Kurdistan bölgesi neresidir? [1]

Yunanın kadim tarihçi ve coğrafyacıları; İran’ın Acem Irkı ve Azerbaycan cihetlerini Medya ismiyle yad edip oraları Fars beldeleri olarak isimlendirilen İran’ın diğer taraflarından ayrıştırırlardı.

Medya: Batıdan Asur ile, kuzeyden Hazar denizi ile, doğudan Horasan ile, Güneyden Huzistan -Basra havalisi- ve biladı Fars ile sınırlıydı.

Yunanlılardan Polip, Medya’yı tasvir ederken diyor ki: Medya büyüklük ve irtifa noktayı nazarından Asya’nın sair aksamına hakim olduğu gibi gayet cesur birçok ahaliyi dahi ihtiva eder.

İşte şimdi ahalisi Kürd olup Kurdistan olarak isimlendirilen bölge, hududu tarif olunan Medya ülkesinden ibarettir.

Milattan 400 sene önce askerle Medya taraflarına gidip mağlubiyetten sonra perişan bir halde avdet edip sefernamesini yazmış olan Yunan ricalinden Kesenefon, bugün mezkur bölgenin Diyarbekir, Harput ve emsali yerlerin her tarafında “Korduh” olarak adlandırdığı bir kavme mensup ahaliye rast geldiğini beyan ediyor.

Korduh ise Kürdlerden başka bir şey olmadığı malumdur. Hazar denizi ile Basra körfezi arasında Kurdistan ismiyle isimlendirilen bir arazi kıtasının mevcudiyeti inkar edilemez. Hatta Fransa seyyahlarından Henri Bender namı zatın Kurdistan namıyla bir telifi bugün halk arasında tedavüldedir. (Onun emsali kitaplar pek çoktur).

Halbuki Asur ile Medya hemhudut olup araları diğer bir arazi bölgesi ile ayrılmadığından, Medya’nın Kurdistan’dan başka bir şey olduğunu iddia etmek Kurdistan mevcudiyetini inkar etmektir.

Medya padişahlarından Keykubat’ın hükümet yeri olan Hemedan -Akbatan- şehrinin etrafındaki köyler ve ahalisinin halen tümü Kürddür. Buda ifadelerimizin sağlamlığı için diğer bir delildir.

Diyarbekir vilayetinde bir kasaba vardır ki halen bu kadim isimle nispetini muhafaza etmektedir: Midyat. Bunun gibi esas şeklini az çok değişiklik ile payidar olan maddi isimler pek çoktur. “Tit Liyo” ve “Pelin” gibi yazarların tümü, Kürd kavmini eski Medya’da gösteriyorlar ki bugün aynı mahaldedirler [yerdedirler].

Velhasıl Medya Kurdistan olduğu gibi Medler de Kürdlerdir. Şu da malum ola ki Kurdistan bölgesinin ahalisi Kürd olmakla beraber, Kürdlerin umumunu kapsamamıştır. Çünkü Kürdler yalnız o bölgede mahsur kalmış bir miktar azınlıktan ibaret olmayıp Şam ve Halep cihetlerinde, Anadolu’nun ve İran’nın hemen her tarafında, Kafkasya ötesinde, Horasanda, Afganistan’da ve Belucistan’da bile birçok Kürd aşiretleri mevcuttur.

Uzağa gitmiş olanlar, dağınık ve sair kavimler ile karışık olarak bulunuyorlar.

Kürdler, misafirperverlikleri hasebiyle ülkelerine kabul ettikleri Arap, Türk ve sair kavimleri dahi kendi ahlaklarıyla ortak etmişlerdir.

(Arkası var)

Kürdler Hangi Unsurdandırlar[2]

Bu konunun tufanla alakası olduğundan bir tufandan bahsetmek icabeder. Tufanın oluşumunu bazı kimseler inkar ederler. Tarihten önceki zamana ait olan tufan için en doğru haberci Kur’an-ı azimû’ş- şandır. Tufanın etrafında deveran eden ahdi kadim [eski ahit] hikayeleri, tahrif edilmiş eserlerden olmakla beraber mademki tufan bizatihi Kur’an-ı Kerimin haber verdiklerindendir, sıhhatına iman etmek aynı farz ve farzı ayandır. Çünkü Kur’an baştan sona kadar hakikattir. Bunu diyanet sahipleri tasdik ederler. İnkar edenler diyanet yabancılarıdır. Bu çeşit kimseler eğer semavi olmayan fakat bundan bin üç yüz küsur sene önce yazılıp tahrif edilmeden zamanımız kadar gelmiş olan her hangi bir kitap elde edip de tufanın meydana gelmesini onda görmüş ve öğrenmiş olsaydılar, takdirle sıhhatını tasdik etmezler miydi?

Bunlar tufanın ilme uygun olmadığını ileri sürerek itirazda bulunurlar. Halbuki karanın deniz ve denizin kara haline dönüştüğü pek çok vakadandır. Hülasa yeryüzünün önemli bir kısmı eski zamanda çökmüş ve yerine okyanuslar oluşmuştur. Bazı yüksek dağlar başında görünen deniz hayvanlarının enkazına nazaran o dağların yerleri vaktiyle deniz olduğuna hükmolunur. Donmuş [buzul] dönem diye tabir olunan bir zamanda, dağlara bin metre yüksekliğinde kar yağmış. İddia olunan bu değişimin tümü ilme uygun görülerek kabul ve tasdik olunuyor. Şimdi olağanüstü hadiselerden olduğu semavi cisimlerden bir veya bir kaçının konum icabı güneş veya ayla cezbetmeye iştirak ederek ondan büyük bir med ve cezir oluşum imkanını nazarı dikkate almalı. O halde deniz suları bir taraftan fazlasıyla düşerken diğer taraftan da o nispette yükselerek mücavir [komşu] kıtaları basması ve buna bol yağmur sularının refakat ederek yağması, neden ilme mugayir [aykırı], niçin ihtimalden uzak görülsün.

Amerika’da bulunan “Mişigan” Darûlfûnunu öğretim görevlilerinden astronomi bilgini Abuyorta adlı zat, yaptığı hesaplar neticesinde 17 Kanuni Evvel 1335 tarihinde gezegenlerin hareketlerindeki konum ve o konum dolaysıyla güneş üzerinde hasıl olan cazibe neticesinde, “yerküremizde” müthiş fırtınalar, şimşekler, tufana sebep olacak yağmurlar ve depremlerle ortaya çıkacak volkanlar meydana geleceğini iddiada bulunmuş ve gazetelerle neşir ve ilanda bulundu. Söylendiği zamanda o hadiseler zuhur etmedi. Fakat o zatın o iddiada bulunması bu gibi hadiselerin meydana gelme ihtimalini hükmen hiçbir vakit nazarı dikkatten uzak tutmadıklarına delildir.

Yeryüzünün tümü, ilkin deniz halinde olup karadan asla eser bulunmadığına dair olan tabii tarihin olaylarına da mı yalan diyecekler?

Bununla birlikte bir zaman tufan demek, öyle bütün yeryüzünün bir anda su ile dolması demek değildir. Tufanın doğru anlamı bilindikten sonra dağların tabakalarındaki oluşumlar ve sair yeryüzündeki değişiklikler nazarı dikkate alınırsa alemimizde bir değil birçok muhtelif tufanların gerçekleştiğine kanaat hasıl olur. Hal böyle olunca Hazreti Nuh’un zamanındaki tufanı, sadece semavi kitaplar tarafından ihbar olunduğu cihetle inkar etmek reva mıdır?

İnsan neslinin tayini meselesinde ehemmiyeti malum olan Nuh Tufanı, sûkun ile geçiştirmek ve o meseleyi hep bir inkar dimağıyla muhakeme etmek bir Müslümana yakışır mı? Bilginlerin bütün ilmi araştırmalarına neticesiz ve bütünüyle faydasız denemez. Fakat Adem’in yaratılışından beri ortaya çıkan istila, göç gibi değişimler, umumun hallerine dair olanlar, matematik kuralları kuvvetinde doğru ihtimaller üretmiş olduklarına da ihtimal hükmü verilemez.

Bugün bile meydana gelen bir hadise, yarın başka bir şekilde rivayet sayfasına geçiyor. Bir yerde muhakkak olan bir mesele diğer bir yerde şüpheli veya meçhul bulunur. Hak ile batıl münakaşalar sebebiyle yekdiğerinin yerini kolaylıkla gaspettikleri az vakalardan mıdır? Buna binaen beş-altı bin senelik cahiliye dönemlerinin bütün haberlerini topraklar altında çıkarılan taş ve tuğla kırıntılarının dilinden işitmekle, tümünü itiraz kabul etmez bir hakikat gibi kabul etmekte mana yoktur.

Kendi yaptıklarına tapınacak derecede şuursuz olan eski milletlerin, çoğunlukla otoriter olan bir hükümdarın fikirlerinin tercümanı olup her türlü akli muhakemelerden uzak olarak yazılarını apaçık ayetlere tercih etmek, sağlam dimağların işi değildir. Çünkü fikirli kimseler ise, varsın ne derlerse desinler biz dine iman edenler olarak tufana iman edenlerle beraberiz.

Şimdi tufanın genellik ve hukukilik meselesi kaldı. Bahis ve nazara [bakışa] şayan yalnız burasıdır.

Bir kavmin günahıyla alemde mevcut bütün kavimleri hayvanlarla beraber helak ve yoketmek, mutlak hükmün ilahlık adetlerine aykırı olduğu ve cezalandırmanın yalnız günahkar kavme hasrettiği Kur’an’ı Kerim’de yazılı olan ad, Lût, Firavun kavimlerinin vakalarıyla sabittir. Buna binaen tufan dahi yalnız Nuh kavmi hakkında ve bir hususi mıntıkada vaki olduğuna şüphe edilmemektedir.

Tufanın hususiliği böylece malum olduktan sonra, diyeceğiz ki insanlığın ilk beşiği neresi olursa olsun Nuh’un gemisi Cudi dağı üzerine konup Kürdistan’da olmuş olduğundan Hz. Nuh’un evladı Kürdistan’da yerleşerek ve orada çoğalıp yayılmışlardır.

Bu takdirce İranilik, Turanilik mevzui bahs [sözkonusu] edilmeksizin Cenabı Nuh’un en yakın evladı Kürdler olduğu kabul ve tasdik etmek tabii gerekliklerdendir.

Emin Feyzi

[1] Kurdistan, no.: 13, Necmi İstikbal Matbaası, 31 Ağustos 1335/ 31 Tebaxa 1919

[2] Kurdistan, no: 19, İkinci Sene, Pazarertesi 29 Mart 1336-R (29 Mart 1920), İstanbul