Aşiretlerin kaçınılmaz yerleştirme ve iskân etme hakkındaki lüzumu, benim acizane mütalaalarıma cevaben şeref telaki ettiğim 3 numaralı ve 10 Haziran 1326 tarihli yüce tahriratını [yazını] derin bir duyguyla övünerek okudum. “Karşılıklı ikna etmelerle hakikatin ortaya çıkması” üzere bu konuda bir münazara faslının açılma arzusu cidden tebrik etmeye şayandır.

“Fikirler ne kadar çarpışırlarsa, hakikat pırıltısı o nispette görünüp meydana çıkar.” Şimdiye kadar görmediğimiz bu tarz resmi muhaberatın büyükler tarafından takdir edilmesi, görülen en güzel işlemlerdendir. -Emin olunuz ki- sizi bugün nazarlarımızda çok yükseltmiştir. Hükümet yetkililerinin tümü, bütün geleneksel muhaberatı o eski muğlak ve tahakkümden kurtararak, ona vaktiyle böyle bir mecraya güzel bir düzen temin etseydi veya -hiç olmazsa- buna çalışsaydı, fikirler düşüne düşüne yayılır ve bugünkü idare daha ziyade şeffaflık kazanmış olurdu.

İşte sırf bu özel müsaadelerine aldanarak bundan sonra bütün muhaberata daha geniş bir alan serbestisi verileceğinden, bunun için de bilhassa ve ilk başta affınızı dilerim.

“Aşiretlerin iskânı, henüz zamanı gelmemiştir.” diye buyuruluyor. Buna karşı kesinlikle arz ve temin ederim ki o zaman çoktan geçmiştir.

Şu bir gerçektir ki kevni [evrene ait] hadiselerin bağlı olduğu muhitin şartları altında kalarak tekamülü tedricidir. Bu evrensel kanunun tekamüle [evrimleşmeye] karşı, her arzunun birden ve bir zamanda oluşmasına ve teminine zaten imkan yoktur.

Fakat -mecazi bir isnat ile- zamandan beklediğimiz bütün güzelliklerin uygulama başarısı ancak o zaman evladı, -muhitin sebep ve etkinliklerin hususi yardımlarından istifade etmek suretiyle- temin ederek hazırlar. Eğer muhitin müsait olduğu takdir ve tekamül sebeplerine tevessül etmeyerek bir gelecek meçhul zamana bırakılıp beklenirse, hiçte doğru olmaz!

Bizden öncekiler böylece düşünerek -gelecek nesil için olsun- lazım gelen gereçleri hazırlamış olsalardı, biz de bugün onun pek parlak neticelerini idrak etmekle övünürdük.

Onların bu büyük idari hatalarını biz ancak geniş bir çaba ve çalışma sahasıyla -bir kuvvetli azim ile- birlikte atılmakla cebir ve ıslah edebiliriz. Meşrutiyet idaresinin tam tesisinin temini ise, bununla kaimdir [ayakta kalır].

Zaman kendiliğinden hiçbir şey yapamaz. Beşerin kudret ve çabası -icabında- bir âlemi idare edeceği ve bu kapsamlı kudrete hiçbir şey engel olamayacağı inancı, bugün bir ferdin onurlu temiz kalbine doğmalıdır. Bütün fertleri elbirliğiyle teşebbüste bulunarak çalışıp çabalayan bir millete, aydınlık istikbalinin bereketi her zaman ve her şekilde kendilerine açıktır. Milletin fertleri ümitsizliğe ve perişanlığa duçar olan bir kavim ise, yok olmaya mahkumdur.

İşte bu müzmin hastalık, bizim istikbalimizi mahfeden bir sosyal yaramızdır. Meşrutiyet idaresinin mukadderatını ellerinde bulunduranlar ise, bu kemirici ve kanlı yaranın tedavisi için birer fedakar tabip olmalıdırlar. Bunda başarılı olmayan idareciler için maddi ve manevi sorumluluk olacaktır.

Burası malum, kuvvetli azmin çabası karşısında zorlukları aşmamak kesinlikle tasavvur edilemeyeceğinden sonra, bir kere de şu aşiretlerin iskân meselesinin sosyal yapısının iskân derecesini ve dönüşümünü tetkik edelim.

Şimdiden uzağa gitmeye hacet yok, ilk önce ilçenin -mesela- Batuvan aşiretini ele alalım. Bu aşiretin bütün teferruat ve kabileleriyle beraber iki bin on üç çadıra maliktirler.

Bunlar yazın yaylalara giderler ve kışın dahi -kendi adalarına izafeten yadolunan- Dêrgul Batuvan nahiyesine avdet ederler.

Yazlıkların yaz mevsimindeki harareti 38-42, kışlakların ise 28-32 dereceden ibarettir.

Bunların güzergâhı ortasında bulunan Şırnak’tan başlayarak on dört saat kadar uzanan yerler, tümüyle yerleşim alanlarından boştur. Genişliği de altı saat tahmin edildiğine göre, tam olarak yüzölçümü -metrekareye göre- iki yüz bin kilometreden ibaret olmak lazım gelir ki bunun bir kilometresine -takriben- bir nefs/kişi isabet eder.

Bu boş olan bölge, ne Batuvan yazlığı kadar sıcak ve ne de yayla kadar soğuk olmayıp oldukça mutedil olup ve birçok da ormanı kapsar. Vaktiyle bu yerlerde yüzlerce köy teşekkül etmiş olduğu halde, sırf muhtelif aşiretlerin uyuşmazlık ve bozuşma nedeniyle kavgalara girişmeleri yüzünden harabelere döndüğü -bugün esefle görülebilen yerler- virane olmuş harabeleri gösteriyor.

Batuvan’ın nüfus ve davarları miktarlarına göre pek geniş gelen bu geniş mıntıka vaktiyle aynı sosyal şartlara ve muhite sahip olan bir hayli nüfusun iskân ve refahına müsait iken, acaba bu iklimi müsait olan yerin -şimdi- Batuvan hakkında düşünülmemesi, teslim olunabilir mi?

Bir de “Mezopotamya” geniş iklimine bakalım. Vaktiyle bütün beşeriyetin ilk beşiği, kemal ve medeniyeti olan o “Osmanlı Amerikası” milyonlarla insanlara bir huzur mahalli ve iskân yeri olduğu ve ilelebet yerleşim iskanına kabil olduğunu muhafaza ettiği halde, şimdilik göçebe bir neslin refah ve iskanını temin etmenin sırf gelecek bir belirsiz zamana ertelenmesini beklemek doğru mudur?

Bugün o ıssız bölgede yüzlerce nehir ve sular akmaktadır. Bunlar o zaman birer kanal ile yekdiğerine bağlı ve civarında bir hayli ağaç bitkiler ekilerek bu sayede pek çok şehir ve kasaba vücuda getirilmiştir ki, bunların harabe enkazlarına bizzat şahit olmuşumdur. Az bir çabayla hala mevcut olan kanalların -yeniden- temizlenip düzenlenmeleriyle, hazır nüfusa iskâna elverişli hale getirme imkanını verir.

 Bu meseleyi hükümet nazarında konuya aşina olan zatlara göre, en çok sorun olan problem, aşiretlerin şu göçebe durumlarının yerleşmemeleri, mekanın yokluğu ve zamanın müsait olmayışından kaynaklandığını ve her aşiretin -mutlak- mensup olduğu ilçe dahilinde iskana tabi olma düşüncesindedirler.

Halbuki bunların şu kavmi ilişkileri, sırf hususi bir ırka (Türkçülük) dayandırmaları apaçık ortadadır. Osmanlı milli birliğini ihlal eden bu acı vaziyetin bütün yeryüzü zemininde ebedi bir hat ile sonlandırılırken, Osmanlılık aleminde halen buna müsamaha edilmesi, şimdiki idarenin Meşrutiyet yüce anlamını derinden etkiler.

Biz değişik milletlerin ırka dayalı düşüncelerimizi çözmedikçe, milli sosyal birliğimizi de mezc [katma, karıştırma] ve analiz edemesek, Meşrutiyet idaresini -hakkıyla- tesis etmiş nazarıyla bakamayız.

Öteden beri yabancı diyarlardan akın, akın gelmekte olan mağdur muhacirlere bir iskan yerini tayin edip yerleştirmekte güçlük çekmeyen Osmanlı kudretinin, bilakis kendi dahili göçlerine karşı bu konuda acizlik ve umursamazlıkta bulunması, tasavvur edilemez.

Faraza Eruh kazası, Batuvan’a bir müsait iskan etme yerini temin edemiyorsa, Osmanlı kudreti onu geniş ve iklimi müsait bir yere göndersin. Biz herhalde buna teşebbüs etmeliyiz. Teşebbüslerimiz eksik kalırsa onu gelecek nesil tamamlasın. Onlara -hiç olmazsa- böyle güzel bir idari başlangıcı hazırlamak, vatan sevgisinin gereğidir. Atalarımız gibi onlara bırakacağımız miras, “bomboş bir hasret çekmeden” ibaret kalmamalıdır.

Pek uzun düşüncelere ihtiyaç yok, bir kere Eruh aşiretlerinin yine Eruh dahilinde iskanına teşebbüsü ve bunu da bir tecrübe ediniz. Bu konuda her tarafın tasavvur edegelmiş olduğu bütün engel ve problemlerin bir idari tereddüt ve kuruntudan başka bir şey olmadığı görülür.

Bundan daha ziyade bir tafsilatı fazla görürüm. Bulunamadığı irade buyrulan evrakın bir suretini dosya olarak takdim ettim. İçeriğine ve şu maruzata karşı varid olacak önemli düşüncelerinizi açıklamanızı özel ricamı takdim ederek yüce makamınıza şükran ve saygılarımı iletirim.

Mirikatibizade

Ahmed Cemil

* Sabık Midyat kaymakamı Ahmed Cemil Beyefendi kardeşimizin “Meşrutiyet ve Siyaset-i Aşair ve Kabil ile Yerleştirme ve Islahı” hakkındaki tasarının suretini geçen haftaki nüshamızda neşretmiştik. Bu kere elde ettiğimiz 125 numaralı ve 15 Haziran 1326 tarihli ikinci bir yazısının cevabını da aynen yayınlıyoruz.

[1] Dicle, no: 90, s. 3, Dicle Matbaası, 20 Cemazeyilahır 1331 (H)/27 Mayıs 1913

Osmanlıcadan çeviren: Cemîl Amedî