Ocak Peygamberinin çizmiş olduğu sevkü’l ceyş [asker sevki] haritasında kırmızı kalemle işaret olunan yolu takip ediyorduk: Turan.

Irak’ın cehennem sıcaklarını hatırlatan bu Acemistan ovasında zorlukla ve meşakkatle ilerliyorduk.

Daha sabahleyin yürüyüşe başlarken harita üzerinde konak mahalli olarak tayin edilen, istila görmüş bir köyün harabelerine ulaştık.

Konakçı müfrezesinin ordugâh yeri olarak seçtiği sahanın civarında bir dere akıyordu.

Çadırlar kuruldu, hepimizin emirberleri şuradan buradan topladıkları çalı çırpı ile çay pişirmekle meşgul idiler.

Ötede topçu zabiti asker karavanası için yüzülen koyunlara, kilerden çıkarılan erzakın tartılmasına, ocakların kurulmasına nezaret ediyordu.

Herkes kıtasının istirahatini temin edecek tedbirlerin alınması hakkında emirlerini verdikten sonra, dere kenarında bulunan beş on badem ağacının gölgesinde dinlenmeğe koşuyordu. Birer ikişer hemen bütün tabur zabitleri dere kenarında toplanmıştık.

Adetleri veçhiyle zavallı Mehmetçikler, çizmelerimizi çektiler, hepimiz çabucak kenarına uzanmış ve diz kapaklarına kadar derenin serin suyuna dalmış dinleniyorduk.

Ordugâhı son bir teftiş bakışından geçirdikten sonra tabur kumandanı da geldi. Tabur kumandanımız cidden şen, mert ve cesur bir askerdi.

Savaşın ilanından o ana kadar geçmiş olan üç sene zarfında cepheden ayrılmamış olan bu cesur asker, cephelerin birçoğunu gezmiş ve almış olduğu sayısız yaralar vücudunda görünür derecede bükümler ve bozukluklar meydana getirmişti. O da bizi taklit ederek suya dizlerini soktu. Bu serin duş bizi canlandırmış gibiydi. Konuşmaya başladık. O zavallı fakat kahraman Mehmet’in menkıbelerinden bahsediyorduk.

Kıdemli yüzbaşı olan tabur kumandanımız: Ben size bir olay anlatayım, dedi.

Hep birden cevap verdik: Dinliyoruz yüzbaşım.

“-Enver Paşa’nın çılgın hareketleriyle yapılan taarruzun acı akıbetini her gün yeni bir felaket darbesiyle hissediyorduk. Güneşe maruz kalan bir buz kitlesi gibi çözülüp dağılan ve her düştüğünde daha ziyade parçalanan Kafkas cephesindeki büyük ricat devam ediyordu. Adım adım terk ettiğimiz vatan toprağının bazı kısımlarında birkaç saat bile sebat edemiyorduk. Yine böyle felaketli bir günün başlangıcında idi. Üstün düşman kuvvetleri karşısında bulunuyorduk. Fırka kumandanı her şeye rağmen sebat etmeyi, ihlal etmeyi yalnız ölüme dayalı bir sebat emrediyordu. Hâlbuki sebat imkânı çoktan yok olmuştu. Düşman asıl mevzilerimizi hırslı bir şekilde işgal ediyor ve halen sebat etmek isteyen kahraman savunucuları kılıçtan geçiriyordu. Nihayet bozgun halinde bir ricat başladı. Kaçıyor, mütemadiyen kaçıyorduk. Layıkıyla hatırlayamıyorum, fakat her halde 24 saat devam eden bir ricattan sonra düşmanla teması kesmiştik.

Dur emri verildiği zaman akşam olmak üzere idi. Derhal mevzi inşaatına başladık. Tepe sırtlarında topçu mevziye girmiş, gözetleme mevkilerini yapmıştı. Bütün gece keşif kollarından haber beklendi. Hiçbir haber gelmiyordu. Sabaha karşı sol cenahta küçük bir çatışma oldu. Askerlerin mekanizmaları okşayan elleri, asabiyetten titriyor, gecelerden beri uykusuzlukla bitap ve baygın bakışlar, gece karanlığını delmek istermiş gibi hadekalarından [göz bebeğinden] fırlayıp düşmana doğru gitmek, onu görmek istiyordu.

Şafakla beraber topçu mevzilerini ve müteakiben piyade mevzilerini keşfeden topçu tahrip ateşine başlamıştı. Karşımızdaki piyade kuvvetlerinin fazlalığını hissediyorduk. Her şeye rağmen vaziyetimizde iki gün önceki vehamet görünüyordu. Tam isabetlerinde o gün nasılsa büyük bir muvaffakiyet [başarı] gösteren düşman topçusu, piyade ve makineli tüfek kıtaları arasında büyük tahribat yapmıştı.

Öğleden sonra idi, karşımızdaki tepenin gerisine kuvvetli süvari müfrezelerinin toplanmış olması, gözetleme mevkiinden haber verildi. Bizim topçu, düşman süvarisinin güzergâhında çatal teşkil etmiş Kazakları dağıtmaya çalışıyordu. Düşman topçusu faaliyetlerini fazlalaştırıyordu. Düşmanın muharebe amacı pek aşikârdı, bize yerleşmek imkânını vermemekti. İkindi olmuştu, esasen yarım yamalak yapmış olduğumuz mevziler tahrip ateşiyle hercümerç [altüst] edilmişti.

Birdenbire karşımızdaki tepenin cenahındaki çıkış mevzilerinden muharebe meydanına atılan Kazaklar, tek sıralı savaş saffıyla dörtnala hücuma geçtiler. Ağzı köpürmüş, burun delikleri hiddetten fazla açılmış atlar üzerinde kargısını sallayan muhteşem kalpaklı Kazakların bu yoğun savaş saffı, müthiş bir manzara teşkil ediyordu.

Piyade ve makineli tüfek ateşi artırıldı. Fakat düşman süvarisi her şeye rağmen hücum ediyordu. Akıbet, düşmanı yalın kılıçla başı ucunda gören askerin de morali birden bire düştü. Bu hadise, muharebenin en fecii ruhi mağlubiyetidir diyebilirim ki bu vaziyet karşısında hiçbir kıta, maneviyatını muhafaza edemez.

Nitekim öyle oldu. Teslim olmamak elden değildi. Askerler birer birer silahlarını siperin üstüne terkediyorlardı. Kazakların bir kısmı hayvanlarla siperin gerisine atlamışlar ve kılıçlarıyla askerlerin kafasına vurarak silah bırakmalarını emrediyorlardı. Düşman, sol cenahta silahları topluyordu. Bizim tabur cephesine isabet eden bölüğün yüzbaşısı, benim zabit olduğumu hissederek bana doğru ilerledi. Tam bu esnada Kazaklardan bir başçavuş mızrağını göğsüme havale etti, arkadaki boşluktan istifade ederek yere çöktüm. Kazağın hamlesi boşa gitmişti. O zamana kadar yanımda bulunup sükûtu muhafaza eden borazan ani bir hareketle: Vuruldun mu yüzbaşım! dedi.

Ve silahına sarıldı. Tam isabetle beyni parçalanan Kazak başçavuşu, hayvanından düşmüş ve bütün tabur eski zindeliğini elde etmişti. Herkes teslim için düşmana uzatmış olduğu silahını tekrar mevzisine alıyordu. Bütün siperlerde şiddetli bir ateş başlamıştı. Siperin ün ve arkasında dolaşan Kazak süvarileri birbirini müteakip hayvanlardan düşüyorlardı. Mahşeri andıran karmaşa içinde firar ediyordu. Beş dakika sonra muharebe meydanında Kazak cenazeleriyle hayvan leşlerinden gayrı, düşmanın mevcudiyetine delalet eden hiçbir şey kalmamıştı.

İşte benim borazanın halaskar kurşunu.”

Hikâyesini bitirmiş olan tabur kumandanı ki beylik Rus yapımı tabancasını göstererek:

-“Bu tabanca da bana borazanın hediyesidir” dedi. Başçavuşun belinden bizzat almış…

Belki pek çoğumuzun taşıdığımız bu malum tabancaya nadide bir şeymiş gibi merak ile eğilerek hep baktık. Bu alelade demir parçası, nazarımızda belki bütün savaşın tarihiydi.

[1] Celadet Âlî, Borazanın Kurşunu, Türkçe İstanbul, no: 191, 9 Haziran 1919

Kaynak: Seîd VEROJ, Du Birayên Bedirxanî: Celadet û Kamiran Bedirxan (1913-1923)