, bunun üzerine ‘Sorgu ve mahkeme de ne oluyormuş, hepsini öldürtün, diğerlerine ders olur’ dedi. Kaymakam ve vali göz göze bakıştılar ve ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Bunlar, olayın bu suretle sonuçlanacağını daha evvel tahmin etmemişlerdi.

Orgeneral Mustafa Muğlalı

Bu sırada gözaltına alınan 38 kişi mahkemeye çıkartılmış, mahkemenin 5 kişi dışında diğerlerini suçsuz bulması üzerine 33 kişi serbest bırakılmıştır.

Van Valisi Hamit Onat da, Muğlalı’nın sözlerinden paniğe kapılarak Diyarbakır’da bulunan Umumi Müfettiş Avni Doğan’ı aramış ve Van’a gelmesini rica etmiştir.

Avni Doğan, müdahale etmek istemişse de Mustafa Muğlalı, “Sen bu işe karışma, ben bu emri yüksek yerden aldım, icap ederse seni bile yok ederim” diyerek bu kişilerin tekrar gözaltına alınmalarını istemiştir.

Muğlalı, ayrıca Tümen Komutanı Tümgeneral Rasim Saltuk’a, gözaltına alınacak tutukluların tabur tarafından emniyetten teslim alınarak sınıra götürülmelerini emretmiştir.

Bunun üzerine, serbest bırakılmış olan 33 kişi tekrar gözaltına alınmıştır.

Gözaltına alınanlardan yalnızca biri, Mehmedi Misto’nun kızı Zühre serbest bırakılmış, diğer 32 kişi güvenlik kuvvetlerinin nezaretinde İran sınırına götürülmüşlerdir.

…Mustafa Muğlalı da olayı Genelkurmay Başkanlığı’na aynı şekilde rapor etmiştir. Bu raporlara göre; sınıra götürülen 32 kişinin burada kaçakçılık için kullanılan gizli yolları gösterirken sınırın diğer tarafından ateş açılması, Türk birliklerinin ateşe karşılık vermesi ve bu sırada askerlerin hayvanlarıyla İran’a kaçmaya çalışması sonucunda, bu 32 kişi iki ateş altında kalarak ölmüştür.

32 kişinin katledilmesi sırasında yaralı olarak İran’a geçmeyi başaran İbrahim Özay, 20 Aralık 1943 tarihinde Meclis’e gönderdiği dilekçede, “Raporun gerçeği yansıtmadığını ve sınıra götürülen kişilerin yolsuz emir üzerine kurşuna dizilmek suretiyle öldürüldüklerini” ifade etmiştir.

(2)

“33 Kurşun” hadisesi Meclis’te nasıl tartışıldı? Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın yargılanma sürecinde neler yaşandı? Muğlalı olayında neden İnönü suçlandı?

“Muğlalı Olayı”na kaldığımız yerden, Barış Ertem yazısı ve TBMM tutanakları ile devam edeceğiz.

Resmi raporları yadsıyan ifadeler:

32 kişiyi teslim alan taburda doktor olarak görev yapan Binbaşı Reşit Ersezer, “Bu 32 kişinin öldürülmek amacıyla teslim alınarak sınıra götürüldüğünü, emrin Muğlalı’dan geldiğinin de taburda bilindiğini” iddia etmiş ve şöyle demiştir:

Bu kez toplatılan 33 kişidir. Tabur komutanı, tümenden aldığı emir üzerine, 7. Bölük Kumandanı Yüzbaşı Vahdi’yi çağırıyor ve tutukluların hududa götürülerek öldürülmelerini emrediyor. Fakat Vahdi Yüzbaşı tecrübeli bir askerdir ve Askerî Ceza Kanununda ‘Kanunen suç olan emirler yapılamaz’ diye bir madde vardır. Binbaşıdan yazılı emir istiyor. Binbaşı da tecrübelidir. Yazılı bir emir vermesine imkân yoktur…

O dönemde askerlik hizmetini asteğmen olarak yapmakta olan Bilal Bali de bu 32 kişiyi sınıra götüren görevlilerin arasındadır.

Bilal Bali, Muğlalı tarafından verilmiş olan emri doğruladıktan sonra şunları anlatmıştır:

Bölük komutanımız Üsteğmen Hasan Tuncay, daha bölük Van’da iken izinli olarak ayrılmış bulunduğundan, bölüğün sevk-idaresi 1. Takım Komutanı olan arkadaşım Teğmen Necdet Bilgez’e verilmişti. Bölüğümüzün mevcudu 80 kadardı. 

Bize verilen yazılı emirde, tutuklu olan bu şahıslar Yzb. Vahdet Yüzgeç tarafından kaymakamlıktan teslim alınacak ve Hasankaleli çavuş ve erlerden kurulu iki manga refakatinde Çilli mevkiine götürülüp gizli giriş ve çıkış yerlerinin tespiti istenecek, şayet kaçmaya teşebbüs ederlerse üzerlerine ateş açılacaktır mealinde idi. 

Emir gereğince, 30 Temmuz 1943 sabahı bu şahıslar, Yzb. Vahdet Yüzgeç’in son anda hastalık bahanesiyle gelmemesi yüzünden, T.K. tarafından verilen emir üzerine ben ve Teğmen Necdet Bilgez tarafından kaymakamlıktan teslim alınarak emniyet tertibatı alınmış bulunan Çilli mevkiine götürüldüler.

11 ve 21 kişilik iki kafile halinde İran hudut taşı üzerinde Bölük K. Vekili Teğmen Necdet Bilgez’in (gerek mahkeme ve gerekse tahkikat dosyalarında mevcut zabıtlarda da belirtilmiştir) komutanı Teğmen Ekrem’in yanında hâkim bir tepeden kılıçla verdiği ateş emri üzerine, her iki manga tarafından çapraz ateş ile öldürüldüler.

Jandarma Karakol Komutanı Gedikli Çavuş Ali Saber’den, Teğmen Necdet Bilgez ve Asteğmen Seyit Bilal Bali tarafından 30 Temmuz sabahı saat 3.30’da teslim alınan ve biri serbest bırakılan bu 32 kişinin sınıra götürülmesinin ardından, yine 30 Temmuz 1943 akşamı Hudut Tabur Komutanı Şükrü Tüter tarafından Özalp Kaymakamlığı’na gönderilen yazıdaki bu 32 kişinin sınırda çıkan çatışmadan yararlanarak kaçmaya çalıştıkları ancak iki ateş arasında kalarak öldükleri bilgisi verilmiştir.

Bu arada İsmet İnönü‘nün, olaydan sonra Erzurum’a gittiğinde Orgeneral Mustafa Muğlalı ile bir araya geldiği ve “Muğlalı Şarkın kralıdır. Ben onun burada bulunması sayesinde müsterih ve rahat uyuyorum” dediği iddia edilmektedir.

Olay hakkında Meclis’teki tartışmalar:

Mevcut dava o günün koşullarında bir şekilde ötelenip üstü örtülmeye çalışıldıktan sonraki gelişmelere de bakalım:

1943 yılında Meclis’e dilekçeyle bildirilen olay, yaklaşık 5 yıl bekletildikten sonra 3 Aralık 1948’de Demokrat Parti Eskişehir Milletvekili İsmail Hakkı Çevik tarafından gündeme getirilmiştir. Demokrat Parti’nin 5 yıldır komisyonda bekletilen bu konuyu gündeme getirmesinde, yukarıda da belirtildiği gibi çok partili sistemde bölgedeki Kürt oylarının önem kazanmış olmasının etkisi büyüktür.

Demokrat Parti, 1946 Seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan vekil çıkartamadığı için konu gündeme bölge dışından bir vekil tarafından getirilmiştir. 1950 Seçimlerinden sonra ise bölgeden 43 milletvekilliği kazanan DP’de konuyu Meclis’e Kürt kökenli milletvekilleri taşıyacaklardır.

İ.H. Çevik, Meclis’e konuyla ilgili şu soru önergesini sunmuştur:

1942 yılında, 33 Türk vatandaşının Polis Vazife ve Selâhiyet Kanunu’nun hâlen mülga 18. maddesi hükmüne dayanılarak gözaltına alındıkları, sonradan da hududa sevk olunan bu şahısların Özalp Kaymakamı ve Jandarma Komutanı tarafından, mahkeme kararı olmadan, kitle halinde kurşuna dizilmiş oldukları, Yüksek Meclise vâkî şikâyetlerden anlaşılmıştır.

Böyle bir hâdisenin vuku bulup bulmadığının, vuku bulmuş ise fâilleri hakkında ne gibi bir muamelenin yapılmış olduğunun Sayın Başbakan tarafından sözlü olarak cevaplandırılmasını arz ve teklif ederim.

Çevik’in sorusunu yanıtlayan Millî Savunma Bakanı Hüsnü Çakır, Özalp ilçesi sınır bölgesinde 32 kişinin ölümü ile sonuçlanan böyle bir olayın gerçekleştiğini doğruladıktan sonra, “Askerî şahısları ilgilendirdiğinden olay hakkında askerî makamlar tarafından soruşturma başlatıldığını ve soruşturmanın sonuçlanmasının ardından gereken hukukî işlemlerin yapılacağını” söylemiştir.

1950 Seçimleri yaklaştıkça, Demokrat Parti’nin Muğlalı Olayı’na ilgisi de artmıştır. 1949 yılının Ocak ayında, konuyu Meclis’e taşıyan dilekçeyle ilgili Dilekçe Komisyonu Raporu tamamlanmıştır.

Meclis’in 19 Ocak 1949 tarihli birleşiminde sunulan rapor üzerine söz alan Demokrat Parti Kayseri Milletvekili Fikri Apaydın, 1924 Anayasası’nın “Cana, mala, ırza, konuta hiçbir türlü dokunulamaz. Eziyet, zoralım ve angarya yasaktır” şeklindeki 71 ve 73. maddelerini hatırlatarak sözlerine başlayıp şöyle devam etmiştir:

Dilekçe Komisyonu Raporundan anlaşılıyor ki Komisyon olayı yeterince ciddiye almamış ve gerekli araştırmalar yapılmamıştır; konu gerekli makamlardan sorulmamıştır. Dolayısıyla TBMM İçtüzüğü’nün 177. maddesine dayanarak Meclis soruşturması başlatılmasını talep ediyorum.

Barış Ertem, Apaydın’ın konuşmasında geçen bir noktaya da dikkat çekiyor:

Apaydın’ın konuşması, Demokrat Parti’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu politikasının tek parti döneminden farklı olacağının ve tek parti döneminde yaşanmış benzer olayların “hesabının sorulacağının” bir vurgusu olarak önemlidir:

Bir devrin; tek parti sisteminin taşıdığı zihniyetin karakteristik bir misali olmak üzere arza şayan olarak bu hâdisenin üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Vatandaşın hayat hakkının bahis mevzuu olduğu bir meselede keyfiyete ıttıla edildiği halde nasıl sâkit ve samit kalmak suretiyle, yine de kalp ve vicdan huzuru içerisinde, sırası geldiğinde en heyecanlı ve millî hislerle dolu olarak vakit geçirildiğini nazarlarınızda canlandırmak, ilerisi için memleketin selâmeti ve milletin menfaati namına hareket hattımıza bir veçhe ve istikamet vermek bakımından da dikkate değer bir keyfiyettir.

Anayasa ile hayat hakları emniyet altına alınmış olan vatandaşların can güvenliklerinin bulunmadığını gösterecek derecede ve ihmal sınırlarını aşan bu olaylar karşısında CHP Hükümetlerinin duyarsız kalmıştır. En basit suçlarda bile 24 saat dolmadan harekete geçerek gereken tedbirleri almakla görevli olan yetkililerin, 32 kişinin ölümüyle sonuçlanan bu olayda beş yıl boyunca hareketsiz kalmalarına bir anlam veremiyorum. Yoksa öldürülen bu insanlar vatandaş değiller miydi?

Fikri Apaydın’dan sonra söz alan Dilekçe Komisyonu Sözcüsü Asım Aksoy ise, olayı özetledikten sonra şunları söylemiştir:

Komisyon olayın üzerinde hassasiyetle durmaktadır. Olayla ilgili İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’ndan yazılı olarak bilgi talep etmiştir. Adalet Bakanlığı, konunun kendilerine intikal etmediği ve olayın sivil yargının alanına girmediği yanıtını vermiştir. İçişleri Bakanlığı da, yanıtında benzer bir şekilde konunun Milli Savunma Bakanlığı’nı ilgilendirdiğini yazmıştır.

Bunun üzerine komisyon, Milli Savunma Bakanlığı’ndan yazılı olarak bilgi istemiştir. Milli Savunma Bakanlığı ise cevabında olayın 3. Ordu Komutanlığı tarafından Genelkurmay Başkanlığı’na rapor edildiğini ve Genelkurmay’ın bu raporu inceleyerek olay hakkında takibata gerek görmediğini yazmıştır.

Komisyon ise bunu yeterli bulmamış ve Genelkurmay’dan konunun soruşturulmasını ve suçlular hakkında gerekli işlemlerin yapılmasını istemiştir. Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından olay hakkında soruşturma başlatılmıştır.

Dilekçe Komisyonu, olayla ilgili Meclis soruşturması başlatılabilmesi için önce suçluların belirlenmesi gerektiğini öne sürerek Meclis soruşturması açılması talebine karşı çıkmıştır.

Bu arada Adnan Menderes ve Hasan Polatkan, konunun gelecek birleşimde tekrar görüşülmesini talep etmişlerse de, yapılan oylamalar sonucunda bu talepleri reddedilmiştir.

Orgeneral M. Muğlalı’nın yargılanma süreci:

Olayın yargı süreci resmi belgelere göre şu şekilde devam etmiştir:

Olayla ilgili olarak Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından yürütülen soruşturma sonucunda Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın suçlu olduğu sonucuna varılmış ve hakkında yasal işlem yapılarak yargı süreci başlatılmıştır. 1 Eylül 1949 tarihinde tutuklanarak askerî cezaevine gönderilmiştir.

Genelkurmay Askerî Mahkemesi tarafından yargılanan Muğlalı, mahkemenin 23 Kasım 1949 tarihinde verdiği vazifesizlik kararı sonucu tahliye edilmiştir. Karar aleyhine müracaat edilmesi üzerine inceleme başlatan Askerî Yargıtay, mahkemenin verdiği vazifesizlik kararını 9 Ocak 1950 tarihinde bozmuştur. Bunun üzerine Muğlalı tekrar tutuklanarak cezaevine gönderilmiş ve 2 Mart 1950 tarihinde idama mahkûm edilmiştir. Hakkındaki idam kararı daha sonra 20 yıl ağır hapis cezasına çevrilmiştir.

Aynı zamanda Demokrat Parti Ankara Milletvekili olan avukatı Hamit Şevket İnce’nin temyiz başvurusu sonucunda 27 Eylül 1950 tarihinde ileri derecede bunaklık nedeniyle Muğlalı’nın aklî dengesinin yerinde olmadığı saptanmış, tedavisinin tamamlanması için mahkemenin 6 ay ertelenmesine ve Muğlalı’nın tahliyesine karar verilmiştir. 

6 ay sonunda Muğlalı’nın durumunda düzelme olmamış ve mahkeme 6 ay daha ertelenmiştir. Ancak bu 6 aylık sürede de Muğlalı iyileşmeyecek ve mahkeme yine ertelenecektir. Muğlalı’nın 20 yıllık hapis cezası, mahkemenin ertelendiği dönemde Demokrat Parti’nin çıkardığı afla 6 yıl 8 aya inmişse de iyileşememesi nedeniyle yine infaz edilemeyecektir.

Demokrat Parti iktidarında davanın nasıl soruşturulup sonuçlandığına dair süreci ise TBMM tutanakları ile Barış Ertem’in kaleminden izleyebiliyoruz:

Yargı süreci bu şekilde sürerken, mahkemenin sürekli ertelenmesi ve Muğlalı hakkında verilmiş olan mahkûmiyet kararının uygulanamaması, 1950 Seçimlerinde Meclis’e giren Demokrat Parti Diyarbakır Milletvekili Mustafa Ekinci tarafından 2 Şubat 1951 günü Meclis gündemine getirilmiştir.

Ekinci’nin merak ettiği ve Adalet Bakanlığı ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın bilgi vermesini istediği konu ise Mustafa Muğlalı’nın toplam kaç gün hapiste kaldığı ve Muğlalı dışında kaç mahkûmun sağlık raporu dolayısıyla tahliye edildiğidir.

Adalet Bakanı Halil Özyörük cevabında Muğlalı’nın aklî dengesinin yerinde olmadığı yönünde düzenlenen rapor nedeniyle Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 253 ve 399. maddelerindeki “Akıl hastalığına tutulan mahkûmlar hakkında hürriyeti bağlayıcı cezanın infazı iyileştikten sonraya bırakılır” hükmü gereğince tahliye edildiğini ve benzer nedenle tahliye edilen çok sayıda mahkûm olduğunu söylemiştir.

Bunun üzerine tekrar söz alan Ekinci, Muğlalı ile ilgili düzenlenen raporun gerçeği yansıtmadığından hareketle şöyle demiştir:

(Muğlalı) Delidir raporu almak suretiyle muameleye tâbi tutulmuş ve serbest bırakılmıştır. Bu husus, efkârı umumiyede bir ukdedir. Bütün herkes ve bilhassa zabitandan ve mütaaddit kimselerden (subaylar ve farklı kişilerden) aldığım mektuplar zinde olduğunu bildirmektedir.

Yani eğer bu adam hakikaten deli ise tımarhaneye, aciz ise Darülaceze’ye ve eğer zinde ise (ki öyle iddia ediliyor) o takdirde hapishaneye gitmesi lazımdır.

Muğlalı’nın gerçekten hasta olup olmadığı tartışmaları sürerken iddialara cevap veren kızı Özkan Aslaer, babasının yatağında hareket bile edemediğini, tek bir kelime söyleyemediğini ve olaydan siyasî çıkar elde edilmek istendiğini iddia etmiştir.

Olayla ilgili tartışmalar, Mustafa Muğlalı’nın Gülhane Askeri Hastanesi’nde 11 Aralık 1951 günü vefat etmesiyle geçici olarak kapanmıştır.

Muğlalı olayında İnönü’nün suçlanması:

Son dönemeçteki tartışmalara da bakalım:

Muğlalı Olayı’nın tekrar gündeme getirilmesine ilişkin tartışmalarla girilen seçim sürecinde Demokrat Parti, 2 Mayıs 1954 Genel Seçimlerinde %58.4 oranında oy alarak en büyük seçim başarısını kazanmıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da da oyunu arttıran Demokrat Parti, bu bölgedeki illerden toplam 68 milletvekili çıkartmıştır.

1955 yılında ekonomik sorunların başlaması, 6-7 Eylül Olayları gibi nedenlerle zor bir yıl geçiren ve kamuoyu desteğinin azalmaya başladığını gören DP milletvekilleri, 1956 yılında, Mustafa Muğlalı Olayı’nı tekrar Meclis’e getirerek gündeme taşımışlardır…

Demokrat Parti Van Milletvekili Kemal Yörükoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 15 Ağustos 1956 tarihli birleşiminde bu olayda dahli olanların suç derecelerini tespit etmek amacıyla Anayasa ve Adalet Komisyonlarının katılımıyla karma bir komisyon oluşturulmasını gündeme getirmiştir.

Yörükoğlu’nun konuşmasında İnönü’yü suçladığı bölümler şöyledir:

(…) Sene 1945, 33 vatandaşın öldürülmesinden iki sene geçmiş, kemikleri henüz çürümemiş, kanlarının kızıllığı Özalp ve Van ufkundan henüz silinmediği bir sırada İsmet İnönü ziyarete geliyor. Vatandaş hak ve hürriyetini arayacağına yemin eden Reisicumhur İnönü; Mustafa Muğlalı’yı, bir katili, bir fatih gibi koluna takarak Van’a geliyor!

Bu hareketin büyük bir manâsı var. Bu, icabederse 33 vatandaşın daha öldürülmesinde mahzur yoktur manâsını tazammun eder. Bu fiili ve hareketi bir Reisicumhur yapıyor. Katili cezaevine göndereceği yerde, fatih gibi, millî bir kahraman gibi koluna takarak Van’ı geziyor. (…) Kanaatim arkadaşlar, bu hâdiseden zamanın Devlet Reisinin haberdar olduğudur.

Konuyla ilgili konuşan diğer Demokrat Partili milletvekilleri de aynı şekilde İsmet İnönü üzerinde durmuşlardır.

Mustafa Muğlalı’nın yargılandığı davaları izlemiş olan ve Muğlalı ile de konuşma imkânı bulan Demokrat Parti Çankırı Milletvekili Kenan Çığman şunları söylemiştir:

Mustafa Muğlalı dedi ki: ‘Ben nihayet bir ordu kumandanıyım, hudutta vukua gelen bir kaçakçılık hâdisesinde neden dolayı adamları öldürteyim?’ Mustafa Muğlalı, bu hadisede seni göreyim diye emir veren, işi yaptıran zâta iki defa mektup yazdım, müdafaa için tevessül edin diye, cevap vermedi, dedi. Bunun kim olduğunu öğrenmek istedim. Anladığıma göre bana İnönü olduğu manâsını verdi ve öyle anladım ki, doğrudan doğruya Reisicumhur olarak İnönü bunların imhası için kendisi emir vermiştir.

Buradan hareketle B. Ertem, şu değerlendirmeyi yapıyor:

Olayda dahli olanların araştırılması için karma komisyon kurulması önerisi aynı gün Meclis’te oya sunulmuş ve kabul edilmiştir.

Böylece: ‘Van Vilâyetinin Özalp Kazasından 32 vatandaşın bilâmuhakeme öldürülmesi hadisesinde dahli olanlar hakkında tahkikat icrasına dair’ 2027 sayılı kararla, Anayasa Bakanlıkları’ndan oluşan Karma Soruşturma Komisyonu kurulmuştur. 

Demokrat Parti yöneticileri, bu girişimleriyle 1951 yılında 32 kişiyi öldürmekten mahkûm edilen Mustafa Muğlalı ile İsmet İnönü arasında bir bağlantı kurarak muhalefeti güçlenmeye başlayan CHP’yi ve CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü’yü yıpratmayı amaçlamışlardır. 

CHP’nin Genel Başkanı İsmet Paşa ile bu olay arasında doğrudan bir bağlantı kurulması, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Doğu ve Güneydoğu’daki desteğini de azaltacaktır. 

Rapor, 1958 yılının Mayıs ayında Meclis’e sunulmuştur. Meclis’te kurulan Karma Tahkikat Komisyonu kurulması aşamasındaki konuşmalara bakılarak da anlaşılabileceği gibi, raporda İsmet İnönü’yü doğrudan olayla ilişkilendiren özel bir bölüme yer verilmiştir.

‘Belli Olan Suçlar ve Maznunlar’ başlıklı bölümde ise İsmet İnönü ile ilgili DP milletvekilinin ithamı şöyledir:
‘İsmet İnönü’nün Özalp hâdisesi karşısındaki durumu birkaç yönden dikkati çekmektedir. Bir kere kendisi Muğlalı’nın çok önem verdiği Şark mıntıkasına gönderilmesine ilk amildir. Muğlalı 3. Ordu Müfettişi olarak fevkalade selâhiyetli bir Hükümet Komiseri rolünde hareket edebilmenin imkân ve cesaretini İnönü’den almıştır.

Suçlu sanılanların muhakemesiz öldürülebileceklerine ve bunun hiçbir takibe tabi tutulmayacağına, icabında böylesine hareketin hatta vatanî vazife sayılacağına dair Muğlalı’da mevcut zihniyet temelini (tek parti-tek şef) düsturunun imkânlarından almaktadır. Tek partinin lideri ve Türkiye’nin şefi ise İsmet İnönü’den başkası değildir.

Acaba İsmet İnönü Mustafa Muğlalı’ya adam öldürme cesaretini vermiş midir? Başka bir deyimle Reisicumhur İsmet İnönü’yü Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun 41. maddesinin 2. bendi gereğince şahsî fiilinden dolayı itham etmek mümkün müdür?

Olay üzerinde çalışıp yazan Barış Ertem’in konuya ilişkin kanaatini paylaşalım:

Karma Tahkikat Komisyonu, Demokrat Parti’nin yaklaşık 10 yıldır yoğun bir karalama kampanyası yürüttükleri Mustafa Muğlalı ile İsmet İnönü arasında bir bağlantı kurarak ‘Kürt katili İsmet İnönü’ imajını oluşturabilmek için çoğu birbirinden zorlama 10 madde sıralamıştır. 1948 yılında Meclis gündemine gelmiştir ve o tarihte konuyla ilgili bir soruşturmanın devam etmekte olduğu açıklanmıştır.

Tüm iddiaları zorlama yorumlara ve söylentilere dayanan, bu söylentileri destekleyebilecek belgelere yer vermeyen komisyonun güçlü sayılabilecek tek iddiası, ‘bana bu işi yaptıranlara iki defa yazdım’ diyen Muğlalı’nın yargılandığı dönemde Cumhurbaşkanı İnönü’ye 19.2.1949 ve 26.9.1949 tarihlerinde iki kez mektup yazmış olmasıdır. Ancak, bu mektupların içerikleri de bilinmemektedir.

Soruşturma Komisyonu’nun iki yıllık çalışma sonucu tamamlayabildiği bu rapor, Genel Kurul gündemine getirilmemiş ve Meclis’te tartışılmamıştır.

Yeni gelmişken hikayeye bir ek yapalım:

TSK önce 1987’de Muğlalı’nın naaşını Devlet Mezarlığı’na taşıdı. 1997 yılında Harp Akademileri Komutanlığı bahçesine büstünü diktirdi.

Şener Eruygur’un Jandarma Genel Komutanlığı sırasında 6 Mayıs 2004’te olayın yaşandığı Özalp’ deki Jandarma taburunun bulunduğu kışlaya (Org. Mustafa Muğlalı Kışlası) adı verildi.

Bu gelişme bölge halkını yaraladı. Her fırsatta kışlanın tabelasının sökülmesini isteyenlerin talebi Başbakan Erdoğan’a da ulaştı.

O da çözüm sürecinde (Mart 2011) dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner’e iletti. Bunun üzerine kışladaki isim silinip yerine başka bir isimle tabela konuldu.

Hikâye burada noktalanıyor ama yankısı ve acısı günümüzde de sürüyor.

Cumhuriyet dönemi partilerin iktidar rekabeti ve oy avcılığı nedeniyle Kürtlere reva görülen katliam, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla ara sıra yüzleşir gibi yapmaları ve kimi hataları kabul etmeleri elbette olumludur.

Kürtlerin demokratik haklarını hâlâ reddeden ve Türklük Sözleşmesi’ne bağlı kalan kurulu düzenin sahipleri, Kürt meselesini içselleştirip katılımcı bir çözümden yana olmayınca, partilerin gönül alıcı “ara fasıl” kabilinden bu sorunla yüzleşmeleri bir yerden sonra kesintiye uğramakta veya uğratılmaktadır.

Muğlalı isminin bahsi geçen kışladan silme emri veren Erdoğan’ın girişimiyle başlatılan çözüm süreci, yine onun talimatıyla sona erdirildi.

AKP iktidarı ise anında fabrika ayarlarına dönerek “Türklük Sözleşmesi” gereğince milliyetçi-mukaddesatçı yoluna devam etti.

Şimdiye kadar Muğlalı olayından çıkarılması gereken ders bize göre yeterince çıkarılamadı, bundan sonra çıkarılabilir mi, birlikte göreceğiz.

 

Kaynakça:

  1. Cemil Koçak, Umumi Müfettişlikler.
    2. Hüseyin Koca, Yakın Tarihimizden Günümüze Hükümetlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Politikaları, Konya: Mikro, 1998.
    3. Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, İstanbul: Milliyet, 1970.
    4. Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Ankara: Phoenix, 2004.
    5. Cumhuriyet Halk Partisi Yedinci Büyük Kurultayında Genel Başkan İsmet İnönü’nün Söylevi, Ankara, 1947.
    6. Cemil Ertem, “Kürt Açılımının Önünü Bir Maliye Müfettişi Açmıştı”, Yeni Aktüel, 2009.
    7. Doğu Sorunu: Necmettin Sahir Sılan Raporları (1939-1953)
    8. Kenan Esengin, Orgeneral Muğlalı Olayı ve 33 Kişinin Ölümü, İstanbul: Yenilik, 1974.
    9. Dr. Reşit Ersezer, “Muğlalı Olayının İki Tanığı Konuşuyor”, Milliyet, 7 Mart 1974.
    10. Seyit Bilal Bali, “Muğlalı Olayının İki Tanığı Konuşuyor”, Milliyet, 8 Mart 1974
    11. Hüseyin Cahit Yalçın, “İhmal Edilen Doğu İlleri”, Ulus, 24 Eylül 1953.
    12. Zafer gazetesinin “Muhtelit Tahkikat Encümeni Raporu”, 4- 5- 6 Mayıs 1958 tarihli nüshaları.
    13. Resmi Gazete, 18 Ağustos 1956, no.9385.

Ayrıca Meclis tutanaklarını şu tarih ve sayılı nüshalarına bakılabilir: 

TBMMZC, Dönem 8, Cilt 14, 3.12.1948, s.7-8.
TBMMZC, Dönem 8, Cilt 14, 3.12.1948, s.8.
TBMMZC, Dönem 8, Cilt 15, 19.1.1949, s.147
TBMMZC, Dönem 8, Cilt 16, 19.1.1949, s.148
TBMMZC, Dönem 8, Cilt 16, 19.1.1949, s.149-150
TBMMZC, Dönem 8, Cilt 16, 19.1.1949, s.155 (S. Sayısı: 84) 74
TBMMZC, Dönem 9, Cilt 3, 4.12.1950, S.Sayısı: 9, s.2
TBMMZC, Dönem 9, Cilt 3, 4.12.1950, s.49-50
TBMMZC, Dönem 9, Cilt 2, 20.11.1950, s.177-178
TBMMZC, Dönem 9, Cilt 5, 2.2.1951, s.6-8
TBMMZC, Dönem 9, Cilt 5, 2.2.1951, s.8 82
TBMMZC, Dönem 9, Cilt 25, 18.11.1953, s.304.
TBMMZC, Devre 10, Cilt 13, 15.8.1956, s.383-388
TBMMZC, Devre 10, Cilt 13, 15.8.1956, s.392
TBMMZC, Devre 10, Cilt 13, 15.8.1956
TBMMZC, Devre 10, Cilt 13, 15.8.1956, s.385-386;