Birinci bölümde deprem hakkındaki ezber dışı notları yayınlamıştık. Bu bölümde ise iklim başta olmak üzere diğer doğal afetlerle insan üretimi teknolojik atıkların yol açtığı facialar üzerinde duracağız.

Sosyalist kesimlerce iyi bilinen yazar ve düşünür Fikret Başkaya, 15 Şubat’ta mailime ilettiği “Bir tekrarın utancı” başlıklı makalesinde, kâr amaçlı doğa tahribatı ile sosyal sorunların ana nedenine değiniyor:

“Yegâne ereği kâr etmek ve kârı büyütmek olan, her türlü etik (ahlâkî) değere yabancılaşmış bir sosyal sistemde bir şeylerin sarpa sarmaması mümkün değildir. Üretimin aslî (birincil) amacının insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kârı, dolayısıyla sermayeyi büyütmek olduğu durumda, sadece sosyal mahiyetteki sorunlar değil, doğa tahribatının da derinleşmesi, yaşamın temelinin aşınması kaçınılmazdır… Kapitalizm dahilinde üretim artışına sosyal kötülüklerin (işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, aşağılanma…) ve ekolojik yıkımın eşlik etmesi de sistemin mantığının, temel eğilimlerinin doğrudan sonucudur…”

Jeolog Prof. Dr. Celal Şengör ise doğrudan tabiat kanunlarına vurgu yapıyor: “Tabiatın dini yoktur, tabiat oy da vermiyor.” Bizce de tabiat kimseden oy da onay da istemiyor. Dolayısıyla doğanın kurallarına aykırı davrananlar, doğanın cem gazabına uğruyor. Bilim ve aklın kötü maksatlarla kullanılması yeraltı ve yer üstündeki bitki örtüsüyle tüm canlı türlerinin katliamıdır.

Bu yüzdendir ki doğal afetleri (kasırga, sel baskını, tufan, deprem, yangın vs) kaçınılmaz tabiat olayları olarak görüp değerlendirmek gerçekçi değildir. Mesela cüruf yığınlarından oluşan tepeler yüzünden hava, toprak ve su kirliliği yaşanmakta bunlar da insanlarla diğer canlı türlerinin sağlığını olumsuz etkilemektedir.

Somut bir örneğini Muğla ve çevresinden verelim:

Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü Deniz ve Kıyı Yönetimi Daire Başkanlığı tarafından deniz çöpleri ile ulusal olarak etkin mücadele sağlamak amacıyla, ‘Sıfır Atık Mavi Hareketi’ sloganı ile başlatılan ‘Deniz Çöpleri İl Eylem Planları’ kapsamında gerçekleştirilen çalışmaların sonucunda: “Bugüne kadar deniz yüzeyi, dibi ve kıyılardan yaklaşık 180 bin ton atık toplandı. Atıkların 135 bin tonu plastik çıktı. Denizlerin sürekli temiz tutulmasına ilişkin yapılan çalışmalara destek amacıyla 2022 Temmuz ayında Muğla’da 2 adet deniz süpürgesi görevlendirildi ve bugüne kadar 13 bin 121 kilogram deniz çöpü denizden toplanarak bertaraf edildi.”

Buraya kadar görece olumlu bir girişimden söz ediliyor. İyi haber! Bundan sonrası ise ikna edici olmaktan uzaktır: “Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı; çevre, doğa, toprak ve denizlerde yaşanan kirlilik nedeniyle doğayı, çevreyi ve denizleri korumaya yönelik bir strateji izliyor. Bu kapsamda, denizdeki kirliliğin önüne geçmek, deniz canlılarını korumak, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için çalışmalar aralıksız devam ediyor.” (https://csb.gov.tr/deniz-copleri-il-eylem-planlari-kapsaminda-180-bin-ton-atik-toplandi-bakanlik-faaliyetleri-36278, 31 Ekim 2022.)

Gerçekten öyle mi? Doğruysa, niçin HES’ler var? Akarsular, göller ve denizler atıklarla nasıl doldurulmuş? Varsayalım ki, birkaç kendini bilmezin işidir kirletmek. Peki, bunlar hangi anlayışla yetiştirildiler? O kirletici maddeler kimler tarafından üretiliyor ve hangi çevre kurallarına uyularak imal ediliyor? Burada merkezi iktidarın olduğu kadar yerel yönetimlerin de ciddi sorumlulukları vardır.

İkinci somut örnek, uluslararası ölçektedir. Türk Deniz Araştırmaları Vakfı sitesindeki bilgilere birlikte bakabiliriz:

“Biz ülke olarak denizlerin korunması sorununu yeni yeni anlamaya veya keşfetmeye başladık… Oysa son yıllarda çok şey değişti. Çok kişi kirlenme konularına el atmaya, sorgulamaya başladı. Çünkü dünyadaki gelişmelerden herkes etkilendi. Türk bayraklı bazı gemiler başta İngiltere olmak üzere birçok ülkede denizi kirlettikleri için çok ağır cezalar aldılar. Ne olursa olsun bir değişim süreci yaşıyoruz.

Denizlerin Gemilerden Kirlenmesini Önleme Uluslararası Sözleşmesi (MARPOL 73-78) başta olmak üzere birçok yerde gemilerden atılan çöpler karşımıza çıkıyor. Biz (Türkiye) 2001’deki araştırma seferlerinde 1 millik alanda ortalama 4 kg’lık bir çöpü güverteye aldığımızı kaydetmişiz. Ekim 2007 ve Şubat-Mart 2008’de ise 100 metrelik derinliklerdeki çöp oranının 128 ile 1320 parça arasında değiştiğini gördük. O halde, binlerce geminin geçtiği Marmara Denizi’nin adeta bir çöplük olarak kullanılmasından vazgeçilmesi konusunda neler yapabileceğimizi düşünmeliyiz.

Hollanda kıyılarında yapılan araştırmalarda toplam çöplerin % 49’unun gemilerden atıldığı ortaya çıkmış durumda. Yine kilometre başına 1800 parça plastik madde hesaplanmış. İngiltere’de yapılan çalışmada ise 29 bin 870 parça ip ve 6381 parça balık ağı ele geçirilmiş.

Yapılan hesaplamalar, her yıl 1 milyon kuşun, 100 bin deniz memelisi ve deniz kaplumbağasının plastikler nedeniyle öldüğünü gösteriyor. Bu ölümler genellikle ağa takılma ve boğulma olarak görülüyor. Bu hayvanların ağlardan kurtulma şansları oldukça düşük. Yine, 77 tür deniz memelisinin yanlışlıkla plastik yiyerek boğulduğunu veya bu nedenle enfeksiyonlara yakalandığı biliniyor.

Gemi kökenli çöpler sadece deniz canlılarını etkilemekle kalmıyor, kıyı ve plajlarda da ekonomik kayıplara da neden oluyor… Mesela onlarca kuş türünün midesinde balık ağı parçaları bulunuyor… İngiltere’de 1998’de yapılan bir araştırmada sadece 167 km’lik bir sahilde 322 bin 751 parça çöp toplandığı kayda alınıyor. (https://tudav.org/calismalar/kirlilik/denizel-copler/denizel-copleri-ulusal-formu/)

Doğa tahribatının tipik bir örneğini sergileyen “Atom Tuvaletleri” hikâyesini iklim aktivisti Ganime Gülmez’in 2018’de kaleme aldığı makalesinden izleyelim:

“Teknoloji geliştikçe, aletlerin üzerine bir yenisi eklendikçe; küçücük bir evin enerji ihtiyacı bile yüzyıl öncesine göre yüzlerce kat arttı! Teknolojik gelişim atom enerjisinin, dönüştürülme uygunluğuna mahkûm. Yani her gün kullandığımız enerji bu. Birçok Avrupa ülkesi nükleer santrallerin kendi topraklarındaki sayısını azaltsa da bizde Karadeniz’den Akdeniz’e uzanmakta bu santral zincirleri. Sızım sızım canlanıveriyor Kâzım Koyuncu’nun ‘Ben kanserim, gelecek kuşaklar için HAYIR diyelim!’ sözleri.

Son 60 yıl içerisinde 350 bin ton yüksek radyoaktif ışını taşıyan atom çöpleri şuraya buraya defnedildi. En yetkili nükleer enerji uzmanına soru yöneltiyorlar. Sınır Tanımayan Doktorlar mensubu biri şöyle diyor: ‘Bu çöpler, milyonlarca yıl geçse de ışınlarını etrafa saçma riski taşıyor. Bu çöpleri gömme işinde çalışanlar, ailelerinin geleceğini kurtarmak adına üç kuruşa ölümü göze almış vaziyetteler. Bu riski yok etmemiz imkânsız. Dünya yerle bir olacak. Yani tek çözüm atom enerjisi kullanmamak değil mi?’

Nükleer enerji uzmanı hiç ama hiç abartısız; eski Kara Murat filmlerinde ormanda hayvan avlayıp, ateşte pişirip dişlemenin sevincini canlandıran oyuncu gibi göbeğini kaşıyıp, dişlerini gösteren ilkel bir hareketle kamera önünde şu cevabı veriyor: ‘Eeee! Her evin bir tuvaleti var değil mi? Atom enerjisine de tuvalet şart.’ Doktor araya giriyor: ‘Ama sonradan yayılacak ışınları ve yerküreye verdiği zararları engellemek imkânsız!’ Pis bir kahkaha atarak cevaplayan o koca uzman (!) şöyle diyor: ‘Neyi engellememizin imkânı var ki? Önümüzdeki yüzyılın tuvaletini garantilemenin sevincindeyiz şimdi. Gelecek 3000 nesil garanti altında, ışınlar o kadar çabuk kapsüllerden yayılamaz!

Devamını da G. Gülmez’in iletisinde buldum:

“Bu tuvaletleri denizlerin dibine istifleyenlerin dahi ölümle burun buruna olduğu bilinerek, (Japonya, ABD benzeri gelişmiş kapitalist ülkeler-F.B.) yoksul ülkelerden ekiplerle yapmaya başladılar bu işi. İşçi olarak alınan insanların hepsi öldü. Ancak ailelerin sigortası yapıldı. Yani canlarını ortaya koyarak ‘ailelerini kurtarma işi’ denilen bir sektör türetildi. Üstelik bu iş hâlâ yürürlükte! Birileri (Kenyalılar, Tayvanlılar, Siyahlar vb.) bunu yapmak zorundalar.

Sınır Tanımayan Doktorlar ve Gazeteciler (bizzat benim şehrimde yaşayan doktorlar da var içinde), resmi olarak sayısız yetkiliyle görüşerek koca bir belgesel hazırladılar… Bu Atom Tuvaletleri’ni başka sulara taşıyarak, ‘Böylece bizi en az bir 100 yıl idare eder’ demekteler bu işin sorumluları. Ne var ki hangi denizlere taşıdıkları koca bir sır! Çok cepheli bitip-tükenmeyecek bir katliam zinciri…

Bu ‘Atom Tuvaletleri’ belgeselini; direkt benim şehrimde düzenlenen bir etkinlikte, katkı sunan doktorlarla izleme şansım oldu. Daha sonra tonlarca şey okumak durumunda kaldım.

Nükleer atıklar, muazzam derecede korumalı tüplerle denizlere gömülmüş. ABD’de bile Kızılderililerin yaşadığı kıyılara gömmüşler. Bu korumalı tüplere rağmen radyoaktif ışınların engellenmesinin imkânsızlığı ve doğaya-canlılara verdiği zararın göz ardı edilemeyecek boyutları patlayınca da ‘Denizlerden vazgeçtik, denizlere gömmeyeceğiz!’ duyurusunu yapmışlar. Ancak yalan!”

Yeri gelmişken belirtmem gerekir: “Atom Tuvaletleri” hakkındaki belgesel film, İsviçreli (Basel doğumlu) rejisör Edgar Hagen yapımı. Kendisi Basel ve Berlin Üniversitelerinde felsefe okumuş. Sosyal ve çevresel sorunlara dikkat çeken belgeseller yapıyor. “Yeryüzüne En Güvenilir Yolculuk!” başlıklı filmi, Locarno Film Festivali (İsviçre) sırasında gösterime sunulmuş. E. Hagen, belgeselinde dünyadaki çeşitli depoları yakından inceliyor. Atıkların istiflendiği geçici ve kalıcı depolama tesislerini bizzat görüp filmini çekebilmek için dünyanın diğer ucuna kadar gidiyor. Nükleer atık uzmanı Charles McCombie ve diğerleri ile röportajlar yapıyor.

Almanca söyleşiyi, yurtdışındaki bir dostumun yardımı ile şöyle özetleyebildim:

“Şu anda 350 bin ton insan yapımı nükleer atık var ve nasıl güvenli bir şekilde depolanacağına dair bir çözüm yok. Oysa tehlikeli radyasyonun dışarı çıkması yüz binlerce yıl alıyor. Her yıl 10 bin ton daha fazla olacak.

Şu anda sadece ‘ara çözüm olarak geçici depolanan’ nükleer atıkların yanı sıra önümüzdeki yıllarda üretilecek olan nükleer atıklar meselesinde şu soru ön plana çıkıyor: Önünde sonunda nerede ve her şeyden önce nasıl bertaraf edilecek bu atıklar?

İsviçre’deki yoğun nüfuslu bölgeler mi, Almanya’daki Gorleben mıntıkası mı, Çin’in Gobi çölündeki göçebe bölgeleri mi yoksa ve ABD’deki genç bir volkanın etrafındaki alan mı?”

Etkilenen bölgelerde yaşayanlar ve nükleer enerji karşıtlarının yanı sıra, nükleer enerji savunucuları ve veri depolama uzmanları da bu filmde fikirlerini söylüyorlar. Bu arada belgeselin çekilip kamuoyuna gösterilmesi üzerine, ‘atom tuvaletleri’ projesine bir şekilde katılan uzmanlar da tepkiler karşısında istifa etmişler. Belgeseldeki son söz ise oldukça çarpıcı: ‘Eğer tedbir alınmazsa canavar serbest kalacak!”

Belgesel için şu linke bakınız: https://www.google.com/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=&cad=rja&uact=8&ved=2ahUKEwi13bC04Yr9AhXoi_0HHeyoB3AQwqsBegQIHRAE&url=https%3A%2F%2Fwww.youtube.com%2Fwatch%3Fv%3DZEb6mgnQqC4&usg=AOvVaw0FEgWRswuHkyz2rgT39xu1

Çevreci aktivistlerin pek çoğu gibi Gülmez’in de sıra dışı iddiaları söz konusu:

“1960’lardan beri bilimsel olarak ölçülebilen ve ‘İklim Adaleti’ talebinin en acılı adaletsizliğinin patladığı-patlayacağı ülke: Türkiye!

İklim Adaleti, ‘Kâr değil, insan!’ sloganıyla özdeşleşti. 1960’larda atmosfere karbondioksit salınımında çok zararlı bir noktaya gelindiği ölçülebiliyor artık. Eski Sovyetler Birliği, bu konuda muazzam keşiflere imza atmıştır, düşünün! Ve ardından, buna göre bazı ülkelere bindiriliyor ağır sanayi posaları…

Sonra teknoloji ilerledikçe, bunu daha da iyi hesaplayarak yapıyorlar: Akkuyu Termik Santrali mesela. Ya da plastik çöp atıklarının Karadeniz’e istiflenmesi vb sayısız tahrip edici faktör yoksul ülkelerin coğrafyalarına tamponlanıyor.

Kısaca: Bu diyarlar özenle korunmaya, kapitalist üretimin zorunlu atıkları-etkileri de bizim gibi ülkelere transfer edilmeye başlanıyor. Meselenin özü şudur: Adaletsiz bir iklim koruması!” (https://sendika.org/2023/01/lutzerath-200-gunluk-bir-direnis-674754/)

Ganime Gülmez’in yakın geçmişteki izlenimlerine de bakalım:

“14 Ocak 2023’te iklim aktivistleri doğanın farklı teknolojik araçlarla kirletilmesini protesto için Almanya’nın Lützerath şehrinde toplandılar. 14 Ocak’tan çok önce hazırlanmış olan direniş ve protestoları 200 gün sürdü. Onları engellemeye çalışan polisle aralarında arbede yaşandı. Sonuç olarak kompleks (çetrefilli ve karmaşık) bir ‘hukuki mücadele’ yolu göründü. O zamandan beri yürüyüş organizasyonları sürüyor.”  (https://vimeo.com/791925527)

Bilindiği gibi Paris Anlaşması, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) kapsamında, iklim değişikliğinin azaltılması, adaptasyonu ve finansmanı hakkında 2015 yılında imzalanan, 2016 yılında yürürlüğe giren bir anlaşmadır. Mart 2021 itibarıyla, BMİDÇS’nin 191 üyesi anlaşmaya taraftır. Ganime Gülmez’in bu konuda da ciddi eleştirileri var:

“İklim Zirveleri’nde sadece İklim Sözleşmesi’ne imza atan 195 ülke hızla değerlendiriliyor. Paris İklim Sözleşmesi; çözüm bulmak üzere değil, bu denetimi merkezileştirmek üzere hazırlanmış bir çaputtan ibaret… Yeryüzü çaresiz bırakıldığından; ‘felaketler yaşayan ülkelere şu kadar milyon euro yardım yapacağız’ diye kapatılıp bitiriliyor.

Sunulan bilimsel veriler net olduğu halde, Paris İklim Sözleşmesi ‘veriler net değil’ manipülasyonunu yaymak üzere imzalanıyor… Katılan gazeteci canlı olarak aktarmış bunu. Asıl olarak, emperyalist ülkelerin daha ne kadar yaşatılabileceğine dair pansuman tedbirler üretiliyor.

İklim aktivistleri, 200 üniversitenin buluştuğu zirve öncesinde uzmanlar aracılığıyla sayısız rapor sunmuştu. Ancak iki satırla geçiştirildi ve haber konusu bile yapılmadı… ‘Yoksul ülkelere yardım’ kotasını belirleyip kalktılar. Ki o ülkelerde, kendi ihtiyaç duydukları üretim zincirleri olabildiğince dönmeye devam etsin.

Türkiye’ye gelince… Ocak ayında Meclise ‘İklim değişikliği raporu hazırlansın’ (ki bu rapor yeryüzü sıcaklığı açısından toprağa ait verileri ölçmeyi kapsıyordu) önergesi verildi ama reddedildi. Avrupa ülkelerinde bu doğal-bilimsel bir sorumluluk olarak yapılırken, bizim gibi ülkelerde yasak! Tüm bu araştırmalar ABD ve Avrupa tekelinde…

Uluslararası düzlemde en azından 3 Mart 2023 İklim Grevi’nde İngilizce-Almanca, ‘Türkiye’de iklim değişikliği raporu talep etmek dahi yasak. Türkiye’de jeoloji mühendisleri yetkisiz bırakıldı. Toprak altında ne tür bir değişim olduğunu öğrenmemiz bile yasak. Bunu uluslararası platformlarda da duyurmak şarttır…’ deniliyor.

Bilmezdim: Türkiye’de Fen Bilimleri kapsamında bazı konular tamamen müfredattan kaldırılmış! Son 20 yıldır, Dijital Medya olanağına rağmen Tabiat-İnsan yönlü gündem ve kavramlar adeta literatürden silinmiş veya ilkokul düzeyinde bıraktırılmış.

Öte yandan haberlere dikkat ediniz: Ukrayna işgali sonrası bambaşka yetkilerle Türkiye Katar’dan Suudi Arabistan’a dek her yerde ‘Kumandan’ rolünde yansıtılıyor. Savaşın asıl görevleri bu cephedeyken, angarya bütün işler Türkiye’ye yüklendi. AKP de bu şekilde palazlandıkça palazlandı…

Son 10 yıldır değişik şekillerde sahneye yerleştirilen bu Türkiye imajı, ‘Yeni Emperyalizm’ teorilerini de doğurdu. Türkiye için ‘Yeni Emperyalist’ denilerek bu hususta kitaplar yazanlar oldu. Şimdiye dek ekmek bulamayan ahalinin gözünde dahi aksettirilen bu ayna, depremle birlikte tuzla buz oldu…

Arap-Kürt-Ermeni-Süryani-Yezidi mozaiğinin coğrafyası çöktü. İnsanlar günlerce can çekişerek öldü. Donmakla yüz yüze diğerleri!

İklim Aktivistleri bildiriyorlar: Seller-depremler-patlayan lavlar-eriyen buzullar-salgınlar-bombalar… Ve en tepedekiler bizleri birer böcek gibi izliyorlar: ‘Daha hangi topraklar işimize yarar?’ diyerek.

İklim konusunu Max-Planck-Institute (İleri Bilim İçin Max Planck Topluluğu, kâr amacı gütmeyen bağımsız bir araştırma kuruluşu-Almanya) direktörüne sormuşlar. Adam apaçık,  ‘Kapitalizm insanlığı neden uyutmak zorunda-nasıl uyutur’ sistemini anlatmış.

Bombalarla ilgili bir örnek: 2018’den itibaren, Kore’de yeni-izi gelişkin tarayıcılarla dahi sürülemeyen denizaltılardan binlerce km. uzağa fırlatma gücüne sahip olan roket fırlatma deneyleri yapılmış. Bunların deniz altında yaratabileceği deprem büyüklüklerini ve yeryüzüne (ada ülkelere) verebileceği zararları (tahminen) hesaplamış fizikçiler.”

Sonuç babından bizim de katıldığımız birkaç tespiti öne çıkarabiliriz:

Devrimci sosyalist ve kadın hakları savunucusu Alman kadın politikacı Clara Zetkin, 2 Temmuz 1920’de şunları yazmıştı: “Seçimler, yaklaşık üç hafta boyunca politikacıların ve parlamenter kahve falcılarının elleri yüreklerinde olduğu bir yönetim kriziyle sonuçlandı. Bütün büyük partiler ellerini yönetme iktidarının heyecanıyla ovuşturdular; ama bir tanesinin bile yönetim politikasının sorumluluğunu tek başına almaya cesareti yoktu. Hepsi sağ ya da sol partiler aracılığıyla kamufle olmak istediler.”

2023’te Ganime Gülmez yazıyor: “En yetkili uzmanlar: ‘Bu fay kırılmalarında sadece doğal bir enerji boşalması değil, teknoloji-insan eli faktörü de önemli bir rol oynadı’ açıklamasını yapmak zorunda kaldılar. (Dünyanın egemenleri açısından) Yaraların sarılma dönemi kapandı artık, yaraları kanatma asrı bu asır: Dünya çapında bu böyle… Çünkü kıtalar-denizler arası levhalar patladı. Tüm yeryüzü, daha büyük bir tehlikede artık, bunun önlemini üretmeye çalışıyorlar. Pakistan, Filipinler, Türkiye-Ortadoğu kimin umurunda…”

Fikret Başkaya ise 15 Şubat’ta tarihten bir örnek veriyor: “İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında Paris’te bir dünya yazarlar konferansı toplanıyor. Kürsüye çıkan her yazar, dünya barışından, halkların kardeşliğinden, eşitlikten, özgürlükten söz ediyor… Harika şair, oyun yazarı Bertolt Brecht, doğruca kürsüye yürüyor, mikrofonu kapıyor, ‘yoldaşlar gelin üretim ilişkilerini tartışalım’ diyor… Ben de bu vesileyle sadede gelelim, asıl tartılması gerekeni tartışalım, şeyleri adıyla çağırmaya cüret edelim diyorum…”