GİRİŞ:

Birinci dünya savaşı sonrasında,, dillere şöyle bir fıkra dolanır. Yahudi düşmanı ve önyargılı biri,

  • “Savaşı Yahudiler çıkardı.” der.
  • “Evet” der karşısındaki ve peşi sıra ekler, “Yahudiler ve bisikletçiler”
  • “Neden bisikletçiler?” diye sorar bu kez.
  • “Neden Yahudiler?” şeklinde cevap verir karşısındaki.

Savaş sonrası Yahudi toplumuna yönelik oluşan bu önyargının, günümüz Türk entelijansiyası içinde hatırı sayılır bir kesimin “milliyetçi ideolojiye” bakışlarındaki önyargıya denk olduğunu söylersek abartmış olmayız. Çünkü, bahsettiğimiz bu kesim son iki yüz yıldır yerküre üzerinde yaşanan tüm kötülüklerin tek sorumlusu olarak bu ideolojiyi görüp, neredeyse tüm savaşların ve felaketlerin faturasını da ona çıkarmaktadır.

Türk entelijansiyasında milliyetçi ideolojiye yönelik bu önyargı ise masum olmayıp özünde manipülatif bir içerik barındırmaktadır. Bunun gerisinde yatan temel olguysa bu kesimin, yüz yılı aşkın süredir ülkenin en can alıcı sorunu olan Kürt meselesine yaklaşımlarında sergiledikleri samimiyetsiz tutumdur. Herkesin bildiği üzere, Türkiye’nin teritoryal sınırları içerisinde egemen bir Türk kimliğinin yanı sıra bir de Kürt milleti gerçekliği vardır. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise gerek devletin temel yapısı gerekse resmi paradigması bağlamında tamamen Türklük üzerine inşa edilmiş, bu ülkede kadim olarak var olagelen diğer bir millet olan Kürtler ise tamamen yok sayılmıştır.

Aradan geçen yüz yıllık süreçte Kürtler, bu tarihsel adaletsizliğe karşı itirazlarını bir millet olarak, her geçen gün daha yüksek perdeden dile getirmeye devam ettiler. Dolayısıyla sorun “milli” bir sorun olup, bu sorunun çözümü de isminden de anlaşılacağı üzere “milli” olmak zorundadır. Yüzyıldır var olagelen bu sorun, Kürtlerin bir millet olmaktan doğan haklarını tesis etme sorunudur. Bu bağlamda Kürtlerin, kendi meselelerinin çözümü noktasında belirleyecekleri siyasetin de yine milli bir çerçevede olması zorunludur. Daha net bir ifadeyle Kürtlerin kendi milli haklarını talep etme noktasında kaçınılmaz olarak, milliyetçi bir program ve perspektif ortaya koymaları gerekmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’de bu kesimlerin milliyetçiliğe her durumda olumsuz bir anlam yüklemeleri, özünde Kürtleri manipüle etmeye yönelik, iyi niyetten yoksun bir amacın neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yine Türk toplumunun yüz yıllık milletleşme –ya da hala milletleşememe- gerçekliğini irdelediğimizde, bu toplumun birbirine zıt gibi görünen tüm ideolojilerinin, bir biçimde milliyetçiliği içselleştirmiş oldukları gerçeğini de görmekteyiz. Özellikle Türk entelijansiyası içerisinde gerek İslamcı-ümmetçi, gerekse sol-sosyalist ideolojilerin ruhuna çok güçlü bir milliyetçilik sirayet etmiş durumdadır. Hal böyle iken bu kesimlerin Kürtlere, milliyetçilikten uzak durmaları gerektiğini salık vermeleri de kendi içinde ayrı bir paradoksa işaret etmektedir.

Anılan kesimlerin milliyetçiliğe karşı bu manipülatif yaklaşımı, kendi içinde konformist bir muhteva da barındırmaktadır. Sonuçta egemen bir milletin mensubu olan bu kesimler, sahip oldukları mevcut tüm milli hakların, bir “milli mücadele” sonucu ve milliyetçi bir siyasetle elde edildiğinin bilincindedirler. Netice olarak, milliyetçilik üzerine yukarıda anlatmaya çalıştığımız nesnel durumdan kaynaklı ön yargıların Kürt toplumunu da belirli bir düzeyde etkilediği gerçeğinden hareketle, bu ideolojinin yeni bir bakış açısı çerçevesinde ve objektif olarak ele alınıp analiz edilmesi zorunluydu.

Elinizdeki kitap, bu temelde milliyetçi ideolojiyi her türlü ön yargılardan azade ve objektif bir biçimde analiz etmeyi hedeflemek suretiyle, milliyetçiliğe yeni bir bakış sunmaya çalışmaktadır. Bu yeni bakışı sunmaya çalışırken yapılacak şey, öncelikle onu nesnel bir biçimde tanımlamak, akabinde ise yerküremizin bugün geldiği uygarlık düzeyindeki başat rolü konusunda ona, hakkını teslim etmektir.

İlkinden, yani milliyetçiliğin tanımından başlayacak olursak, bu tanımlama aslında son derece yalın ve nettir. Bu da, bireyin, ait olduğu milletinin çıkarlarını kaygılarının merkezine yerleştirmesi ve onu dünya uygarlığı içerisinde hak ettiğini düşündüğü üst düzeye taşıma gayretidir.

İkincisi ise, bu çerçevede milliyetçiliğin, dünya uygarlığının bugün geldiği noktadaki başat rolüne vurgu yapmakta ve milliyetçiliğin, yeni çağla birlikte ortaya çıkan modernleşme, kalkınma, endüstrileşme ve sonuç olarak demokrasinin temel yaratıcı dinamiği olduğunu savunmaktadır.  Buna bağlı olarak da milliyetçiliği, modernizmin bir sonucu olarak gören yaklaşımın tersine, modernizmin bizzat milliyetçilik tarafından yaratıldığını ortaya koymaya çalışmaktadır. Milliyetçilik üzerine yapılan ve onu modern çağın bir nevi belası olarak gösteren kimi spekülasyonlara karşın bu kavramın insanlığın moderniteye, kalkınmaya ve uygarlığa giden yolunun kilometre taşlarını döşediğini savunmaktadır. Yine bununla beraber, milliyetçiliğin, 18. Yüzyıldan başlayarak günümüze kadar uzanan süreçte, tüm dünyada ezilen milletlerin bağımsızlık mücadelelerinin temel dinamiği olduğu gerçeğini de tüm yönleriyle ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Yine “millet”i tanımlama noktasında Marksist teorilerin yanlışlığı ortaya konulmaya çalışılırken, milletlerin milliyetçiliği değil, tersine milliyetçiliğin milletleri yarattığı şeklindeki modernist tezlerin yanlışlığı üzerinde de durulmuş, tarihsel süreç içerisinde kadim milletlerin zaten var olduğu, dolayısıyla milletlerin milliyetçiliği yarattığı gerçeği irdelenmiştir.

Türkiye’ye dönecek olursak, yine bu çalışma, Kürt meselesini bir millet meselesi olmaktan çıkaran ve bunu bireysel bir insan hakları meselesine indirgeyen yaklaşımın tutarsızlığını da, başka bir perspektifle ortaya koymaya çalışmaktadır. Çünkü, söz konusu sorun bireysel bir insan hakkı sorunu değil, bir milletin millet olmaktan doğan haklarının teslimi sorunudur.   Anılan kesimin bu negatif tutumunun temelinde yatan temel olgu ise, “Hâkim Ulus Kibri”dir. Dolayısıyla, “millet”, “milliyetçilik” ve “bir milletin millet olmaktan doğan hakları” kavramlarının irdeleniyor olmasının yanı sıra, bu kesimde içkin olarak var olan “Hâkim Ulus Kibri” de kitabın ilerleyen sayfalarında detaylı bir şekilde ele alınmıştır.

Bu noktada şunu da vurgulamalıyız ki, Türkiye’deki Kürt millet gerçekliğinden kaynaklı bu sorunu tanımlarken sıklıkla “Kürt Sorunu” kavramı kullanılmaktadır. Oysa bu kavramın kendisi başlı başına sorunludur. Çünkü Türkiye’de bir “Kürt Sorunu” değil, Kürtlerin bir millet olmaktan doğan haklarının gasp edilmesi sorunu vardır. Bu da özünde bir “Türk Sorunu”na işaret etmektedir.  

Yine milliyetçiliği tahlil ederken öne sürülen yanlış tezlerden biri, belki de en önemlisi bu ideolojinin sonuçta Irkçılığa ve Faşizme evrilebileceğine ilişkin tezdir. Oysa ki bu tez, kendi içinde iki vahim hatayı bir arada barındırmaktadır. Bu hatalardan birincisi; milliyetçiliğin özü itibarıyla en aşırı biçiminin bile bu ideolojileri yaratmadığı gerçeğini göz ardı etmesi, ikincisi ise, bu iki ideolojinin, yani  ırkçılık ve faşizmin ruhunu belirleyen ve bunlara can veren esas olguları görmezden gelmesidir.  Bu da, bu iki ideolojiyi, objektif bir biçimde analiz etmemize engel olmaktadır.

Dolayısıyla kitapta, milliyetçiliğin en aşırı biçiminin bile ırkçılığa ve faşizme dönüşemeyeceği gerçeğinin yanı sıra, ırkçılık ve faşizmin milliyetçilikle hiçbir bir bağlantısının olmadığı da detaylı bir şekilde ortaya konmaya çalışılmıştır.

Gerek faşizm gerekse de ırkçılık, özünde milliyetçiliğe karşı bir isyandır. “Almanya’da Nazilerin “1789 çöktü” iddiası da İtalya’da Faşistlerin Fransız Devriminin “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” ilkelerinin yerini “İnan, İtaat Et ve Savaş” ilkelerinin alması[1] da bunun somut bir ifadesidir.  Diğer yandan aklı başında herkes, “ırk” kavramı ile “millet” kavramının, birbirleriyle hiçbir ilgisi olmadığı gerçeğini teslim etmek zorundadır.

Sonuçta millet; aynı dil, kültür, tarihsel köken ve geleneklere vs. sahip insanların oluşturduğu kültürel bir varlık olup milliyetçilik de bu bağlamda bir millete bağlılık inancını ortaya koymaktır. Irkçılık ise insanların, kendilerini millet yapan tüm milli bağlarını reddetme pahasına kendilerine biyolojik ve genetik farklara dayanarak ırksal bir üstünlük yaratma çabasıdır.

Kaldı ki modern ırkçı ideolojinin, bırakın milliyetçiliğin bir ardılı olmasını, doğuşu itibariyle milliyetçiliğe karşı bir tepki ideolojisi olarak ortaya çıkıp şekillendiği tarihsel bir gerçekliktir. Modern ırkçı ideoloji, Avrupa’da milliyetçiliğin gelişmesiyle birlikte, kendi imtiyazlarını yitiren aristokrasi tarafından, kaybettikleri imtiyaz ve ayrıcalıkları tekrar elde edebilmek amacıyla, kendini üstün bir ırk olarak tanımlamak suretiyle bizzat bu sınıf eliyle yaratılmıştır.

Dolayısıyla, modern ırkçı ideolojinin gerek aristokrasi tarafından yaratılma süreci ve bu ideolojinin sınıfsal özü, gerekse 20. yüzyılda Nazilerce aynen devralınarak, 2. Dünya Savaşı boyunca en kanlı biçimiyle uygulanışı, kitabın ilerleyen sayfalarında detaylı bir biçimde irdelenmiştir. Ayrıca, faşist ideolojiyi de milliyetçi düşüncenin aşkın bir biçimi olarak tanımlamanın hiçbir biçimde gerçekliğinin olmadığı, ilk ortaya çıktığı ve iktidar şansı bulduğu İtalya örneği üzerinden kitapta anlatılmıştır. Kabul edilmelidir ki, faşist ideolojiyi tüm yönleriyle irdelemek bu kitabın konusunun dışındadır. Esas amacı, milliyetçi ideolojinin tahlili olan bu kitapta, doğal olarak faşist ideolojinin sadece milliyetçilikle ilişkisini incelemekle, yetinilmeliydi. Bu çerçevede, faşizm ideolojisinin bu kitabın kapsamına giren kısmı; ona hayat veren temel dinamiklerin ve ideolojilerin neler olduğu ve milliyetçiliğin, faşizmle ne kadar yakın olduğudur. Milliyetçiliğin, faşizm içerisinde içkin bir biçimde var olmadığı gerçeği ise bu kitabın konusuna girmekte olup, kendi bölümünde konu titizlikle incelenmiştir. Faşizm üzerine yapılacak sağlıklı bir analiz, bu ideolojinin ruhuna sirayet eden radikalizminin kendi milletini bile reddettiği gerçeğini ortaya koyar.

Yine bu iki ideoloji ve rejim biçiminin, saldırgan politikalarında kimi milliyetçi argümanlar kullandıkları ve bu nedenle milliyetçilikle aralarında bir bağ olduğu şeklinde bir tez öne sürülebilir. Bu tez de gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Irkçı ideolojinin en saldırgan ve en kanlı biçimiyle hayat bulduğu Nazizm, gerek söylemlerinde gerekse pratiklerinde hiçbir biçimde milliyetçiliğe sarılmadı. Onların tüm söylemleri ve pratikleri ırk temelinde şekillendi. Faşizmin ise kendi ideolojisine meşruiyet sağlamak amacıyla milliyetçiliği konsolide edici bir biçimde kullandığı öne sürülebilir. Ama Mussolini örneğinde de irdeleyeceğimiz gibi faşizm milliyetçilikten çok “vatanseverlik” kavramına sarıldı ve kitlelerin total seferberliğini bu kavram üzerinden sağladı. Keza kitabın ilerleyen bölümlerinde ele alacağımız gibi 20. yüzyılın bir diğer totaliter rejimi olan Sovyet Rusya’da da Stalin “Büyük Rus Şovenizmi”ni yine aynı biçimde “Vatanseverlik” kavramı üzerinden kurgulamıştır.

Yine sıkça milliyetçi ideolojiyle karıştırılan ve çoğu kez milliyetçiliğin taşkın bir biçimi olarak lanse edilen “Şovenizm” de; kendi milletine, diğer millet veya milletlerden daha üstün özellikler bahşeden özü itibariyle milliyetçiliğin dışında, başka bir olgu olarak ele alınmalıdır. Milliyetçiliğin tersine Şovenizmin, milletlerin zihin dünyasında içkin olarak var olmadığı, tersine emperyalist ve kolonyalist rejimlerin, bir resmî ideoloji olarak ve sistematik bir biçimde toplumlara aşılandığı gerçeği de, bu çerçevede ele alınmıştır.

Vurgulanması gereken bir diğer konu da, ırkçılık ve faşizmin birbirinden ayrı iki ideoloji olduklarıdır. Modern ırkçı ideolojinin 20. yüzyıldaki en büyük temsilcisi ve uygulayıcısı olan Nazizm’le, faşizm arasında kimi kesişmeler ve ortaklaşmalar şüphesiz vardır. Bu iki ideoloji arasında en önemli ortaklaşma; her ikisinin de özünde son derece totaliter olmaları ve tek parti diktatörlüğü yaratmalarıdır. Bunun yanı sıra yine kabaca sıralayacak olursak her iki ideolojinin sınıfsal yapıları, ekonomik programları, seküler olmaları ve bir siyasi mücadele biçimi olarak kitlesel seferberliği esas almaları gibi birçok konuda birbirleriyle ortaklaşmaktadırlar. Fakat net bir biçimde söyleyebiliriz ki, faşizm ile Nazizm bir noktada kesinlikle birbirlerinden ayrılmaktadırlar. O da “Irkçılık” tır.

Faşizmi, en özgün biçimiyle ortaya çıktığı İtalya örneği üzerinden ele alacak olursak, ne söyleminde ne de ruhunda ırkçılığın olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna karşın, Nazizm’e özünü veren şey, tek kelimeyle ırkçılıktı. Hitler ve Nazilerin tüm programları ve pratikleri ırkçılık üzerine kuruluydu.

Kimi analistler, bu bağlamda Mussolini’nin 1938’de yürürlüğe koyduğu antisemitik “Irk Yasaları”nı onun ırkçılığına örnek olarak gösterirler. Fakat Mussolini, kitabın ilerleyen sayfalarında ortaya koymaya çalışacağımız gibi o ırk yasalarını, daha ziyade Hitler’in baskıları sonucu yürürlüğe koymuştur. Dolayısıyla antisemitik ırkçılık, faşizmin doğasında içkin olarak bulunmamaktadır. Yine kitabın ilerleyen bölümlerinde irdeleyeceğimiz gibi açıkça adı konulmuş olmasa da, ırkçı antisemitik uygulamalar, Stalin dönemi Sovyet Rusya’sında da çok belirgin bir biçimde var olmuştur.

Kitabın konusuna girmemekle birlikte şunu da eklemekte fayda var; Faşist ideoloji 1918’de İtalya’da ortaya çıktı. 1922’de iktidar şansı buldu. 1945’te Mussolini’nin kurşuna dizilerek infaz edilmesiyle de sona erdi. Yine faşizmin o dönemde, Avrupa’daki tek türdeşi İspanya’daki Falanj hareketiydi. Falanj hareketi de onun lideri J. A. Primo de Rivera’nın 1936’da, İspanya iç Savaşı sırasında öldürülmesiyle İspanya’da son buldu. Sonrasında Franco, “Falanj’ı, önce faşistlerin yanısıra geleneksel monarşistlerin de içinde yer aldığı bir şemsiye örgüte dönüştürdü. Örgütün Primo de Rivera’dan sonraki lideri Hedilla, “Franco’nun maiyetindeki bir süs eşyası olarak iktidarsızlığa” mahkûm edildi. Hedilla, Nisan 1937’de örgüte, bağımsız özerkliğini tekrar kazandırmak istediğinde, Franco tarafından tutuklatıldı. Falanj, 1945’ten sonra İspanya’da, artık bir sivil dayanışma derneğiydi.[2]

İspanya’da Franco’nun, faşist Falanj hareketini kendi kontrolüne alarak etkisizleştirmesinin aksine Avrupa’da diktatörlük rejimiyle yönetilen Portekiz’de Salazar, özgün bir Faşist hareket olmaya en yakın örgütünü, Haziran 1934’te kapatacaktı.

Bu iki liderin yönetimleri döneminde, İspanya ve Portekiz’de ırkçı antisemitik uygulamalara da neredeyse hiç rastlanılmamış olup, kendi ülkelerindeki Yahudileri, Hitler’in tüm baskılarına karşın Almanya’ya teslim etmeyerek ırkçılığa karşı da bir tutum sergilemişlerdir. Ayrıca, her iki ülkede de Franco ve Salazar diktatörlüklerinin esas bileşenleri, Kilise-büyük toprak sahipleri ve ordu olmuştur. Bu ortaklaşma, faşizmin gerek politik gerekse de sınıfsal karakterinde hiçbir biçimde olmayan bir durumdur. Çünkü faşizm, salt milliyetçiliğe değil, aynı biçimde Hristiyan dünyasına yani Kiliseye karşı da bir meydan okumadır. Bu bağlamda da gerek Franco gerekse Salazar’ın diktatörlüklerinin temel sac ayaklarından birinin Katolik Kilisesi olması bu iki rejimi faşizmden temelde ayırır.

Bu gerçekten hareketle, tüm totaliter rejimlerin faşizm diye adlandırılmasının da bir başka sorunlu söyleme işaret ettiğini vurgulamalıyız. Şüphesiz totalitarizm, faşizmin esas ruhunu teşkil eder ama tüm totaliter rejimleri, faşizm olarak nitelendirmek de büyük bir yanılgıdır. Faşizmin, Korporatist ekonomik model, serbest piyasaya ve ekonomik bireyciliğe karşı devlet müdahalesi gibi en belirgin unsurları, savaş sonrasından başlayarak oluşan totaliter rejimlerde görülmemektedir.

Kitabın son bölümü olan “Sosyalizm ve Milletler Sorunu”nda ise, Marx ve Engels’ten başlayarak, sosyalist ideolojinin milletler sorunu konusundaki felsefi ve siyasi sefaletiyle, Sosyalistlerin 1917’de iktidara geldikleri Sovyet Rusya’daki pratikleri ele alınmıştır. Bu bağlamda, sosyalist ideolojinin milliyetçiliğe karşı olduğu öne sürülürken, özündeyse milliyetçiliğin 1917 Sovyet Devrimi sonrasındaki tüm sosyalist devrimlerin temel dinamiği olduğu gerçeği ortaya konulmuştur. Bir diğer deyişle sosyalizmin 20. yüzyıldaki tüm başarısını, milliyetçiliğe borçlu olduğu gerçeği analiz edilmiştir. Kitabın konusunun, “Milletler Meselesi ve Milliyetçilik” olduğu göz önüne alındığında, bu konunun da somut gerçekliğin ışığında analizi kaçınılmazdı. Ve tabii ki 1917 Ekim Devrimi ile yıkıldığı söylenen Rus İmparatorluğu’nun, aslında Lenin’den başlayarak Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı 1991 yılına kadar devam eden sosyalist iktidar boyunca, yeni bir paradigma ile ve yine bir imparatorluk olarak varlığını sürdürdüğü gerçeği irdelenmiştir.

Yine 20. yüzyılın en kanlı iki rejimi olan Hitler’in Nasyonal Sosyalizmi ile Stalin’in Nasyonal Bolşevizm’i arasındaki benzerlikler ve bu iki liderin ortaklaştığı ve kesiştiği noktalara da değinilmiştir. Bu iki ideoloji ve yine bu iki lider arasındaki benzerlikler ve ortaklaşmalar sanıldığından çok daha fazladır.

Gelin, tarihsel bir gerçeklik olarak millet olgusu ve onun yerküre üzerindeki oluşum süreciyle başlayalım.

Kaynak: Hîvda İletişim, 2021/ Vezneciler- Fatih İstanbul

[1] Heywood, Andrew, Siyasi İdeolojiler, Adres Yayınları, 2010, s. 223

[2] Paxton, Robert O. Faşizmin Anatomisi, İletişim Yayınları, 2014, s. 251-252