Bitlis’in 19. yüzyıldaki toplumsal, ekonomik ve kültürel durumunu anlatan bir kitap var.

‘Seyyahların Anlatımlarıyla Bitlis ve Ahalisi’ Çeviren ve derleyen Baran Zeydanlıoğlu (Dara Yayınları, Haziran 2019, İstanbul, XIV+346 s.)

Kitapta, metinlerin çoğu, 19. yüzyıla ilişkin olsa da, daha önceki asırlara ilişkin anlatımlar da var.

Baran Zeydanlıoğlu’nun kitabında iki önemli bölüm var. Birinci bölümde, (s. 1-227) seyyahların eserlerinden, seyahatnamelerden çeviriler yer alıyor. İkinci bölümde (s. 231-346) Bitlis’le ilgili olarak kendi yazıları ve derlemeleri var.

Kitabın ilk bölümüyle ilgili olarak şunlar söylenebilir.

Bu kitap, bölgenin nüfus yapısıyla ilgili çok önemli bilgiler vermektedir. 1915 sularında, Bitlis’in 30 bin civarında nüfusu var. Bu nüfusun üçte birinin Ermeni olduğu görülüyor. Bitlis’te o dönemlerde, 50 civarında Hristiyan Yakubi-Süryani aile de var.  Camilerin ve medreselerin yanında, Kiliseler ve manastırlar da var. Müslüman öğrencilerin devam ettiği okullar yanında, Hrıstiyan öğrencilerin devam ettiği okullar da var. Örneğin Hersan Mahallesi, tamamen Ermenilerin yaşadığı bir Mahalle olarak anılmaktadır. Ermenilerin, kasaplık, manavlık, fırıncılık, demircilik, silah tamirciliği, gümüş işlemeciliği gibi işlerle uğraştığı da belirtilmektedir. (s. 7)

Mahkemelerde, Müslümanların ve Hristiyanların eşit oranda temsil edildikleri de vurgulanıyor. (s. 111)

Bitlis ve Ahalisi kitabında, Kürd kültürünü dile getiren birçok yazı var. İtalyan Della Valle, 1617 yılındaki mektubunda, Bitlis’te yaşayanların giyim-kuşamlarıyla ilgili önemli bilgiler verir.  “Kürdlerin giyimleri, Fars ve Türk giyim tarzına benzese de,  Kürdlerinki, biraz daha sert bir tarzdır.  Kadınlar daha özgürler ve serbestçe dışarıya yüzleri açık çıkabiliyor. Hem tanıdıkları ile, hem de yabancılar ile rahatça konuşabiliyor. Müslümanlık ve mezhep olarak da ya Ali ya Ömer. Yalnız mezhepsel bağlılıkları, Fars ülkesi veya Türkiye (Osmanlı) egemenliğine yakınlıklarına göre değişmektedir.  Bilinen bir gerçek de, Kürdlerin sahip olduğu ve kendilerine has İslamiyet öncesinden kalma, birtakım geleneklerinin olmasından dolayı, diğer Müslümanlar tarafından Kürdlerin dini vecibelerinin tam yerine getirmedikleri söylenir.” (s. 34-40)

1660’larda, Bitlis ve Tatvan’dan geçen Fransız seyyah Jean Baptiste Tavernier, Bitlis kalesine, sadece Bitlis Beyinin ve komutanının at sırtında çıkma hakkı olduğunu, geriye kalanların, kaleye yürüyerek çıktığını vurguluyor (s. 44)

Vatikan tarafından, 1810’larda, Musul’a gönderilen rahip Guisippe Campanile (1762-1835), Bitlis’ten de geçiyor. Rahip Guisippe Campanile, kanımca, Kürdlerin, Kürdistan’ın çok büyük bir yarasına, zaafına parmak basıyor. “Zaman zaman Diyarbekir paşası ve zaman zaman da Fars Şahından aldığı bu yetki ile kibirli bir yapıya bürünen bey dönemin şartların uygun olarak, komşularından hangisini kendine yakın görürse,onun koruması altında yer alıyor.”  (s. 67)

Rahip Guisippe Campanile, halkın gururlu ve sert olduğunu da vurguluyor. Ama bu gurur,  kendi kendini yönetme, kendi kendisinin efendisi olma bilincini doğuramamış. Bey, birbirine düşman iki güçten kah birine, kah ötekine yanaşarak kendine gelecek kurmaya çalışıyor. Birbirine hasım bu iki gücün, ayrı ayrı, Kürdlere de hasım oldukları çok açıktır.

Bitlis ve Tatvan arasında, Rahva Ovası’nın Doğu tarafında yer alan bir han var. Bu hanın adı, (s. IX)’da kanımca doğru yazılıyor. El-Aman Hanı.  Bu han (s.68),  Han Elmalı diye tercüme edilmiş. Bu yanlış. Bitlis ve Ahalisi kitabında, hem doğru adın hem yanlış adın yer alması şaşırtıcı…

Seyyahlar, Doğu’da örneğin Kürdistan’da Avrupai kıyafetlerle dolaşmıyorlar. Örneğin, 1836’da, İngiliz yarbay Shiel,  Bitlis’i Acem kıyafetiyle dolaşmış. (s.73) İngiliz Yarbay, Shiel Kürd beyini ve Ermeni köylülerin kıyafetini ise şu şekilde anlatıyor. “ Şerif bey 25 yaşlarında, cesur bir Kürd idi.  Ve esas dikkat çekici şey ise giyimiydi. Kısa sarı çizmeler, olağanüstü genişlikte pantolonlar, değişik renklerden oluşan üst üste giyilmiş üç ayrı ipek ceketler, ki, bir tanesinin kolları iki metre civarındaydı,  ipek bel kuşağı ve her renkten oluşan ipekten kocaman bir sarık. Ayrıca bu kıyafetlere ek olarak bir beyaz Arap pelerini, kemerinde bir hançer, uzun tabancalar ve bir kılıçla tamamlıyordu.”

“Ermeni köylülerin doğru-düzgün bir elbise giydikleri söylenemezdi. Çünkü, genellikle parça kumaş ve yamalardan ve nasıl giyinip çıkardıkları bir muamma olan bir kıyafet kullanıyorlardı.” (s.  74-75)

Burada, Ermenilerle ilgili küçük bir not düşmek durumundayım.  19. yüzyılın ikinci yarılarına kadar, başlıca iki sınıf Erneni var.” … I. İstanbul Ermenileri: Patrikhane ve aristokrat- büyük burjuva Amira, Osmanlı’ya tamamen entegre.

  1. Doğu Anadolu Ermenileri: Esas olarak çiftçi, zanaatkar ve tüccar. Kürt beylerine her yıl, ‘altın yumurtlamak’ yani haraç karşılığında, normal bir üretim faaliyeti sürdürüyorlar.” (Baskın Oran, 1839’dan 1915’e Yuvarlanan Süreç, (Öncesi ve Sonrası İle 1915 İnkar ve Yüzleşme kitabı içinde Hazırlayan Sait Çetinoğlu, Mahmut Konuk, Ütopyya Yayınevi, Nisan 2013 s. 36)

Görüldüğü gibi, Doğu Ermenileri, bu arada Bitlis’te yaşayan Ermeniler, Ermenilerin önemli bir kesimi, köylülük, İstanbul Ermenilerinin ilgisinin dışında yaşıyorlar. Yoksul bir yaşam sürdürüyorlar. Bu Ermeniler, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İstanbul Ermenilerinin, Patrikhane’nin ilgisini topluyorlar.

Amerikalı Misyoner Southgate, 1839 yılında, Bitlis’te,  tabakhanelerden, kök boya imalathanelerinde, içki imalathanelerinden söz etmektedir.  (s. 81)

Misyoner Southgate,  göçebe Kürdlerin dini inançlarından da söz etmektedir. “Bu göçebe Kürdler, şehire geldiklerinde, kendilerine Müslümanız, diyorlar. Ancak, dağdaki yaşamlarına döndüklerinde,  pek din ile alakaları yok.” (s. 86)

Misyoner, Southgate, Kürdlerle Ermeniler arasındaki ilişkilerin düzgün olduğundan, Ermenilerin, Kürdlerden saygınlık ve itibar gördüklerinden de söz ediyor. (s.85)  Fars ülkesindeyse, Ermeniler, Müslümanlardan bu kadar itibar görmüyorlar.  Bazı yerlerde, Ermenilerin Müslümanların alış-veriş yaptığı dükkanlardan ekmek bile alamadığı dile getiriliyor. (s. 70)

Bitlis ve Ahalisi kitabında, Bitlisli Musa beyden, Musa Beyin Ermenilere karşı yürüttüğü baskı ve zulümden, Ermeni kızı Gülizar’ı kaçırmasından, bu sırada, Gülizar’ın babasını ve bazı aile fertlerini katletmesinden,  Ermeni evlerini ve Ermeni köylerini yakmasından söz eden bölümler de var. Bu çerçevede, Musa Beyin, 1889’da İstanbul’da görülen duruşmasından da söz ediliyor. (s. 101-108)

Fransız Araştırmacı Vital Cuinet’in,  Bitlisle ilgili bir raporu var. Bu çok geniş bir rapor. (s.109-154)

Bu raporun yazıldığı dönemde Bitlis eyalet. Muş, Genç, Siirt Bitlis eyaletine bağlı sancaklar. Sancaklar Mutasarrıflar tarafından yönetiliyor.

Cuinet Raporu’nun, Mahkemeler ve Polis, başlıklı bölümünde şöyle deniyor. “Bitlis ve Muş eşit sayıda Müslüman ve Hristiyan üyelerden oluşan kadılar  ve naipler  tarafından yönetilen  sivil ve ceza  mahkemelerine sahiptir.” (s. 111, 141) Müslümanların yargılandığı mahkemelerde, rüşvetin, kayırmacılığın yaşandığı da vurgulanıyor. (s. 161)

Raporda, Bitlis’in ekonomik, kültürel durumu, iş-güç çeşitleri, tarım ve hayvancılık durumu, madenler vs. ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir.

Rahibe İsabella 1890’lardaki Bitlisi anlatıyor. (s. 166-177) Muş ovasında yaşayan Ermenileri, Kürdlerin çok yoğun, yaygın baskılarıyla karşılaştıkları dile getiriliyor. Bu Kürdlerin, Hacı Musa Beyin adamları olduğu söylenebilir.

Yurtsever Bir Kürd Ağası

Arshak Safrastian, 1948 yılında londra’da yayımladığı  Kurds and Kurdistan  isimli çalışmasında, 9-13 sahifeleri arasında, Bişarê Çeto ve Bitlis Valisi başlıklı bir yazı var.

Bişarê Çeto, (1871-1914) hayvancılık yapan, bu çerçevede büyük kazançlar elde eden bir Kürd. Arshak Safrastian, bu konuda şöyle yazıyor: “ Çeto, bu şekilde yüklü miktarda kazanç elde ederdi. ancak hiçbir şekilde, davetsiz Rumi misafirine, yani Türk hükümetine vergi vermeyi kabul etmezdi. Çünkü, Çeto,  hayvanlarının otladığı yaylaların,  ve kendilerinin yaşadıkları toprakların,  onlara atalarından miras kaldığını,  aşiretinden başka bir oluşumu kabul etmeyip tanımadığı gibi,  hiçbir zorlama ve şart altında da,  Tanrı tanımayan Rumilere, ne toprak vergisi, ne hayvan vergisi, ne asker vermeyeceğini,  dile getiriyordu. Her ne kadar Çeto’nun,  kendi aşiret üyeleri de,  bazan Suriye ve Irak’tan,  Kürdistan ve Ermenistan’a gelip giden kervanlara saldırıp yağmalasalar da,  Çeto, yine de gaddar ve hırsız despotlara karşı fakir ve güçsüzlerin kahramanıydı.” ( s. 179)

Bişarê Çeto, yurtsever bir Kürd ağası… Yaşadığı topraklar üzerinde egemenlik kurmaya çalışması dikkate değer bir anlayış. Devletleşme bu tür düşüncelerin birikimi ve bir hareket yaratması sürecinde gelişiyor.

Arshak Safrastian, kendisiyle görüşmesinde, Bişarê Çeto’nun aynı düşünceleri dile getirdiğini anlatmaktadır.  “… Bu anlatım sırasında,  gözlerinden ateşler çıkarcasına,   kızgınlıktan titreyerek ve karalı bir şekilde,  ‘Rumileri burada istemiyoruz,  biz kendi kendimiz yönetebiliriz, Atalarımızın Hz. Ademden beri,  bu topraklarda yaptığı gibi.  O yüzden Rumiler buralardan gitmelidir.  Benim oğullarım ve torunlarım, Rumiler buraları terk etmedikleri sürece huzur bulamazlar’ dedi.” (s. 181-182)

Arshak Safrastian, oğullarından birisini yakalayarak zindana koyan Bitlis valisine karşı yürüttüğü operasyonu da anlatmaktadır. Bişarê Çeto’ ve adamları,  Valinin, Avrupai mobilyalarla Bitlis’e gelmeye çalışan eşini kaçırmışlar ve bu yolla zindandaki oğullarını serbest bırakılmasını sağlamışlar… Bu olayın 1908 Jön Türk devriminden hemen sonra gerçekleştiği anlatılmaktadır.  (s. 179)

Bişarê Çeto’nun, 1914’de Birinci Dünya savaşı döneminde, Sarıkamış cephesinde Ruslarla savaşırken şehit düştüğünü de belirtelim…

1914 Bitlis İsyanı

Mary D. Uline,  Bitlis’deki, Amerikan Holyoke Kız Kolejinde görev yapmaktadır. Mary D. Uline’nin, 1914 Mart, Nisan ve Mayıs aylarında,  ABD’de arkadaşlarına gönderdiği mektuplar, isyan hakkında önemli bilgiler vermektedir. (s. 199-218)

Bitlis ve Ahalisi kitabında, Lord Kinross’un, 1951 yılında Bitlis, Tatvan ve Ahlat’a yaptığı seyahat de   anlatılmaktadır (s. 219-227)

Baran Zeydanlıoğlu’nun Makaleleri ve Derlemeleri

‘1511’de destan yazan Rojkiler’   başlıklı yazıda, Bitlis Kürd Beyliği’nin, Osmanlılara da Farslara da boyun eğmediği yazılıyor. ( s. 234)

‘Bitlis hükümdarı Emir Şeref Han’ın Öldürülmesi’ başlıklı yazıda, Ulama Paşa’nın, 1534 yılında, savaşta, Emir Şeref Han’ı öldürmesi ve kafasını kesmesi anlatılmaktadır. Emir Şerefhan, Şerefname yazarı Şerefhane Bitlisi’nin dedesi oluyor. (s. 236-237)

Melek Ahmet Paşa’nın, Bitlis Kürd Hükümdarı Abdal Han’a saldırması, Kütüphanenin yağmalanması ve akibeti, kitabın, 238-248 sayfaları arasında anlatılıyor. Bu saldırının, 1655 yılında yapıldığı belirtiliyor. Çuvallara doldurulan kitapların, 150 katırla, Rahva Ovas’na taşındığı, yağmalandığı,  orada mezadda (açık artırma) ile satıldığı vurgulanıyor.  AbdalHan’ın kitaplara düşkün bir Emir olduğu da belirtiliyor.

Bitlis ve Ahalisi kitabında,  Bitlisli Said-i Kürdi ve Venezuelalı Rafael de Nogalesle ilgili  bir bölüm de var. (s. 261-265) Bu bölümde Said-i Kürdi’nin, Birinci Dünya Savaşı sırasında,  Ruslara karşı savaşta yer alması, Ruslara esir düşmesi de anlatılıyor.

Bitlis Kalesi’nin Büyük İskenderle ilişkisinin olup olmadığı da tartışılıyor. (s. 266-270)

Kitapta, Bitlis’e tütün ne zaman geldi? (s. 307) Patates ne zaman geldi? (s. 313) gibi bölümler de var

Kitapta 160 yıl yaşadığı vurgulanan Bitlisli Zaro Ağa’dan da söz ediliyor. (s. 297-303)

Bir Eleştiri…

Dideban Dağı’ndan söz edilirken şöyle deniyor: “Yüksekliği 1821 metre olan dağın, Bitlislilerin gönlündeki yeri tartışmasızdır. Öyle ki, ağıtlara, türkülere, manilere ve destanlara konu olmuş, üzerine şiirler yazılmış, marka ve ticari isim olarak da kullanılmıştır” (s. 271)

Bitlis’te Beş Minare’ şarkısı ile ilgili olarak da şöyle deniyor: “Bitlis’te Beş Minare türküsü ne zaman bestelenmiş? Orijinali Kürdçe olan klasik bir ağıtın sözlerinin 70’li yıllarda, ‘anonim türkü’ diye, Türkçe sözlerle değiştirilerek,  seslendirilmesi ile başlıyor, minarelerin ünü!” (s. 279)

Kürdçe’deki, klam, stran, dilok gibi sözcükleri türkü diye çevirmek çok yanlış. Türkü, Türk’e has demektir, Türk’e ait demektir.  Türkçe yazılmış bir halk şiiri melodi ile ifade edildiği zaman bu türkü olur.  Bu bakımdan, klam, stran, dilok gibi sözcükleri şarkı sözcüğüyle çevirmek daha doğrudur. En doğrusu ise bu sözcükleri çevirmeden doğrudan kullanmaktır.

Ermeni türküsü, İngiliz türküsü, Arap türküsü olmaz. Kürd türküsü de olmaz. Bu sözcüğün sık sık kullanılması, ‘asimilasyona karşı mücadele etmek gerekir…’ diyenler tarafından da kullanılması,  asimilasyonun boyutlarıyla ilgilidir. Asimilasyon, beynin, zihnin, en küçük hücrelerin kadar nüfuz etmiştir.

Bu süreçte Türk solundan gelen yanlış bir anlayış da vardır. Sol, ‘burjuvazi şarkı söyler, şarkı dinler. Örneğin, Klasik Türk Müziği’ni burjuvazi dinler, halk ise türkü söyler, türkü dinler…’ der. Kürdlerin de bu anlayıştan etkilendiği görülmektedir.