Çarlık Rusya’sı ile Osmanlı arasındaki değişik bölge ve zamanlardaki savaşların tarihi çok eskidir. Ancak Balkan ve Kafkasya’dakiler kitlesel göç dalgalarına yol açmaları bakımından alabildiğine dramatik ve trajiktir.

Dolayısıyla farklı etnik toplulukların hafızasında derin izler bırakmış; nesilden nesile aktarılmak suretiyle özgün sözlü ve yazılı bir tarih haline getirilmiştir.

Birkaç örnek vermek durumundayım:

10 Şubat 1828 tarihinde İran Hanlığı ile Rusya arasında imzalanan Türkmençay Anlaşması gereğince Aras Nehri sınır olmak kaydıyla, Azerbaycan‘ın kuzeyi Çarlık yönetimine, güneyi ise İran‘a verildi.

Bunun sonucunda Ermenilerin çoğu, Rusya’ya göç etti. 1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında da Rusya’ya göçen Ermeni sayısı 90 bin kişiydi.

Çarlık orduları karşısında yenildikten sonra 1860’ta büyük sürgüne maruz kalan Çerkes ile Çeçenlerin Anadolu, Yunanistan, Suriye, Ürdün, Mısır ve Amerika’ya uzanan acı hikâyeleri böyledir.

Benzer biçimde, eski takvimle “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kafkasya ve Serhat bölgeleri (Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kars, Ardahan, Iğdır, Ağrı, Erzurum, Bingöl, Varto, Muş, Van, Bitlis ve çevreleri) adeta toplumsal depreme uğrayarak yüzyıllar boyu mesken tuttukları ata yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır.

Rus istatistiklerine göre; 1897 yılında Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’da toplam 978 bin Ermeni’ye karşılık Kars-Ardahan-Iğdır’da 100 bin Ermeni vardı. Son üç bölgede yaşayan Müslüman ahali (Azeri-Kürt) ise 200 bin kadardı.

28 Temmuz 1914 ile 11 Kasım 1918 sürecinde başlayıp resmen sona eren Birinci Dünya Savaşı neticesinde yaşanan kitlesel göçler ile toplumsal felaketler Kafkasya ve bilhassa Serhat (sınır bölgeleri) halkları arasında “Kaç Ha Kaç” ve “Kırxın/Kırgın” (Türkçe), Reva Fıllan (Kürtçe, Ermeni ve Ezdîlerin kaçışı manasında) veya “Vayi Vurum” olarak adlandırılıyordu.

Belirtmekte yarar var: Bu trajedilerin baş müsebbipleri savaşın iki tarafı olan Osmanlı ve Rusya idiler.

Her iki devlet, düşman idaresi altında kendine yakın gördüğü etnik ve inanç toplulukları yanına çekme gayreti içindeydi.

Osmanlı yönetimi Müslümanları (Azeri, Kürt, Çerkez, Müslümanlaşmış Gürcü gibi) çeşitli vaatlerle topraklarına davet ederken, Rusya da Ermeni ve Ezdîleri yanına çekiyordu.

Bu hengâme arasında ele alacağımız özgün hikâyenin kahramanı ise dönemin Kürt önderi Eleşref Beg (doğumu 1845, ölümü 1927) olacaktır.

Onun hakkındaki bilgilerin tamamına yakın kısmını, araştırmacı Mücahit Özden Hun‘un “IĞDIR 1919” (İkinci baskı, Eylül 2020-Ankara) isimli kitabından aldım.

Mücahit Hun’un kitabının kapağı

Osmanlı padişahı II. Abdülhamit zamanında kurulan Hamidiye Alayları, aslında Çarlık Rusya’sı yönetiminin Kazak Alayları modelinden alınmadır.

Kazaklar, toplumsal olayları bastırmak ve savaş zamanlarında Rus ordularının hareketli milis gücü olarak önemli bir rol oynuyorlardı.

Genelde Rus kökenlilerden oluşan ve Çar’a ölümüne bağlı bu milislere ilaveten Osmanlı ile savaşlarda aynı işlevi görmek amacıyla kurulan diğer etnik topluluklardan oluşturulan farklı milis güçleri de vardı. Bunlardan biri de Kürt Süvari Alayları idi.

Çar, kendi uyruğundaki Müslüman Kürtler için farklı bir yol izlemişti: Rusya’da yaşayan Kürtleri, 19’uncu yüzyıılda “Glava” denilen idari mekanizmayla örgütledi.

Bir anlamda “aşiret ve topluluk içi işlerde” serbestiyet (yerel yönetim-yarı özerklik) tanıdı. Her aşiret topluluğunun kendi iradesi ve kararıyla önderini, sözcüsünü veya temsilcisini seçme hakkı vardı.

İç işlerinde özerk olan bu reisler ve önderler, Çar yönetimine karşı sorumluydular. Temsil ettikleri aşiretler adına devlete yardımcı oluyorlardı, gerekirse milis veriyorlardı.

Aynı reisler, kendi aşiretlerinden sorumluydular. Çoğunlukla “general” rütbesi alıyordular. Tiflis’teki Rus Ordusu Karargâhına doğrudan bağlıydılar.

Barış zamanında vergi toplamak ve aşiretler arasında çıkan her türlü sorunu çözmekle yükümlüydüler. Savaş sırasında ise aşiret süvari birliklerini örgütleyip cephede yönetmek gibi görevleri vardı.

Bunlardan biri de (Kürtçe soylu, kanı temiz, aristokrat manasında tovrind kelimesinden türeyen) Torun ailesinin (şimdiki Güneş Ailesi) reisi Gulicevher Ağa, “general” rütbesiyle işe koyuldu.

Bir Müslüman olarak onun en büyük korkusu, “din kardeşi” saydığı Osmanlı askerine karşı savaşmak idi. Duası tutmuş olacak ki, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı çıkmadan önce vefat etti Gulicevher Ağa.

Yerini alan üç oğlundan biri olan Eyüp Paşa, birçok nedenden ötürü (Rus ordusunda aleyhinde yapılan ihbarlar, din kardeşliğinden ötürü Osmanlı sempatisi, Osmanlıların kendisiyle temas kurup bazı vaatlerle onun taraf değiştirmesini sağlamaları gibi) 1877-78 savaşında Ruslara sırtını dönerek milisleriyle beraber Osmanlı tarafına geçti. Ağrı’nın Küpkıran köyüne yerleşti.

Ruslar, kaçan büyük kardeşin yerine Eleşref Beg’i aşiret sorumlusu ve milis komutanı olarak atadılar.

Asıl adı “Ali Eşref” olan Eleşref Beg, temsil edip sorumlusu olduğu aşiretleri Çarlık kanunlarının belirlediği çerçevede yönetme konusunda mahir biriydi.

Söz gelimi adli dava kapsamında suç işleyenlere çeşitli cezalar veriyordu. Arazi ihtilafları ile aşiret ve etnik çatışmaları geleneklere göre çözüyor; kız kaçırma ve hırsızlık gibi meseleleri usulüne göre hallediyordu.

Ancak namus cinayetleri ve adam öldürme türünden ağır suçlar, çoğu zaman failin sürgün edilip tüm malına el konulmasıyla sonuçlanıyordu.

Rus yönetimi, bu tür olaylara karışmıyor ama alınan kararlar doğrultusunda hareket ediyordu.

Eleşref, Erivan’da oturuyordu. Arada bir Ramazankent köyündeki evine uğruyordu. Bazen vaktinin çoğunu burada geçiriyordu. Yaz aylarında Kağızman yaylalarına sıkça gidiyordu.

Yanına aldığı süvari birliğiyle oba oba aşiretleri dolaşarak sorunlarını dinleyip çözmeye gayret ediyordu.

Çözüm bulma hususunda olağanüstü bir yeteneği ve iradesi vardı. Kendisi ve askerlerine hizmet edilmesini istemez; kimseye yük olmazdı.

Aşiretlerin saygı duyup onurlandırdıkları Eleşref Beg, obaların sorunlarıyla taleplerini Tiflis’teki Rus askeri ve idari karargâhına ileterek çözmeye çalışırdı.

Rusların kendisine verdikleri “general” unvanı askeri değil sivil olduğundan, ona “paşa” yerine “beg” (bey) diye hitap ediliyordu.

Anlatılana bakılırsa, erdem sahibi ve hakkaniyet duygusu yüksek bir devlet adamıydı. Aşiretler arasında ayrım yapmaz, zayıfları koruyup kollamaya çalışırdı.

Sadece Kürtlerin değil, tüm Müslüman ahalinin mağdur olmaması için gerekli tedbirleri alır; sorunlara müdahale ederek çözerdi.

Kürt ve Azerilerin itibarını gözetir, mezhep (Sünni-Şii gibi) ve din ayrımcılığı yapmaz, farklı toplumlar arasında uyum sağlardı.

Bu Kürt önderi, beş evlilik yapmasına rağmen hiç çocuk sahibi olamamıştır.

Birinci Dünya Savaşı başlayınca Eleşref Beg, büyük kardeşi Eyüp Paşa’nın izinden giderek Osmanlı ordusuna karşı savaşmaz.

O dönemin Serhat (Kars ve çevre illeri) bölgesi komutanı Kazım Karabekir Paşa ile görüşüp sığınma hakkı alır.

Rusya’daki şaşalı günleri bitmiştir artık. Ne generallik kalmıştır ne de beylik. Rus Çarlığı devrinde muktedir bir hükümdar ve saygın olan Eleşref Beg, Türkiye Cumhuriyeti yıllarında mağdur duruma düşer. Hiçbir yetkili kendisiyle ilgilenmez.

Mesela 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edildiğinde Eleşref Beg, Meclis-i Mebusan ile Mustafa Kemal‘e kutlama telgrafı çekerek şöyle bir ricada bulunur:

Paşam, bayramlarda (eski) general elbisemi giyerek resmî törenlere katılmama izin verir misiniz?

Aynı gün M. Kemal şu cevabı gönderir:

Kendinize Türk general elbisesi diktirip giyinmenizde sakınca yoktur.

Eleşref Beg ise buna istekli olmaz.

Rusya’da servet içinde serveti olan Eleşref Beg, gün geçtikçe dara girer; cebindeki her altın sikkeyi eli titreyerek saymaya başlar.

O kadar ki, bir ara mendilinden çizmesi içine düşmüş olan birkaç altın sikkeye bile muhtaç kalır.

Kendisinin daha beter günleri de vardır: Şeyh Said İsyanı sonrası çıkarılan 1926 tarihli Ağa ve Beyleri Sürgün Kanunu nedeniyle birçok Iğdırlı Kürt önde geleni sürgüne gönderilmiştir.

Kara listede Eleşref Beg’in ismi de vardır. Lakin yaşı sekseni aşması nedeniyle affedilmiştir.

Bunu duyan Eleşref Beg, kendi kendine söylenmiştir:

Yaşlılıktan bana hayır gelmez diye düşünmüştüm. Demek ki ihtiyarlamanın da bir hayrı ve bereketi varmış.

Sığınma sonrası Iğdır Ramazankent köyüne yerleşmiş olan Eleşref Beg, orada vefat etmiştir.

Bedeni, Kolukent köy mezarlığına defnedilmiştir. Zira babası Gulicevher Ağa’nın mezarı da orada ki türbegâhtadır.

Bu münasebetle başka bir Iğdırlı Kürt şahsiyetin benzer mağduriyetinden kısaca söz etmem gerekecektir:

Ali Mirza (Eliyê Mirze) Beg de Eleşref Beg gibi Rus idaresi altındaki bazı aşiretlerin temsilcisi/reisidir (Rusçası Glava).

1917 Bolşevik Devrimi sonrasında aristokrat (tovrind) Güneş Ailesi dağılınca yöredeki meşhur Celalî aşiretinin reisi olmuştur.

1918-1920 yılları arasında o bölgede yaşanan pek trajik ve ölümcül Ermeni-Ezdî ile Kürt-Azeri vuruşmasında kendi ifadesiyle “Müslüman ahalinin canını ve malını saldırılardan korumak maksadıyla” Osmanlı tarafında yer almıştır.

14 Kasım 1920 tarihinde TBMM sınırları içine alınan Iğdır’da zaman içinde şehrin en zengin, güçlü ve söz sahibi şahsiyeti haline gelmiştir.

16 Şubat 1925 tarihinde Türk Hava Kurumu’na (THK) yüksek miktarda bağış yapmasından ötürü THK’nın “altın plaketi” ile ödüllendirilir.

Ancak çok geçmeden, yukarıda bahsi geçen 1926 tarihli Sürgün Kanunu gereğince kara listeye alınarak hiçbir somut gerekçe olmadan sürgün edilmek istenir.

İran’a kaçan Ali Mirza Beg’in malına mülküne el konulur. İran’da mağduriyet içinde yaşar.

İşin ilginç tarafı şudur ki, Ağrı isyanına katılmayan Ali Mirza Beg’in köyü ile toprakları “yasak bölge” kapsamına alındığından köyünden ayrılıp Iğdır Baharlı Mahallesi’ne taşınmıştır.

Bu haksızlığa isyan eden Ali Mirza Beg’in şu yakınması ve tespiti dilden dile anlatılır:

Bu vatan uğruna savaştım. Canımı, malımı feda ettim. Ama hükümet hiçbir gerekçe olmadan bizi sürgüne gönderdi. Bütün bu acıları yaşattı. Bu çektiklerimiz, Ezdî Kürtler ile Ermenilerin ahıdır! Anladım ki bir Ermeni, bir Osmanlı Türk’ünden bin defa hayırlı, aynı şekilde bir Ezdî Kürt de yine bir Osmanlı Türk’ünden bin kat vefalı imiş! Ne çare ki bir kez düşmüşüz Osmanlı’nın eline!

Dahası var: Rusça, Farsça ve Ermenice bilmesinden ötürü devletin yanında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ve İran ile sınır protokol görüşmelerine de katılmıştır. 1942’de yüz yaşındayken vefat etmiştir.

Her iki Kürt şahsiyetin hayat hikâyesinden iki şey anlıyoruz:

Bir; bölgedeki halkların tarihinin bilinmeyen ve karanlıkta bırakılan yönleri çoktur.

İki; bu hikâyeyi okuyanların alması gereken ibretlik dersler olmalıdır…

Kaynak:https://www.indyturk.com/node/489756/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/ele%C5%9Fref-ile-ali-mirza-beylerin-serhat-diyar%C4%B1ndaki-g%C3%B6rkemli-g%C3%BCnleri-ve#.Yj_0qqo_2zM.whatsapp