ABD ve müttefiklerinin Irak topraklarını işgal ederek dönemin diktatörü Saddam Hüseyin‘i devirmesinin üzerinden 20 yıl geçti.

Askeri-siyasi deprem niteliğindeki bu olayın yankıları ve sonuçları ise evrensel boyutta hâlâ tartışılıyor.

Bu süreçte başta ordu olmak üzere Irak’ın bütün kurumları dağıtıldı.

Saddam yanlıları ve bilhassa subaylar ile istihbaratçıları, bir süreliğine illegal direnişe geçtilerse de devrik lider ile oğullarının ölümüyle sonuçlanan yeraltı direnişi uzun süre dayanamadı.

Yönetim boşluğu ve kaostan yararlanan El Kaide isimli cihatçı hareket kısa zamanda Saddamcı milliyetçiler, istihbaratçılar, komutanlar ve benzeri unsurlarla birleşerek Amerikan askerlerine karşı ölümcül bir mücadeleye girdiler.

Irak ve Suriye’deki vahşi eylemleriyle, Avrupa’nın birçok yerindeki intihar saldırılarıyla dünya kamuoyunu dehşete düşüren Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü tipik bir Saddamcı-cihatçı koalisyonu sayılabilir.

Saddam Hüseyin’in heykeli aşağı indiriliyor

Biz, bu yazıda işgal öncesindeki siyasi ve diplomatik görüşmeler ile kulisleri gündeme getireceğiz.

Ana kaynağımız, bu konuda iyi bir dosya hazırlayan Londra merkezli Şark’ul Avsat gazetesindeki dört makale olacak. Iraklı bir bakanla söz başı yapacağız.

Eski Irak Ticaret Bakanı Muhammed Mehdi Salih El Ravi, Bağdat’ın Amerikan-İngiliz kuvvetlerinin eline düştüğü geceye (19-20 Mart 2003) ilişkin tanıklığını şöyle anlatıyor:

ABD’nin operasyonu Iraklı yetkililer açısından sürpriz olmadı. Hepimiz teyakkuz halinde bekliyorduk. Halka ve bize altı ay yetecek kadar gıda stoku yapmıştık. Ben de personelimle birlikte bakanlık binasında kaldım. İhtiyat kabilinden Aden Meydanı yakınındaki bir binamız vardı. Her iki yer arasında gidip geliyorduk.  

Operasyon öncesi ve sonrasında Saddam Hüseyin ile yönetim kademesi birkaç toplantı yaptılar. Ben sadece üçüne katılabildim. Petrol Bakanı ile görüştüm. O, füzeler ve uçakların görüş alanını karartmak üzere petrol yakıtının sürekli duman çıkaracak tarzda yakılması yolunda emir almıştı.  

Ayrıca Reis (Başkan Saddam Hüseyin) bana, muhtemel şehir içi çatışmalar süresince ahaliye yetecek kadar gıda lojistiğinin yapılmasını emretti.

Şehir düşünce yetkililer ayrılmak zorunda kaldılar, fakat Reis (Saddam), hiçbirimize veda etmedi. Esasen biz de aramızda vedalaşmadık. Çünkü olayın bu şekilde sonuçlanabileceğini, Bağdat ile Irak’ın işgal edileceğini tahmin etmiyorduk. 

Tikrit’teki cephaneliklerden yeterli silah ve mühimmatın Bağdat’a taşınması için Cumhuriyet Muhafızları komutanlığıyla eş güdüm halinde çalıştık.  

Amerikan birlikleri ilerlemeden önce Irak’ın başlıca altyapı tesisleri yoğun bombardımana maruz kaldı. Başkente giren devasa tankların varlığı gözümün önünden gitmiyor. Apache helikopterinin sivil insanları ve arabaları tarayarak üzerimizden geçtiğine tanık oldum. Kömürleşen bedenler ve arabalarının içinde yanarken can çekişen insanlar vardı.

Ortalık yanmış cesetlerden geçilmiyordu. 

O sırada bile biz, gıda ve silah sevkiyatına devam ediyorduk. Büyük hacimli 2000 kadar (tank dâhil) ağır silah nakil aracımız vardı. Ne var ki bazı geveze ve yaygaracılar ortalığa dökülünce, sevkiyata son verdik. 

Şehrin düşmesinden sonra 9 Nisan’da Kabine sekreterliği yoluyla biz bakanlara günlük genelge ve talimatlar gelmeye başladı. Buna göre; herkes istediği yere gitmekte serbestti.  

Suriye sınırındaki memleketim olan El Anbar’a gittim. Bir kısım akrabam Halep ve Deyrizor (Suriye) yöresindeydiler. O tarafa geçip 5-10 gün durumu gözlemem önerildi. Kardeşim Mazhar ve müsteşarım ile Suriye tarafına geçtik. Çünkü ülkeme uygulanan 2000 tarihli ambargo nedeniyle Reis beni Suriye’ye gönderip, hem iki ülke ilişkisinin normalleşmesini sağlamamı hem de ambargoya karşılık olmak üzere ikili ticaret anlaşması yapmamı emretmişti. 

Bozuk ve gergin gitmekte olan Suriye-Irak ilişkilerinin normalleşmesine katkım olduğundan Şam’da barınacağımı sandım. Bizi, Suriye istihbarat sorumlusu (ve Beşar Esat’ın eniştesi) Asaf Şevket karşıladı. İstersem ailemi bile yanıma alabileceğini söyledi.

Önce Deyrizor istihbarat merkezine aldılar. Orada Asaf Şevket ve Irak Büyükelçisiyle birlikte akşam yemeği yedik. Ardından bize bir daire tahsis ettiler. Çok kirli ve pisti. Bir müddet sonra kardeşimi tutukladılar, beni de Esat Köyü isimli bir köyde ev hapsine aldılar. 5 istihbarat subayı sürekli beni gözetliyor ve dışarı çıkmama izin vermiyordu. Bunun üzerine Başkan Beşar Esat’a bir mektup yazarak (21 Nisan), kendimi tanıttım ve beni Irak’a geri göndermelerini istedim. Bu arada tutuklu kardeşimin akıbetini sordum. 

Daha sonra Suriyeli istihbarat subayı, bir meslektaşı ile beni kaçak yoldan Irak tarafına gönderdi. Orada Amerikan askerleri üzerimize silah doğrultarak bizi durdurdular. Suriyeli subay, beni kendi elleriyle onlara teslim etti. Başıma çuval takarak, Ürdün sınırındaki bir Amerikan üssüne götürdüler. 

9 gün kaldım sorguda. 5 saat sürdü sorgu sual. Önce Lübnanlı bir tercüman getirdiler. Çok iyi İngilizce bildiğimden tercüman istemediğimi söyledim. Sorgudan sonra yanımdaki tutukevinde Iraklı bir Bakan ile Filistinli eski örgüt lideri Abu Nidal grubundan biri vardı. Bu sonuncusu arananlar arasında yoktu ama kendisi teslim olmuştu.

Tahkikatın ertesi günü Amerikalı istihbarat yetkilisi beni yeniden çağırdı. Benim ‘samimi ifade vermediğimi’ ileri sürdü. Delil olarak Suriye Başkanına gönderdiğim mektubun muhtevası ile kardeşimin akıbetini soran sözlerimi gösterdi. Daha sonra Saddam’ın niçin Suriye ile görüşmek üzere beni Şam’a gönderdiğine ilişkin cevabımı istedi. Suriye’ye muhtemel bir İsrail saldırısı olması halinde, Irak ordusunun Ürdün-Suriye sınırına askeri yığınak yapmasının anlamını da sordu. 

Aynı subay, demokrasi getireceklerini ve görev tamamlanınca çekileceklerini söyledi.

Buna karşılık dedim ki: Gerçek bir demokrasi inşa edemezsiniz ve Irak’tan asla çekilmeyeceksiniz. Çünkü sizinle birlikte ve sizden sonra Irak, dinci (mezhepçi) ve aşiretçi yapıların eline geçecektir. Petrol fiyatları şimdikinin birkaç misline çıkacaktır. Bölgeye kaos egemen olacaktır.

Tarihi bakış açısından Irak’ın istikrarsızlığı Ortadoğu’nun istikrarsızlaşması anlamına gelir. Irak halkı itaatsizliğiyle nam salmıştır. Bundan ötürü sadece Akad, Babil ve Asur kralları tarafından yönetilebilmişti.

Arananlar listesinde olduğumdan tutuklanıp 9 yıl hapis cezasına mahkûm edildim. Ağır Ceza Mahkemesi, sonradan salıverilmeme karar verdi.

İkinci olayı ise KDP ve Irak Kürt Hareketi lideri Mesud Barzani anlatıyor:

11 Eylül 2001 Olayı (New York’taki İkiz Kulelere saldırı) olduğunda oğlumla birlikte Duhok şehrindeydik. TV kanalındaki o çarpma sahnesini izledik. İlk anda bunu bir film sahnesi zannettik. İkinci uçağın diğer kuleye yöneldiğini görünce iyice şaşkına döndük. Bunu son dakikada verilen acil haberler izledi.

Dinleyince ABD’de tehlikeli bir hadise oluyor dedik ama başka bir süper devletin Amerika ayarındaki bir devletin evine kadar gidip vuracağını uzak bir ihtimal olarak görüyorduk. Olayın El Kaide örgütü marifeti olduğu ortaya çıktığında bile, bunun bedelini Saddam’ın ödeyeceğini beklemiyorduk. Çünkü iki taraf arasında bir ilişki bulunması imkansız gibiydi. 

Bu tarihten itibaren bölgenin yeni bir aşamaya girebileceğini hissettim. Ancak olası neticeleri henüz muğlaktı. Bu nedenle Celal Talabani’nin başında bulunduğu YNK örgütü ile aramızı düzelttik. Bu arada Türkiye, Suriye ve İran’a temsilciler göndererek onların New York’taki hadise ile bağlantılı değerlendirmelerini öğrenmek istedik. Bu üç ülke, ABD’nin muhtemel tepkileri üzerinde durmakla birlikte yeterli cevapları bulamıyorlardı.

O sırada İran yönetimi, bizden bir heyet istedi. Oraya gidip Hilton Azadi oteline yerleştik. Meğer ev sahibi Tahran, Saddam’ın gönderdiği heyeti de maksatlı biçimde bizim kaldığımız otele yerleştirmiş. Kürt heyeti ile İstihbarat Müdürü başkanlığındaki Iraklı heyet lobide el sıkışmak durumunda kaldılar. Anlaşılan Bağdat gayet endişeli ve huzursuzdu; yeni dönemi anlayıp gelecek muhtemel tehlikelerden korunmak istiyordu.

Irak Heyeti, bana (Mesut Barzani’ye-F.B.) Saddam’ın ‘ne isterseniz, yerine getirmeye hazırım’ mesajını ilettim. Şu karşılığı verdim:

‘Sadece Basra değil, bütün Irak yıkıldıktan sonra mı bu mesajı iletmiş! Artık çok geç. Ayrıca Saddam rejimiyle yaptığımız her anlaşma, Kürdistan halkına felaketten başka bir şey getirmedi!’

Ağır yara almış olan ABD, pek öfkeliydi. Ancak bu gazabını nereye ve kime yönlendireceği henüz belli değildi. 30 Ocak 2002’de ABD Başkanı George W. Bush, Irak rejimine ateş püskürdü; İran, Kuzey Kore ve Irak’ı ‘şer ekseni’ olarak damgaladı. 

Şubat ayında Dışişleri Bakanı Colin Powell, ‘Irak rejiminin değiştirilmesine ve gerekirse ABD’nin bunu tek başına yapacağına’ dair bir demeç verdi. İngiltere Başbakanı Tony Blair ise, bu orkestraya (koalisyona) katılacağını beyan etti.

17 Şubat 2002’de Amerikan istihbarat servisi (CIA) heyeti ziyaretime geldi. Şunu söylediler:

‘Amerika, Saddam rejimini devirmeyi kararlaştırdı. Bu operasyonu birçok cepheden aynı anda başlatacağız. Hesaplarımıza göre Kürdistan bölgesinin bu operasyonda rolü önemli ve hayatidir. Dolayısıyla Washington’a davet ediyoruz sizleri.’

Yanıtımı verdim: ‘Kürtler, demokratik ve çoğulcu federal bir Irak inşa edilmesine yönelik her adımı desteklerler. Bu hususta ABD’nin garantörlüğünü istiyoruz. Zira bu güvence, halkımızın korunup himaye edilmesi açısından önemlidir. Washington, bu yöredeki şahsiyet ve kesimlere yönelik tehditlerden kaçınması için çevredeki ülkeleri (Türkiye, İran ve Suriye) uyarmalıdır.’ Bunu belirttikten sonra Washington’a gitme davetini kabul ettim.

Nisan başında KDP sorumlularıyla birlikte Amerikan Dışişleri Bakanlığı heyetini kabul ettik. Heyet Başkanı diplomat Ryan Crocker, Saddam’ı devirmek konusunu ve Kürtlerin Washington’u ziyareti meselesini tekrar etti. Bu arada Kürtler arasındaki sorunların giderilip Türkiye ile yaşanan gerginliklerin sona erdirilmesinden bahsetti. 

Büyük devletlerin vaatleri noktasında ağzım yandığı için, ABD heyetinden daha açık ve kesin konuşmasını bekliyordum.

15 Nisan’da Frankfurt’ta beklemekte olan özel uçak beni, oğlum Mesrur ve Hoşyar Zebari’yi Washington’a götürdü. Celal Talabani, oğlu Pavel (Bafel) ve Berham Salih ise sonradan Kürt heyetine katıldılar. Virginia yöresindeki bir konakta misafir edildi heyetimiz. Orada CIA şefi Başkan yardımcısı, Dışişleri görevlisi diplomat R. Crocker, Milli Güvenlik sorumlusu bir general ve benzerleriyle görüşüldü.  

Amerikan tarafı açık konuştu: ‘Saddam’ı devirme kararımız kesindir. Böylece Kürtler de tüm haklarına kavuşmuş olacaklar. ABD, federal bir sistemden yanadır. Bu sisteme dışarıdan müdahalelere müsaade etmeyecektir. Aynı zamanda ABD, Kürtlerin Irak muhalefetini birleştirip hazırlamak üzere çaba göstereceğini ummaktadır.’ 

Amerikan heyeti bu açıklıkta konuşunca Kürt heyeti de beklenen yanıtı verdi: ‘Madem ABD, Saddam rejimini devirmek için nihai kararını vermiş bulunuyor. Bizler de bunun gerçekleşmesi maksadıyla elimizden geleni yapacağız. Madem Saddam rejiminin alternatifi demokrasi ve federal Kürdistan olacaktır, o halde muhalefeti birleştirip harekete geçirmeye gayretle devam edeceğiz.’

Bizi alan uçak tekrar Frankfurt havaalanına indi. Orada Talabani ile anlaşıp eş güdüm içinde hareket etmeye ilaveten bölgede yaşanan değişimlere ayak uydurma konusunda da fikir birliğine vardık.

Frankfurt’tan sonra Paris’e geçtim. Fransız yetkililere, ABD’nin Saddam’ı devirme kararını bildirdim. Meğer kendileri de aynı kanıdaymışlar. Ancak onlar, devrilecek olan Saddam sonrası rejimin ne olabileceği konusunda sorular sordular. Iraklı muhaliflerle görüşme ve müzakereler yoluyla alternatifin bulunabileceğini söyledim. Bu arada Irak bileşenlerinin haklarını da içeren demokratik bir federasyondan da bahsettim. 

Paris’ten Şam’a gittim. Başkan Beşar Esat ile görüşmemde ABD’nin kesin kararını dile getirdim. Pek sevindiler Saddam’ın devrilecek olmasına. Irak’ın geleceğine ilişkin şunu vurguladım: Bu ülkenin bölünmesi konusunda kesinlikle hiçbir plan yapılmadı, yapılmıyor! Ayrıca dış müdahalelere karşı olduğumuzu da belirttim. Saddam’ın devrilme tarihinden haberdar olmadığımı ve bunu sadece Amerikan yönetiminin bildiğini söyledim. Suriye Devlet Başkan Yardımcısı ise, ‘Amerika’nın Irak’a askeri müdahale yapmayacağı konusunda bahse girmeye hazır olduğunu belirtmişti!’

Yaz boyunca yaşanan gerginlikler ile bazı emarelere dayanılarak ABD’nin kararından vazgeçebileceği şeklinde yorumlar yapılıyordu. Bu emareler, Washington’a giden Neçirvan Barzani ve Hoşyar Zebari’nin temaslarında da ortaya çıktılar.

21 Temmuz’da uzmanlardan oluşan bir ABD heyeti Erbil’e indi. Onlarla görüşmeler sırasında şu gerçek açığa çıktı: Türkiye, Irak’ta rejim değişikliği sonucunda bir Kürt devleti kurulmasından korkuyordu. Amerikan heyetinden sorumlu zat şunu söyledi:

‘Türkiye, ABD’ye şantaj yaparak büyük bir meblağ koparmak istiyor. Oysa ziyaretlerimiz değerlendirme yapmak içindi. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgeye (Irak Kürdistan bölgesi) askeri müdahalede bulunmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Amerikan askeri operasyonu tarihi yaklaştıkça, Türkiye’nin bilinen kompleksi giderek depreşmiş görünüyor.’ 

Türkiye’nin şartları şöyle özetlenebilirdi: 

  • Kürt devleti kurulmamalı.
  • Kürtlerin Musul ve Kerkük şehirlerini ele geçirmesine izin verilmemeli.
  • Yeni Irak rejimi hususunda Türkiye de söz sahibi olmalıdır.
  • Saddam rejiminin düşürülmesi operasyonuna Kürtler katılmamalıdır. 

Irak muhalifleriyle ilişki konusunda yetkili ABD diplomatı Zalmay Halilzad’a göre; Saddam karşıtı operasyona Türkiye’nin katılmasının rolü ve önemi büyüktü.

O zamanki Amerikan planı uyarınca Irak’a kuzeyden ve güneyden operasyon yapılacak; Kuzeyde Türkiye topraklarından hareket edilecekti. 

Kürtler ise, bölge ülkelerinden hiçbir devletin böyle bir operasyon çerçevesinde Irak topraklarına girmesini istemiyordu.

Çünkü Türkiye, ABD ile görüşmelerinde Musul ve Kerkük’e gönderilmek üzere iki Türk askeri birliğini hazırladığını söylüyordu. 

Son toplantıda ise ben (M. Barzani-F.B.), Meclis Başkanı bir Türk yetkilinin “Kuzey Irak’a girdiğimizde Peşmerge güçlerini silahlardan arındıracağız” tarzındaki ifadesini görüşme masasına getirip şöyle bir not düşmüştüm:

‘Böyle bir durumda, sizinle birlikte veya siz olmadan geldiklerinde bizi silahsızlandıracak olanlarla ölümüne çatışacağız. Evet, Türk devleti ve ordusu güçlüdürler. Fakat Peşmerge, silahlarını teslim edeceğine ölü bedeni üzerine basılıp geçilmesini tercih eder. Bizzat ben Zaho’da tek başıma kalmış olsam bile, onlarla çatışmaktan geri durmayacağım.’

TBMM Amerikan askerlerinin ülke topraklarından geçmesine izin vermeyince, muhtemel bir Türk askeri-Peşmerge çatışması olmadı. ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları, Irak muhalefet önderlerini Washington’a davet ettiler.

Talabani, Amerikalı üst düzey yetkililerle görüşebilmek için Iraklı muhalefetin manevra yapması ve işi ağırdan alması önerisini getirdi.

Ben, oradaki görüşmeye katılamadım. Çünkü o sırada Kamışlo (Rojava) bölgesindeydim. Suriye yönetimi, bir Amerikan uçağının gelip beni oradan almasına izin vermedi.Yerime Hoşyar Zebari katıldı. 

Talabani ve diğer Iraklı muhalif temsilciler heyette yer aldılar. Heyet ABD Savunma Bakanı Rumsfeld ve Genelkurmay Başkanı Richard Myers ile görüştüler. Donald Rumsfeld kararlıydı. ‘Irak’a ambargo başarılı olmadı. Biz güney ve kuzeyden Irak’a girmeliyiz.’

İran ise, Irak’a operasyondan son derece endişeliydi. Tek tesellisi, İran yanlısı Şii hareketlerin Irak muhalefeti içinde ABD ile birlikte hareket etmesiydi. Sonradan anlaşıldı ki İran bir yandan ABD’nin Saddam’ı devirme işini kolaylaştırmış, diğer yandan ise Irak’taki Amerikan askeri varlığını sarsacak yöntemlere başvurmuştu. Yani İran, istikrarlı ve Batı yanlısı bir Irak rejimi istemiyordu. Suriye de zaman içinde İran ile aynı tutumu aldı. 

ABD, müttefiklerine operasyon zamanını bildirmedi. 19-20 Mart 2002 tarihinde ilk vuruş başladı; kıyamet koptu, bölgede dengeler değişti. İlk itiraz Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’tan geldi. Şöyle ki: ‘Savaş bölge istikrarını yok eder. Bağdat’ta İran etkisi artar, Lübnan’da Hizbullah güçlenir. Her ikisinin Şam üzerindeki nüfuzu etkinleşir!’ 

Irak muhalefeti alternatif rejim toplantılarına başladı. Londra’daki toplantıya İran yanlısı Davet Partisi, Komünist Parti ve Suriyeli Baasçılar katılmadılar. Bunun üzerine Tahran’a gidip, dönemin Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani ile görüştüm. İran’ın savaş ve Saddam sonrası oluşacak rejim hakkındaki tasavvurlarını öğrenmeliydim. Rafsancani, her zamanki gibi gerçekçi ve esnek düşünüyordu. Saddam’ın düşmesini ve federal bir Irak kurulmasını isteyen bir açıklama yaptı. 

O sırada henüz çok nam yapmamış olan Kasım Süleymani ve İran destekli Muhammed Bakır Hekim ile görüşüp, muhalif toplantılarında gerçekçi tutum takınmalarını rica ettim. 

ABD’nin İran’a müdahale edebileceği hususu çok tartışılıp konuşuldu o zaman. Ancak Amerikalılarla her sohbetimde bu meseleye ilişkin herhangi bir işaret ve emare bulmadım. Buna karşılık Amerikan yetkilileri, İran’ın Irak’ta ortalığı karıştırmasından pek yakınıyorlardı. 

2007 yılında İran Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejat bölgeyi ziyaret etti. Irak’ta bulunan 170 bin kadar Amerikan askerinin varlığına ve kuvvetine yakından tanık oldu.

Bu arada Irak heyeti, Ahmedi Nejat’ın kontrol noktalarında durdurulmamasını istediler. Bu istek kabul gördü. Sadece bir yerde konvoyun önü kesildi. O da teftiş için değil, Ahmet Nejat ile fotoğraf çektirmek maksadıyla yaşandı. Ancak refakatçiler, onun arabadan çıkmasına itiraz ettiler.  

Saddam’ı hapiste ziyaret etmediğim gibi duruşmasına katılıp onu küçük düşürmek istemedim. Zira başa kakmak, yiğitlikten sayılmaz. 

Muhalefet liderleri Bağdat’ta toplandılar. Burc’ul Hayat isimli otelde konakladım. Bütün görüşme ve diyaloglar orada olurdu. Muhalif şahsiyetlerden Ahmed Çelebi, bir an önce ortak tutum alıp yönetimi devralmak istiyordu. Olmadı; ABD, askeri yönetimini kurmak için diplomat Paul Bremer’i tayin etti. 

Bremer katıydı. Ölmüş Iraklı yetkililer hakkında bile idam kararı çıkarabilmişti. Irak ordusunu dağıtmasının bir anlamı yoktu. Tersine, dağınık orduyu tekrar toparlayarak halk ile Amerikan askeri arasındaki sürtüşme, çekişme ve çatışmaları önleyebilirdi. 

Partimiz KDP’nin savaş dönemindeki Irak eski Genelkurmay Başkanı Nizar El Hezreci’nin başkentten ayrılmasında oynadığı rolü de kabul etmedi. Bu olayı, CIA teşkilatına mal etti. 

Saddam, yaşadığı köşk ve saraylarından bu şekilde ayrılacağını muhtemelen hiç düşünmemişti. Heykelinin bir Amerikan tankı tarafından yıkılacağını da tasavvur etmemişti. Oysa Irak toprakları, hükmedenleri için zehirli bir ziyafet/şölen gibidir. 

Bir Arap lideri söylemişti: ‘Saddam Amerikalı askerlerin elinde bulunmaktan hoşnut değildi. Fakat ya sınır ötesinden gelmiş olan (İran veya Batı yanlısı-F.B.) milislerin eline geçmiş olsaydı, onu Bağdat’ın cadde ve sokaklarında sürüklemiş olacaklardı. Tutukevindeki gardiyanların onu küçümseyip hakaret etmesinin yasaklanması da ABD askeri disiplinin sonucuydu.

Devam edecek…

Kaynak: https://www.indyturk.com/node/621066/haber/saddam-d%C3%B6nemi-irakl%C4%B1-bakan-ile-k%C3%BCrt-lideri-mesud-barzani-anlat%C4%B1yor-20-y%C4%B1l-sonra

Fransız cumhurbaşkanı müsteşarı ile eski Ürdün Başbakanı anlatıyor: 20 yıl sonra Irak işgalinin perde arkası (2)

Irak’a yönelik savaşa dair kapalı kapılar ardında neler görüşüldü?

Irak işgalinin perde arkasını gözler önüne sermeye devam edeceğiz.

Şark’ul Avsat gazetesinin tecrübeli diplomatik muhabiri Gassan Şerbil, Bağdat’ın bombalanmasıyla başlayan savaş bölgesindeki izlenimlerini, 19 Mart 2023 tarihli makalesinde yayımladı. Oradan başlamalıyım:

Zelzelenin, kaderin ve geleceğin gecesiydi. Binlerce füze yağmaya başladı. (Amerikalı, Kürt veya Irak muhaliflerinden oluşan-F.B.) kafile, gecenin bir vaktinde kara yoluyla Türkiye’den Irak’a dönüyordu. Türkiye Musul ve Kerkük’e girmesi için bir askeri birlik hazırlamıştı.

Aynı saatlerde BBC, savaşın başladığını bildiriyordu. Bunu duyan Celal Talabani ile Berham Salih suskunluğa büründüler. Yanlarındaki muhalif kesimden Abdullatif Reşid, Hoşyar Zebari, Ahmed Çelebi gibileri de aynı şaşkınlığı yaşıyorlardı. 

Irak’a operasyon için ABD’deki resmi kapıları adeta aşındırmış olan Ahmed Çelebi söze başladı:

‘Müzayede yapmanın, ileri geri konuşmanın anlamı yok. Eğer ABD askeri müdahalede bulunmasaydı, Irak halkı ölümüne kadar Saddam’a, ondan sonra da oğullarından birinin zalim hükmüne mahkûm kalmış olacaktı.’

İşin ilginç tarafı şuydu: Çelebi, kısa bir müddet öncesine kadar ünlü muhaliflerden yazar Kenan Mekkiye, eski General Vefik Samirayi ve Dr. Latif Reşid ile birlikte Tahran’daydılar. 

Savaş tamtamları çalınırken onlar da kara yoluyla gizlice Irak Kürdistan’ına girerek muhalif saflarda yerlerini almışlardı. Daha da önemlisi; İran, her birinin Saddam sonrası yönetimde yer alacağını tahmin ederek, grup yola çıkmadan kendileri için resmi uğurlama töreni bile hazırlamıştı.

Savaş öncesi kulislerin Avrupa-Amerika ayağını Fransa’yı çeşitli ülkelerde temsil eden eski diplomat Maurice Gourdeault-Montagne’in politik güncesinde görebiliyoruz.

Onun, “Les autres ne pensent pas comme nous” (Başkaları Bizim Gibi Düşünmüyor) başlıklı kitabı 2022 yılında yayımlandı.

Kitapta Irak’a yönelik savaşa dair kapalı kapılar ardında gerçekleşen sohbetlerle ilgili önemli örnekler var.

Diplomat Gourdeault-Montagne, savaş öncesi ve sırasında dönemin Cumhurbaşkanı Chaques René Chirac’ın müsteşarı olması hasebiyle, siyasetin önemli başkentlerinden sayılan Paris’teki karar vericiler açısından olan biteni gözler önüne seriyor.

Her ikisi, savaşla bağlantılı hemen her irtibat ve toplantıyı birlikte gerçekleştirdiler.

Fransız Cumhurbaşkanı, 2002 yaz mevsimi boyunca ABD, Çin, Rusya ve Almanya başkentleri arasında mekik dokuyup durdu.

O kadar ki ABD’nin tek başına maceraya girip askeri harekat başlatmasındansa, BM Güvenlik Kurulu şemsiyesi altında oluşturulacak koalisyon ordusuyla birlikte operasyon yapmasını önermişti Chirac.

Buna karşılık Amerika, başına buyruk tutumundan vazgeçmeliydi.

Aslında ABD’nin ikna olmasına ramak kalmıştı. Lakin gerisi gelmedi… Fransız diplomatın kulis notlarına şimdi bakabiliriz:

Gezdiğimiz çok sayıda başkentten sonra gördük ki, orta yerde iki çelişkili tutum var. İlki her neye mal olursa olsun Irak’a savaş açmayı hararetle savunan ABD Yönetimi. İkincisi ise ekseninde Fransa’nın bulunduğu ve Amerikan savaş planına itiraz ederek veto edeceğini dolaylı yoldan dillendiren devletlerin fikri. Tipik örneği 26 Kasım 2002 tarihli Prag’da gerçekleşen NATO Zirvesi’nde yaşandı. 

Chirac, baş başa görüşmesi sırasında ABD Başkanı G. Bush’u iyice silkelemek suretiyle, sonuçları iyi hesaplanmamış maceradan geri adım atmasına yönelik bir hamle yaptı. Birçok gerekçe ileri sürdü. Gelgelelim Bush, oralı bile değildi ve Chirac’ı hiç dinlemiyordu.

Chirac özetle şunları söyledi:

‘Irak’a karşı savaş, bölgeye tam bir istikrarsızlık getirecektir. İran yanlısı Şiilerin iktidar olmalarına zemin hazırlayacaktır. Suriye’de İran, Lübnan’da ise Hizbullah nüfuzu güçlenecektir. Savaşınız uluslararası meşruluğunu yitirecek ve uluslararası camiada bölünmeler yaşanacaktır. Batılı ülkeler, eski itibarlarını kaybedecekler. Ek olarak terör faaliyeti ortalığı kasıp kavuracaktır.’ 

Bush söylenenleri kulak ardı etmekle kalmadı, Haziran 2002 yılında West Point Askeri Akademisinde, Irak’ı ‘şer devletler’ ekseninde gördüğünü açıkladı. Chirac’a kalırsa ‘Bunun anlamı zaten kırılgan olan bölge dengelerinin iyice altüst olmasıydı. Böyle bir enkazdan siyasi, dini, mezhepçi ve zümreci oluşumlar türeyecekti.’

Irak Savaşı, Batılı devletlerin Sovyetler Birliği’ne galip gelerek çökmesini sağladıkları yolundaki algının sonuçlarından biridir. Kimilerine göre bu çöküş, ‘Tarihin Sonu’ idi. Kimileri de batı üstünlüğünün henüz tamamlanmadığı fikrindeydiler. Tamamlamak için de bazı diktatörlerden kurtulmak gerektiği öne sürüldü. ABD, bunu fırsat bilerek öne fırladı ve diktatör Saddam Hüseyin profiline saldırmaya başladı. 

ADB, o kadar kibirli hale gelmişti ki, ‘Ortadoğu’yu dünya jeopolitiğinin önemli bir parçası ve dünya dengelerinde yaşamsal bir bölge olarak’ görüyordu. Bunu kendi lehine devamlı kılabilmek için de ‘Yeni Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmeye kalktı. 

Gelgelelim gidişat arzuladıkları gibi olmadı.

Soru şudur: 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak ordusuna karşı 49 ülke işbirliği yaparken, neden başta Fransa, Rusya ve Çin olmak üzere bu ülkeler 2003 yılı savaşına itiraz ettiler? Almanya bile ABD’nin yanında refakatçi olmadı.

Esasen Chirac’a göre; Saddam Hüseyin’in BM müfettişlerinin teftişe gelmesine itiraz etmemesi, iktidarındaki kaymak tabakanın altüst olduğunu göstermekteydi. Bu gidişle Saddam rejimi çözülüp parçalanabilirdi. Dolayısıyla askeri müdahale için acele etmemek lazımdı. 

Ayrıca Batılı ülkelerde ve dünyanın birçok yerinde halklar, savaş karşıtı eylemler ve protestolar yapıyorlardı. Savaşa kilitlenmiş ABD yönetimi ise kimseye kulak asmadığı gibi bizi de yalancılıkla suçlamıştı. Mesela Savunma Bakan Yardımcısı ve diplomat Paul Wolfowitz yüzüme karşı şunu söyledi:
‘Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğunu iyi biliyorsunuz ama bunu örtbas edip Saddam’ı korumak istiyorsunuz!’ 

Belirtmeliyim ki ABD, yanında yer almamız için var gücüyle baskı yaptı. Fakat direndik ve reddettik. Mesafeli ilişkimiz oldu ondan sonra. Çünkü Amerikalı yetkililerden, iddialarını kanıtlayacak herhangi bir bilgi belgeyi elde edemedik.

Dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell’in Güvenlik Kurulu konuşmasında elindeki istihbarat bilgileri sağlammış gibi görünüyordu.Lakin 2008 yılında bizzat kendisi bu verilerin mesnetsiz oluşu nedeniyle Güvenlik Kurulu önünde mahcup olmuş ve hayal kırıklığına uğramıştı. 

Kuşkusuz Saddam Hüseyin, kutsal ve ermiş biri değildi. Geçmişte Kürtlere karşı nasıl kimyasal silah kullandığını görmüştük. Ne var ki ABD, onun kitle imha silahlarına sahip oluşuna dair hiçbir delil sunamadı.

Bu münasebetle belirtmeliyim ki tipik bir Anglo-Sakson ittifakı olmakla birlikte dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair’in Bush ile niçin işbirliği yaptığı benim için hâlâ muammadır. 

Çıkarılması gereken derslerin başında BM kurallarına sıkı sıkıya uymak gelir. Ayrıca Irak Savaşı, 400 yıllık Batı hegemonyasının sonu demektir. Aynı zamanda bu savaş, eski çağ ile yenisi arasında önemli bir ayraç sayılır.

Çok kutupluluğa tanık olduğumuz yeryüzünde, birçok yeni güç odağı ortaya çıkmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler yeni bir rol üstlenmektedirler. Mevcut ittifak ve bloklaşmalarda çöküş söz konusudur. Fransa ile Almanya’nın savaş itirazları bunun örneği sayılır. İlk kez Berlin ile Washington arasında ihtilaf yaşanmış oldu o zaman. 

Savaş yoluyla ‘Avrupa bilinci’ oluşturmayı da amaçlayan Irak Savaşı, eski kıtayı savaş yorgunu haline getirdi. 

Amerika’nın yürüttüğü savaş, 1988 yılında İran ile Irak arasındaki küresel savaş kurallarını da ortadan kaldırdı. Halbuki Irak, uygarlıkların kesiştiği yer olmanın ötesinde Türk, Arap, Fars ve Kürt dünyasındaki dengelerin püf noktasıydı. Irak düşünce, Paul Bremer acemi bir şekilde Irak devlet yapısı, ordusu ve Baas Partisi’ni dağıtarak her şeyi altüst etti.  

Uluslararası dengeleri görebilmemiz için, önümüzdeki iki yılı gözlemlememiz ve beklememiz gerekecektir. Zira dünya sahnesinde şu anda Amerika-Çin rekabeti yaşanmaktadır. Tayvan’da Kasım 2024’te başkanlık seçimleri var. Bağlı olarak taraflar arasında gerginlikler ve kışkırtmalar olabilir. 

ABD, Çin ile çatışmasına Avrupa ülkelerini de (NATO kanalıyla) katmaya çalışacaktır. Zira NATO, Haziran 2022 yılı zirvesinde, Çin hakkında ‘Avrasya için tehlikeli’ ibaresini kullandı. Japonya, G. Kore ve Avustralya’nın da bu toplantıya katıldıklarını belirtmem lazım. Buna karşılık Çin, ekonomik ve ticari anlaşmalar yaptığı ülkeleri seferber edebilir.

İlginçtir; şu anda dünya ülkelerinin yarısı Çin’in ortakları konumundalar. NATO üyeleri arasında Çin ile çatışma eğilimine karşı çıkan iki ülke var: Fransa ve Almanya. Nitekim Alman Cumhurbaşkanı Olaf Scholz, Pekin’i ziyaret etmişti. ABD’nin derdi, dünya güvenliğinin NATO eksenli olarak sağlanmasında ısrar etmesidir. 

Savaşın arka kapılarında neler döndüğünü, olayın önemli aktörü olan Ürdünlü meşhur bir politikacının anlatımına dayandıracağız. 

Ürdün eski başbakanı Ali Abu Rağıb, Kral II. Abdullah döneminde 40 ay boyunca sürdürdüğü görevinden sonra (20022-2003 sonbaharı), Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesiyle kesilen siyasi-askeri kulisleri, ilk defa 20 Mart 2023 tarihli Şark’ul Avsat gazetesine açıkladı.

Ali Abu Rağıb görevi sırasında üç önemli olaya tanık oldu: Filistin’deki ikinci İntifada, New York’taki İkiz Kule hadisesi ve Irak işgali. Kendisi Ürdün-Irak görüşmelerinde Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ile gizli veya açık toplantıların müdavimiydi.

Sözü Irak işgalinin bölgede yol açtığı dramatik olayların arkasındaki bulmacanın şifrelerini çözmeye çalışan Ali Abu Rağıb’a bırakalım:

19 Mart 2003 gecesinde Saddam rejiminin düşüşünü izleyen büyük kaos süreci aklımdan hiç çıkmıyor. Savaş narası, mantığın sesini bastırdığından Amerikan yönetimi saldırı güdüsüyle hareket ediyordu. Oysa ellerindeki gerekçeler mesnetsiz idiler. 

Mesela siyasi muhalif Ahmed Çelebi’nin Irak’ın tehlikeli silahları hakkında Savunma Bakanlığına (Pentagon) verdiği bilgiler yanıltıcı ve saçma sapan şeylerdi. Keza Saddam Hüseyin’in damadı Hüseyin Kamil Ürdün’e sığınıp CIA elemanlarına silahlar hakkında bilgiler verdi. Fakat bunlar abartılı rakamlardı.

CIA, işbirliği yapması halinde kayınpeder Saddam’ı birlikte devirme önerisinde bulundu. Bunu kabullenen Hüseyin Kamil, İsrail istihbaratı Mossad ile ortak çalışma önerisini reddetti. Hayal kırıklığı yaşayan damat Irak’a dönüp pişman olmasına rağmen katledildi.

Ayrıca ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Saddam’dan nefret ediyor; oğul Bush’a mektuplar yazıp onu dolduruşa getiriyordu. D. Cheney ile Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ikilisi, tam anlamıyla Saddam karşıtı bir ikili oluşturmuşlardı. Ancak Saddam da bu abartılı iddiaları ve suçlamaları hafifletecek herhangi bir mesaj yahut mektup göndermekten imtina etti.

Saddam Arap dünyasındaki değişim ve dönüşümleri anlayamamıştı. Yardımcıları ve emrindekiler de gerçekçi değillerdi. Her biri Arap dünyasının şaşalı dönemi ve üstünlüğünden dem vuruyor, İsrail’i ortadan kaldırma şiarını haykırıyor, popüler sloganları pervasızca tekrarlıyorlardı.

Ürdün’ün savaştan caydırma girişimleri başarısız oldu. Oysa, bizzat Ürdün Kralı, oğul Bush ile görüşmesinde uyarıda bulunmuştu:

‘Bu savaşı başlatmakla bölge çapında cehennemin kapılarını açmış olursunuz. Mevcut rejimin alternatifi aşırılık ve mezhep çatışmaları olacaktır!’

ABD Başkanı ise açıkça söylemişti: ‘Tarafsızlık istemiyoruz. Bizimle olmayan karşımızdadır!’

Gerçekten öyle de oldu. İlaveten komşu ülkelerin parmakları Irak’ın iç kavgalarında göründü. Bu yüzden Amerikalı askerlerle hasımları Irak caddelerinde ve bölgenin farklı yerlerinde karşı karşıya geldiler.

Irak’ı bir ziyaretimde Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan ile görüştüm:

BM’nin 1284 sayılı kararı gereğince uluslararası müfettişlerin Irak’taki bazı tesisleri gezmelerine izin verilmesi karşılığında ülkeye yönelik ambargonun 3-6 ay arasında kaldırılmasını önerdim.

O da dedi ki: ‘Biz hanemizde casus ve ihanetçi istemiyoruz! Üçüncü Dünya Savaşı çıksa bile bu teklifi kabul etmeyiz! Dahasını söyleyeyim: Ambargoyu kırmak için Ürdün sınırlarını açsın, ondan sonra Arap ülkeleri sizin ardınızdan kapılarını açarlar!’ 

Ona şu cevabı vermekle yetindim: ‘Biz, haddimizi biliriz. Süper devlet değiliz!’ 

Ertesi gün Saddam ile görüşmemde tekrar ettim önerimi. Lakin o da dudak bükerek reddetti. 

Aynı dönemde Arap Zirvesi’nin başkent Amman’da yapıldığı sırada (2001 Mart sonu) Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz bir konuşma yaptı. Her zaman iyi bilinen o esnek diplomatik tavrından eser yoktu. Gayet sert bir konuştu. 

Ürdün ve Suudi delegeleri ile ve Arap Birliği Genel Sekreterliğinden oluşan bir komisyon Irak ile işgal ettiği Kuveyt arasında anlaşma metni hazırladı. Bu anlaşma karşılığında BM teşkilatına, Irak’a dayatılan ambargonun kaldırılması istenecekti. Kuveyt formülü kabullenmişti, Irak heyeti ise başında benimsediği taslağa sonradan karşı çıktı. Çünkü Tarık Aziz’den ret talimatı almıştı.

Vaçgeçmedik. Başta Kralımız II. Abdullah olmak üzere ben (başbakan sıfatıyla) ve birçok kabine üyemiz, üç Iraklı bakan bir araya geldik. Uzun uzun tartıştık. Bu tarihi fırsatı kaçırmanın vahim sonuçlar doğurabileceğini vurguladık.

Ne yazık ki bütün uzlaşma girişimlerimiz geri çevrildi. Böylece bizdeki kozlar ABD yetkililerinin eline geçtiler. Artık savaş, an meselesiydi. 

Öte yandan Irak ordusunun zayıf yanlarını; mesela savaşa hazırlıksız olduğunu ve içten çöktüğünü biliyordum. Elindeki silahların zaman aşımına uğradığını, gerekli bakım ve onarımın yapılmadığının da farkındaydım. Yeraltındaki silah tersanesinin varlığı bile kötü bir Irak propagandasıydı. 

Ürdün, Amerikan askerinin ülkesinde bulunmasından yana değildi. Ancak üzerimizdeki ABD baskısı o kadar yoğundu ki, sırf bundan kurtulabilmek için Ezrak mıntıkasında helikopter pisti kurulmasına izin verildi. Bunun üzerine içerideki muhalifler olayı abartarak dillerine doladılar. 

Savaşın başlamasına ramak kalmışken Saddam Hüseyin, yardımcısı İzzet El Duri’yi Kral II. Abdullah’a gönderip, ondan iki taraf arasında arabulucu olmasını istedi. Ben de El Duri’ye sordum: ‘Irak ile ABD arasında mutabakat sağlanması için elinizde ne var?’

Baktım ki İzzet kem küm ediyor ve belirli bir madde ve şart öne süremiyor; ‘Kral, bizim adımıza konuşabilir; onun kabul ettiğine razı oluruz’ tarzında bir şeyler söylüyor. Bu gevelemeye itiraz ettim. ‘Bu tür muğlak ifadeler başlamakta olan savaşı durdurmaya yetmez’ diyerek kestirip attım.

Bu kez, şaşırma sırası ona gelmişti. Tekrar sordum: ‘Elinizde sunabileceğiniz ne var? Mesela İsrail ile barış mı?’ Bunun üzerinden yerinden fırlayarak, ‘Irak caddelerindeki herhangi bir ihtiyar bile İsrail ile barıştığımı duyarsa yüzüme tükürür’ diye yanıtladı. 

Savaştan birkaç gün önce Körfez ülkelerini ziyaretimiz sırasında Birleşik Arap Emirlikleri yetkilileriyle görüştük. Bize, savaşın başlama tarihini açıkça söylediler ki, esasen bilinen bir rivayet idi. Bunun üzerine Ürdün’de 800 bin tonluk ihtiyat petrol stoku yaptık. Çünkü savaş boyunca Körfez ülkeleri günde 50 bin varil göndereceklerdi.

ABD’nin başkent Amman’daki Büyükelçisi bizi ziyarete geldi; erzak stoklamaya ve gelecek Iraklıları himaye etmeye yönelik adımları kamuoyuna duyurmamızı istedi. Bizi zor durumda bıraktığını görünce, basın toplantısına gazetecileri çağırarak, ‘ABD Büyükelçisi de bulunacak; her türlü soruyu sorabilirsiniz’ diyerek işaret verdim.

Ayrıca toplantıda ABD’nin elinde delil olmadan bu savaşı çıkarmasını eleştirdim. Çünkü açılacak cehennem kapılarından çatışmacı mezhepçiler ile terör hareketleri çatışma sahnesine çıkacaklardı. 

Başbakan olmasaydım, Ürdün halkının savaş karşıtı tutumunu benimserdim. Evet, Irak Kuveyt’i işgal etmekle hata yapmıştı. Ancak bu sefer de hatalı olan ABD idi. Ne yazık ki Irak yönetimi, orta yolu bulmak yerine ABD’nin eline savaş için koz vererek kendi sonunu getirmiş oldu.

Bölüm sonunu ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi eski Başkanı ve Demokrat Parti Senatörü Bob R. Menendez’in Şark’ul Avsat gazetesinde yayınlanan 20 Mart 2023 tarihli söyleşisindeki tesbitleriyle sonlandırmak isterim:

Savaş Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırdı… Bazı tahminlere göre 4 binden fazla ABD personelinin ve yarım milyondan fazla Iraklının ölümüne yol açtı.

Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırdı, İran’ın etkisini güçlendirdi. El Kaide’yi bölgesel bir ‘kurum’ haline getirdi ve DEAŞ gibi terör örgütleri yarattı.

Bu savaş, ortaklarımızın desteklemediği, ABD’nin bölgeyi ne ölçüde anladığı sorularını gündeme getiren ve uluslararası arenada ABD liderliğine zarar veren bir savaştı.

https://www.indyturk.com/node/621366/haber/frans%C4%B1z-cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1-m%C3%BCste%C5%9Far%C4%B1-ile-eski-%C3%BCrd%C3%BCn-ba%C5%9Fbakan%C4%B1-anlat%C4%B1yor-20-y%C4%B1l-sonra