Başkanlık ve Kürtler (V)

08.03.2017

Referandumda “hayır” diyeceğini açıklayan kimi Kürt aydınları da şu gerekçeyi ileri sürüyor: “Biz hayır diyoruz. Ancak bizim ‘hayır’ CHP’nin ‘hayır’ı ile karıştırılmasın.” Sanki onların “hayır’ı” farklı sandıklara atılacak ve ayrı sayılacak! Kürt meselesine çözüm getirmeyecek olan eski sistem ve statükoyu savunacaksın; Kemalizmin değirmenine su taşıyacaksın ve bir de tutup “benim ‘hayır’ım farklıdır” diyeceksin. Böyle komik bir gerekçe olamaz.

Başkanlık sisteminin Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştıracağı ve giderek tek kişilik bir yönetimin ülkede egemen olacağı tezi üzerinden,  farklı kesimler tarafından Kürtlere referandumda “hayır” oyu kullanmaları çağrısı yapılmakta. Kimler bu “hayır” çağrısını yapmıyor ki! Kemalistler, neo-Kemalist HDP’liler, ulusalcılar, İttihatçılar, hattâ Barzani’nin şahsında Kürt halkının tüm değerlerine saldıranlar bile Kürtlere  “hayır” çağrısı yapıyor.  Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşmasının ilk önce Kürtlere çok büyük zarar vereceği konusu işleniyor. Sanki Türkiye’deki “muazzam demokrasi”den bir tek Kürtler nemalanıyormuş. Eğer  “hayır” cephesi kaybeder ve demokrasi zaafa uğrarsa, asıl o zaman Kürtler korksun demeye getiriyorlar.

Padişahın devesi, Kürdün demokrasi korkusu

Demokrasi elden gidiyor diye Kürtleri korkutanlar, aklıma orijinali Kürtçe olan şu hikâyeyi getirdi: Henüz motorlu araçların olmadığı, ulaşımda genellikle hayvan gücünden yararlanılan bir dönemde, savaşlarda üzerinde top taşınan bir deve varmış. Bu deve işinde o kadar mahirmiş ki, tüm ordu mensupları arasında padişahın devesi olarak bilinirmiş. Deve, sırtında taşıdığı topa o kadar alışmışmış ki, top sırtındayken ateşlendiğinde bile istifini bozmaz ve asla zorluk çıkartmazmış. Devenin savaşlarda gösterdiği yararların haddi hesabı yokmuş. Bazen savaşların sırf bu deve sayesinde kazanıldığı bile rivayet edilirmiş.

Seyisi de padişahın devesine özenle bakarmış tabii.  Sadece padişahın devesine tabi olmak üzere şöyle bir gelenek varmış: Her savaştan sonra padişahın devesi seyisinin ve bir grup askerin eşliğinde pazarda dolaştırılırmış. Böylece deve pazarda hangi tezgâha yönelirse yönelir, canı ne isterse yermiş. Bir gün yine savaş kazanıldıktan sonra, deve özel seyisi ve ona refakat eden askerler tarafından pazara getirilmiş. Deve bu. Pazarda hangi malın kime ait olduğunu bilmez;  zenginlerin tezgâhlarına iliştiği gibi, fakirin de tezgâhına uğrar ve canının istediğini yermiş. Devenin kendi tezgâhına yöneldiğini gören çok yoksul bir adam, tezgâh arkasından, seyis ve askerlere de çaktırmak istemeden, “hişt” diyereek ve el kol hareketleri yaparak deveyi uzak tutmaya çalışıyormuş.  Olup bitenler seyisin gözünden kaçmamış. Usulca yoksul adama yaklaşmış ve şöyle demiş: Her gün sırtında top patlayan bir deveyi, bir iki el kol işaretiyle korkutacağını mı umuyorsun? Top sesinden korkmayan bir deve, ne bir “hişt”ten korkar ne de el kol hareketinden.  Akıllı ol, bir de üstüne askerden dayak yeme.”

Kadere bakın ki Kürtler de “hayır”cılar tarafından “demokrasi elden gidiyor” diye korkutuluyor. Aslında hangi demokrasinin elden gittiğini ve hangi haklarından yoksun kalacaklarını bilebilseler, belki o zaman korkmaları için bir neden olurdu. Ancak kendilerini “azınlık” haklarına bile lâyık görmeyen bir toplumda; yasalar önünde bir Rum, bir Ermeni, bir Yahudi vatandaş kadar bile “topluluk” haklarına sahip olmayan Kürtler, hangi kaybın korkusunu yaşayacak?   Bu ülkenin üçte bir nüfusuna sahip olan Kürtlerin, 94 yıllık Cumhuriyet tarihinde ana dillerinde bir ilkokulları bile olmadı.  Kürtçe üzerine çalışmalar yapmış olan Cezayirli dilbilimci Ramdan Tuati, IMP News’a verdiği röportajında, “Birisinin dilini yasaklamak ile kesmek arasında bir fark yok. Ha birinin dilini kes, ha kolunu veya bacağını; fark etmez” diyor. Kürtler kendi dillerine karşı yapılan ayırımcılığı unutabilir mi?  İstanbul’daki reklam panolarında Suriyeliler için Arapça ilanlar verilmekte. Ancak İstanbul’da 5-6 milyon Kürt yaşamasına rağmen, reklam panolarında tek kelime Kürtçeye rastlanmaz. Yerinden ve yurdundan olmuş Suriyeli mülteciler bile, Türkiye demokrasisinden, vatandaş Kürt’ten daha çok yararlanmakta.  Kürtler, kaybedecekleri hangi demokrasi için korksun ki?

“Hayır” cephesi öncülerinden, CHP Sözcüsü ve Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke, Atatürk Havalimanında Kürdistan bayrağının göndere çekilmesi üzerine, şu kışkırtıcı sözlerle MHP’yi göreve çağırıyor: “Her konuda bir sözü olan Sayın Bahçeli’nin belki de kendi seçmenlerine anlatacağı bir şey olabilir. Henüz bir şey duymadık kendisinden.” Peki, Kürtler bu derin Kürt düşmanlığını görmüyor mu?

Kemalist tren demokrasi durağına uğramaz

Neo-Kemalist HDP’nin Kemalist trene binmesi doğal. CHP, HDP’nin eşbaşkanlarını ve birçok milletvekilini hapse gönderse de, ideolojik akrabalık bunu gerektiriyor, çünkü ideolojiler körleştirir. Bunu anlamak mümkün, zira HDP’nin en önemli önceliği Kürt meselesinin çözümü değil; AK Parti’nin iktidardan düşürülmesi ve yerine, Kemalist rejimin yeniden inşasıdır.  Zaten “hayır” gerekçelerinde, Kürt dili ve kimliğinin tanınması anlamında bir talep de mevcut değil.  Ayrıca HDP’nin, MHP’yi kıskandırırcasına Kürtçe olarak hazırladığı “hayır” klipinde, şarkının ilk sözleri “li dijî parvebûnê bêje ‘na’” (bölünmeye karşı “hayır” de) şeklinde başlıyor. Şimdi buna güler misin, ağlar mısın?

Öte yandan dışarıdan “hayır” çağrısı yapan PKK’yi de anlamak mümkün değildir. Çünkü kendi sistemi tam anlamıyla katı başkanlıktır.  Yıllar önce Yalçın Küçük Abdullah Öcalan’a  “Başkan siz ilksiniz, peki sizden sonra kim geliyor?” diye sorduğunda, Öcalan “birden yirmiye kadar olan kadrolar boştur” demişti.  Belki Öcalan şakadan söylemişti, ama sistemlerinin tek kişi olan “başkan”a  “başkanlık” (Serokatî) diyecek kadar katı olduğu bilinmektedir. Eğer PKK var olan sistemi iyi ve demokratik olarak görüyorsa, o zaman neden şiddet ve silahlı mücadele yoluyla yıkmaya çalışıyor? Madem eski anayasa ve parlamenter sistemi savunuyorsunuz, o zaman neden hendek ve barikatlarla sivil ve demokratik mücadele imkânlarını ortadan kaldırdınız?  94 yıllık Cumhuriyet tarihinde, sadece bir kez Kürt meselesinin sivil ve demokratik yollarla çözümü imkânı oluştu; ancak bu imkân da hendek ve barikatlarla ortadan kaldırıldı. Kürtlerin parlamenter sistem içinde bir daha böyle bir şansı elde etmeleri ihtimali yok denecek kadar zayıftır. Onlar böyle bir şans yakaladıklarında bile, bu kez karşılarında meselenin çözümünden yana olan bir AK Parti de olmayabilir.

“Bizim ‘hayır’CHP’ninkinden farklıdır”diyenler

Referandumda “hayır” diyeceğini açıklayan kimi Kürt aydınları da şu gerekçeyi ileri sürüyor: “Biz hayır diyoruz. Ancak bizim ‘hayır’ CHP’nin ‘hayır’ı ile karıştırılmasın.” Sanki onların “hayır’ı” farklı sandıklara atılacak ve ayrı sayılacak! Kürt meselesine çözüm getirmeyecek olan eski sistem ve statükoyu savunacaksın;  Kemalizmin değirmenine su taşıyacaksın ve bir de tutup “benim ‘hayır’ım farklıdır” diyeceksin. Böyle komik bir gerekçe olamaz. Hz. İsa şakirtlerine seslenirken “Evet ’iniz evet, Hayır’ınız hayır olsun” diyordu. Bu cephede yer alanların bir kısmı da şu gerekçeyi ileri sürüyor: “Aslında biz başkanlık sistemini savunuyoruz, ancak tüm yetkilerin tek elde toplandığı böylesine güçlü bir başkanlığı tercih etmiyoruz.” Efendiler, ancak güçlü bir başkanlık Kürt meselesi gibi zor bir sorunu çözüme kavuşturabilir. Kürt meselesi çözüldüğünde, zaten sistem ister istemez demokratik bir hal alacaktır.

 

Ben başkanlık sistemi geldiğinde, memleket meselelerinin çözümünde tam yetkili olan başkanın, kırk yıldır şiddet yöneteniyle çözülemeyen Kürt meselesini barış ve diyalog yoluyla çözmeye kalkacağına inanıyorum. Parlamenter sistem içinde Kürt meselenin çözümü için irade sergileyen her iktidar, şu veya bu şekilde zarar gördü veya cezalandırıldı. Ancak başkanlık sisteminde meclis iktidar için adeta Demokles’in kılıcı gibi bir tehdit oluşturmayacaktır. Kürt meselesini çözen başkan, bu ülkeyi demokraside birinci lige çıkartmakla kalmayacak; yarın Nobel Barış Ödülünü de alarak tarihe geçecektir.

Başkanlık ve Kürtler (VI)

15.03.2017

Türkiye’deki Meclisin Kürt meselesini çözebilecek bir ferasete erişmesini beklemek, Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” adlı eserindeki bekleyişe benzer. Bu bekleyiş sonu hiçbir zaman gelmeyecek olan anlamsız bir bekleyiştir. Parlamenter sistemin ve meclisin çözemeyeceği bu sorun, başkanlık sisteminde kolaylca çözüme kavuşturulabilir. Çünkü bu sistemde meselenin muhatabı bellidir ve muhatap çözmek istediğinde, ne meclis ne de başka bir güç onu engelleyebilir.

Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde neden bir türlü başarılı olamadığının sebeplerini masaya yatırıp, enine boyuna tartışmamız gerekmektedir.  Bu ülkedeki yönetimler neden birkaç yılda bir askeri darbelere maruz kalmaktadır?  Yine bu ülkede, neredeyse sürekli olarak kendisini yenileyen darbe mekaniği nereden, hangi sistem eksikliğinden beslenmektedir? Türkiye darbelere mahkûm mudur?  Hangi yapısal sorunlar, bu ülkenin gerçek anlamda demokrasiye geçişini engelliyor?  “Demokrasi elden gidiyor” diyenler, elden giden şeyin demokrasi mi, yoksa kendi imtiyazları mı olduğu noktasında bizleri aydınlatmak durumundadır.

Türkiye, sırtındaki Kürt kamburuyla demokrasiyi tesis edemez

Kabul etmek gerekir ki bu ülke gerçek anlamda bir demokrasiyle hiçbir zaman tam anlamıyla buluşamadı. Mustafa Kemal Atatürk bile, “Ben Cumhuriyeti tesis ettim. Fakat bugün idare şekli cumhuriyet midir, diktatörlük müdür, şahsi hükümet midir, belli değil” diyordu. Demokrasiye çok yaklaştığımız zamanlar oldu; özellikle  “barış süreci” olarak adlandırılan dönem buna en iyi örnektir. Fakat bunun ötesine geçemedik.  Çözemediğimiz sorunlar, bir müddet sonra daha da yakıcı bir şekilde yakamıza sarıldı. Neden çözemedik, neden başa döndük noktasında çok şeyler yazıldı. Onları bir daha tekrar etmekten ziyade,  hangi yol ve yöntemlerle daha iyi ve kalıcı çözümler üretiriz konusu üzerinde düşünmeliyiz.

Ben başından beri bu ülkedeki en temel meselenin Kürt meselesi olduğunu; Kürt sorunu var oldukça Türkiye demokrasisinin hem içerden hem de dışarıdan gelecek tehditler ve istismara açık olduğunu dile getirmekteyim. Bu sorun çözülmeden Türkiye’ye demokrasi gelecek diyenlere asla katılmıyorum. Keza “demokrasi gelecek, Kürt meselesi çözülecek” anlayışına da itibar etmiyorum. 94 yıllık Cumhuriyet tarihi ve yaşadığımız darbeler bunu yeterince gösterdi.  Türkiye, sırtındaki Kürt kamburuyla demokrasi mücadelesini kazanamaz. Şimdi Türkiye’yi maraton koşusuna katılacak bir atlet gibi düşünelim. Bizler bu atletin yarışta birinci olması veya en azından dereceye girmesini arzu ediyoruz. Ancak yarışa katılacak atletimizin sırtına bir yük bindirmiş, ayağına da pranga bağlamışız.  Atletimiz bu maraton koşusunda tüm gayretiyle bir şeyler yapmaya çalışıyor, fakat bir türlü diğer yarışmacılara yetişemiyor. Bütün gayretine rağmen atletimizin hızı,  diğer yarışmacılar yanında kaplumbağa hızında kalıyor. Eğer atletimizin yarışta birinci olmasını istiyorsak, önce sırtındaki yükü indirmeli ve ayağındaki prangayı çözmeliyiz.

Meclisten Kürt meselesinin çözümünü beklemek, Godot’yu beklemek gibidir

Türkiye’yi Kürt meselesi kamburundan kurmak için önümüzde iki farklı hükümet sistemi var. Birincisi yıllardır denediğimiz, ancak bir türlü sonuç almadığımız parlamenter sistem, ikincisi de başkanlık sistemidir.  Parlamenter sistem Kürt meselesi gibi radikal bir meselenin çözümünü, yasama ve yürütme erklerinin içinden çıktığı meclise bağlıyor ve meclisin tamamını bu meselenin çözüme kavuşturulmasında muhatap olarak karşımıza dikiyor. Bu sorunun insani ve vicdani bir çözüme kavuşması için 600 kişilik meclisten 400 vekilin uzlaşma ve onayı şarttır. Ancak böyle bir uzlaşmanın mümkün olmadığını geçmişteki tecrübelerimizden biliyoruz. Askeri yönetimin Kürtçeyi yasaklayan 2932 sayılı yasasını bile bu Meclis, Turgut Özal’ın tüm çabalarına rağmen ancak 1991’de, Kürtlerin Irak Kürdistanı’nda federe bir yönetim kurma şansı elde ettiği bir dönemde kaldırabildi. Dolayısıyla Türkiye’deki Meclisin Kürt meselesini çözebilecek bir ferasete erişmesini beklemek, Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı eserindeki bekleyişe benzer. Bu bekleyiş sonu hiçbir zaman gelmeyecek olan anlamsız bir bekleyiştir.

Parlamenter sistemin ve meclisin çözemeyeceği bu sorun, başkanlık sisteminde kolaylca çözüme kavuşturulabilir. Çünkü bu sistemde meselenin muhatabı bellidir ve muhatap çözmek istediğinde, ne meclis ne de başka bir güç onu engelleyebilir.  Şüphesiz meseleyi diyalog temelinde çözmenin farklı yol ve yöntemleri vardır.  Kürtler ile Türklerin akrabalık ve yakınlığı, et ve tırnak değil, daha çok kemik ve ilik ilişkisine benzer.  Dolayısıyla artık bu meseleyi fazla uzatmadan, geçmişteki yanlışlıklara yeni yanlışlar eklemeden, acılara yeni acılar katmadan çözüme kavuşturmak gerekir.

Türkiye, Ortadoğu’daki despotik yönetimleri örnek alamaz

Kürtlerin anayasa referandumunda “evet” demelerini engellemek amacıyla başvurulan bir argüman da şudur:  “Başkanlık geldiğinde Türkiye İran tarzı otokratik bir yönetime doğru yol alabilir.” Bilindiği gibi Kürtler İran’da  despotik şah rejiminin yıkılması için bütün güçleriyle çalışmış; ancak şah yönetimi düştükten sonra iktidara gelen Humeyni, Kürtlerin hiçbir hakkını tanımamıştı. Özellikle Kemalistler bölgede bu örneği sıkça dile getirmektedir. Tabii Kemalist laiklik demokratik bir içerikten yoksun kalınca, özü itibariyle erkeğe kravat takma, kadına etek giydirmeyi amaçlayan bir “kılık-kıyafet laikliği”ni  aşamayıp laikliği bilgi ve kültür temelinde inşa etmeyi başaramadığı için, bu tür korkular rahatlıkla istismar edilebilmektedir.   Öte yandan İran’ın hali ortada; Saddam tarzı, Esat tarzı yönetimlerin sonunun nasıl olduğunu hepimiz yaşayarak gördük.   Suriye yönetimi kendi kentleri ve kendi vatandaşları üzerine bomba yağdırmaya başladığında, herkesten önce Cumhurbaşkanı Erdoğan “Suriye yönetimi meşruiyetini yitirmiştir” dedi.  Dolayısıyla ben Türkiye’nin, özellikle bu saatten sonra Ortadoğu’daki despotik yönetimleri örnek alacağına inanmıyorum.

Türkiye’yi yönetme şansı elde etmiş tüm liderler arasında, Kürt meselesinin çözümüne en fazla mesai harcamış devlet adamı Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Bir kere Kürt sorununu bir tabu olarak görmemesi ve Kemalistler gibi ideolojik düşünmemesi son derece önemlidir.  Ayrıca Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’yle geliştirmiş olduğu olumlu diyalog da, sorunun çözümünde büyük avantajlar sağlamaktadır.

Kürtler Anayasa referandumunda, hem kendi dil ve kimlik hakları, hem de daha müreffeh ve ileri bir demokrasi için “evet” demelidir.  Unutulmamalıdır ki Kürt meselesinin çözümünde en önemli sorun bir muhatabın ortaya çıkmasıdır.  Başkanlık sistemi geldiğinde, artık muhatap bu meselenin çözümünde bizzat sorun olan meclis değil,  başkan olacaktır.

Bir Not: Adana’da Yükseköğretime Geçiş Sınavı’na (YGS)  sadece bir dakika geç kaldı diye binaya alınmayan ve bu nedenle gözyaşlarına boğulan 19 yaşındaki Mehmet Kara’nın durumu beni de ağlattı ve Pazar gecesi uyuyamadım. Hele “evden değil, işten geliyorum” demesi büsbütün yüreğime dokundu.  Daha önce 15 dakika geç gelen öğrenciler sınava alınırdı. Ancak bu yıl sınavın başlamasına 15 dakika kala gelmeyen öğrenci sınava alınmamış.  Düşünüyorum da, biz ne zaman bu kadar “Almanlaştık!”  Eğitim hakkının kutsal olduğunu söyleyip duruyoruz; ancak sınavın başlamasına henüz 14 dakika varken bir çocuğumuza bu gibi travmalar yaşatıyoruz. Oysa bizi Batı’nın “makineleşen” hayat tarzından ayıran yaratıcılığımız, derin hoşgörümüz ve sorunlara insan odaklı bakışımızdır. Lütfen bunu zedelemeyelim.  YÖK’ten bir ricam var: Asla kopya ve suistimala müsaade etmeyelim, ancak kurallarımız insani ve vicdani olsun.

Başkanlık ve Kürtler (VII)

21.03.2017

İstanbul Anakent Belediye Başkanı Kadir Topbaş dahi “İstanbul kendi kendini yönetsin, başka müdahaleler olmasın, kendi kararını kendi versin. Bu yanlış mı? Doğru… Biz bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak yetkilerimizin artırılmasını istiyoruz. Hattâ İstanbul’a özel bir yasa talebimiz oldu” demekte.

Başkanlık sistemi tartışmalarında CHP, Kürtleri etkilemeye yönelik propagandasında “tek adam yönetimi” ve “diktatörlük” vurgularını esas almakta. İnatla ve ısrarla, tek adam yönetiminin demokratik olamayacağı, bütün sorunları baskı ve şiddet yoluyla çözmeye kalkışacağı temasını işliyorlar. Hemen her gün “tek adam yönetimi” uyarısı yapan CHP,asıl Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü dönemlerinin “tek adam yönetimi” olduğuna; 1923’ten 38’e kadar Atatürk’ün, 1938’den de 50’ye kadar İnönü’nün bu ülkeyi tek başlarına yönettiğine değinemez.  Hattâ öyle ki, CHP’nin tek adam yönetiminde, Nazilerden alınma “parti devleti” uygulanması benimsenmişti. 26 Aralık 1938’de toplanan olağanüstü kurultayda, tüzükte yapılan değişiklikle İnönü CHP’ye  “değişmez milli şef” seçilmişti. Tabii “milli” ve “değişmez” olan, hukuki ve siyasi bakımdan da sorumsuzdu. CHP tüzüğüne göre “milli şef”in  görevi sadece üç durumda son bulabilirdi: (1) Ölüm; (2) görev yapamayacak derecede hasta olmak; (3) İstifa.

CHP’nin derdi “tek adam” yönetimiyle değil, Kürtlerle

Bugüne kadar herhangi bir CHP’linin, CHP dönemindeki “tek adam” yönetimine karşı bir eleştiride bulunduğuna tanık olmadık.  Buna rağmen, başkanlık sisteminin her hâlükârda Türkiye’yi   “tek adam” yönetimine götüreceğini ve demokrasinin sonunu getireceğini söyleyebiliyorlar. 12 Eylül Anayasasına, yüzde 10 barajına, Kürtçe dil yasaklarına ses çıkarmamış ve en önemlisi, geçmişine yönelik samimi bir özeleştiride bulunmamış olan bir CHP, demokrasi meselesinde samimi görülebilir mi? Hayır; sadece kaybetmiş olduğu iktidarını geri kazanmak ve Kemalist otoriterliği yeniden inşa etmek istiyorlar.

Aslında CHP’nin derdi öyle “tek adam”  yönetimiyle değildir;  gerçek bir demokrasi kaygısı da değildir. CHP başkanlık sisteminin tekçi, diğer bir deyimle üniter yapıya zarar verebileceği ve yerinden yönetime imkân doğurabileceğinden korkmaktadır. CHP, bütün tarihi boyunca inkâr ettiği Kürt halkının, yeni sistem sayesinde eşit statüde vatandaşlık hakkı elde etmesinden korkmaktadır.   Uzun yıllar CHP genel başkanlığı görevini yürütmüş olan Deniz Baykal, CHP’nin bu korkusunu şöyle ifade ediyor: “Cumhurbaşkanı tek başına eyalet ilan edebilir. Bu anayasa eyalet sisteminin kapısının anahtarını cumhurbaşkanına veren bir anayasadır. Eyalet kurma yetkisini cumhurbaşkanına vermeyin.”

Demek ki asıl mesele, öyle anlatıldığı gibi “tek adam” yönetimi sorunu değil. Bu ülkede “tek adam” yönetiminden rahatsızlık duyacak en son parti CHP’dir. Şimdi ellerimizi vicdanımıza koyup şu soruya cevap vermemiz gerekmekte: Eyalet yönetimlerinin olabileceği bir sistem mi “tek adam” yönetimi için elverişlidir, yoksa tekçi/üniter yapılar mı? Bir ilkokul öğrencisi bile, her şeyin tek merkezden idare edildiği üniter sistemlerin “tek adam” yönetimlerine daha uygun olduğunu bilir. Yine herkes bilir ki, yerel yönetimlerin güçlü olduğu, yetkilerin merkezden çevreye doğru dağıtıldığı, federal yapılanmalara imkân tanıyan yönetimlerin olduğu ülkelerde demokrasi çok daha güçlüdür.  Dünyadaki en güçlü ülkelerin, yerinden yönetime imkân tanıyan ülkeler olması tesadüfî değildir.  ABD dünyadaki hegemonik gücünü federal bir sistem üzerine oturmasına borçludur; benzer şekilde Almanya ve (eski Sovyet mirası sayesinde) Rusya da öyle.

Kemalistler  “parti devleti” psikolojisinden kurtulamadılar

Evet, bu ülkedeki tekçi “yönetim elbisesi” 80 milyonluk dinamik bir topluma dar geliyor ve bu elbiseyi değiştirmenin zamanıdır.  Türkiye nüfusunun 15-20 milyon olduğu dönemlerde bu koca ülkeyi tek merkezden,  Ankara’dan yönetmek mümkündü. Ancak bu dönemde artık çok zor. Her şeyin tek merkezden yönetildiği katı üniter sistemlerde, bir ilin trafik ışıklarının nereye konacağına bile merkezden karar verilir.  Bu ülke bir an önce bu dar elbiseden kurtulmak zorundadır, çünkü Türkiye, Kemalist paradigmanın şekillendiği 1920 ve 1930’ların otoriter aklıyla yönetilemez.  Öte yandan Kemalistlerin model almak istedikleri, ancak tam anlamıyla uygulayamadıkları totaliter rejimler döneminin partileri de tamamen tarihe karıştı. Son olarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, komünist tek parti sistemleri de (birkaç anakronistik kalıntı dışında) sona erdi.

Halen CHP içinde çalışan ilerici ve demokrat insanlar kusura bakmasın ve alınmasın, amabaşkanlık sistemi geldiğinde büyük bir olasılıkla CHP ya kapanacak,  ya da varlığını ancak gerçek anlamda sosyal demokrat bir partiye dönüşerek devam ettirebilecektir. Çünkü bu tekçi zihniyet, bu köreltici üniter yaklaşım ve “Kürt anasını görmesin” anlayışı CHP’yi asla büyütemez. Cumhuriyetin kurucu partisi olmak, bu ülkeyi ilelebet otoriter bir zihniyetle yönetme hakkına zemin teşkil edemez.  CHF (CHP), 1935 yılında parti devleti modelini Almanya’daki Nazi partisini örnek alarak benimsedi. Böylece İçişleri Bakanlığı görevine Parti Genel Sekreteri getirilirken, valiler de bulundukları illerde partinin il  başkanı olarak görev yaptı. Maalesef CHP ve Kemalist kesim halen bu parti devleti psikolojisinden kurtulabilmiş değil.  Eskiden devlet denildiğinde akla “asker” ve Kemalist seçkinler gelirdi. Ancak AK Parti bu köhne statükoyu değiştirdi.  Başkanlık sistemi sadece CHP’yi değil, İttihat ve Terakki’nin farklı versiyonları olan diğer bazı “parti”leri de işlevsiz bırakacak.

Şimdi artık Türkiye büyüdü. CHP zihniyetinin o dar elbisesi bu topluma uymuyor.  İstanbul Anakent Belediye Başkanı Kadir Topbaş dahi “İstanbul kendi kendini yönetsin, başka müdahaleler olmasın, kendi kararını kendi versin. Bu yanlış mı? Doğru… Rejim değişikliğini 1923 yılında yaptık, o geride kaldı. Ama rahat hareket edebilen bir devlet yapısının oluşması gerekiyor. Biz bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak yetkilerimizin artırılmasını istiyoruz. Hattâ İstanbul’a özel bir yasa talebimiz oldu” demekte.

“Hayırcılar” Kürt fobisini esas alırken, Kürtler bir daha düşünmeli

Gerek CHP, gerek MHP’den ayrılan grup, gerekse Vatan Partisi, anayasa referandumunda “hayır”ı ağırlıklı olarak Kürt fobisi üzerinden gerekçelendirmekte. Vatan Partisi “hayır” propagandasında, “Siz Kürdistan bayrağının dalgalanmasını istiyor musunuz? İstemiyorsanız, Hayır deyiniz. Çünkü Evet derseniz, o bayrağın dalgalanmasını da kabul etmiş oluyorsunuz” diyor.

Kürtleri Kemalist trene bindirmeye çalışan (neo-Kemalist hüviyetteki) HDP’nin de “tek adam” ve laiklik üzerinden başkanlık sistemine karşı çıkması doğru bir politika değil. Çünkü Kürt meselesinin çözümüne ve demokrasinin gelişmesine hizmet etmiyor.  HDP içindeki Kemalist unsurlar ve yönetime hâkim olan “Kemalist akıl,” ideolojik düşündüğü için bunu görmek istemez. Ancak HDP bünyesindeki Kürtler ve Kürdî düşünenler, başkanlık sisteminin Kürt meselesinin çözümü açısından büyük bir fırsat olduğunu görebilmelidir. Henüz barış süreci devam ederken, 4 Haziran 2015’te CNN Türk’te Sırrı Süreyya Önder, çözüm süreci için “MHP’yle bile yürütürüz”dedi.  Ancak öyle olmadığını hepimiz gördük ve yaşadık.

Son iki yılda, Kürtlerin ve Türkiye halkının hayatını kolaylaştıracak, ekmeğini büyütecek ve özgürlük çıtasını yükseltecek iki önemli fırsat kaçtı. Birincisi, PKK’nin 7 Haziran seçimlerinden sonra hendek ve barikat politikasıyla sivil ve demokratik siyasetin canına okuyup Kürt halkının 40 yıllık tüm kazanımlarını sıfıra indirmesidir. İkincisi, Türkiye 15 Temmuz darbesiyle büyük bir travma yaşarken ve devlet yeniden yapılanırken, PKK’nin derhal şiddet politikasından vazgeçmemesidir.  Kanımca bu iki yanlış kadar vahim olmasa da, üçüncü bir yanlış bu kez HDP tarafından yapılmakta. Kürt meselesinin çözümü açısından büyük bir fırsat sunan başkanlık sistemini reddetmek ve Kürtleri Kemalist trene bindirmeye zorlamak doğru bir politika değil. Yazık ki halen HDP, parlamenter sistemin Kürt meselesinin çözümünde başlı başına bir vesayet unsuru olduğunu görememekte.

[email protected]