Kürt meselesi parlamenter sistem içinde çözülemez. Bu ülkede Kürtlerin etnik ve dilsel haklarını evrensel anlamda kabullenecek ve çözüme kavuşturacak bir meclis aritmetiği elde etmek mümkün değil. 550 kişilik bir meclisten 367 vekilin, 600 kişilik bir meclisten de 401 vekilin ele ele verip Kürt meselesini çözüme kavuşturması imkân dahilinde görünmüyor. De Gaulle’ün Cezayir sorununu çözmesi gibi, ancak başkanlık sistemiyle çözülebilir.

06.02.2017 09:22

Anayasa referandumu meselesinin giderek siyasi bir kutuplaşmaya doğru yol aldığını ve seçim tarihi yaklaştıkça tarafların daha da kızışacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bu kutuplaşmada “görünen köy kılavuz istemez” noktasındayız. Şüphesiz anayasa değişikliği maddelerini konuşmak, tartışmak ve bu değişikliğin neler getirip neler götüreceğini bilmek hepimizin hakkıdır. Ancak deyim yerinde ise kırmadan, dökmeden ve sağa sola zarar vermeden, medenice konuşabilmeliydik.

Bir önceki yazımda, konuyu Kürt meselesinin çözümü açısından ele almış ve kimi sonuçlara ulaşmaya çalışmıştım. Bu yazı çerçevesinde de anayasa değişikliği ve referandum konusuna yine Kürt sorunu ve demokrasi meselesi bağlamında değinmek istiyorum.  Ancak önce demokrasi konusunda bir iki belirlemede bulunmam gerekiyor. Bana göre bu ülkede demokrasiyi tüm kurumlarıyla oturtmak ve içselleştirmek üç temel şartın yerine gelmesine bağlıdır:

(a) Demokrasi kültürü;

(b) Askeri vesayet;

(c) Kürt sorunu.

Demokrasi kültürü:  Şüphesiz demokrasi kültürü dediğimizde bu,  birkaç yılda bir sandığı seçmenin önüne koymaktan ibaret değildir. Vatandaşın özgür iradesiyle, bu ülkede iktidar olarak görmek istediği partiye, herhangi bir baskı altından kalmaksızın oy verebilmesi ve “azınlık”ları da dışlamayacak adil bir temsiliyete olanak sağlayan bir seçim sistemine sahip olmak gibi kriterler biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Aslında son yıllarda demokrasi kültürü anlamında, kimi siyasi engellere ve yüksek seçim barajına rağmen önemli bir yol kat ettik.  Daha düne kadar “öteki” olarak kabul edilen muhafazakâr Müslümanların iktidara gelmesi ve Kürtlerin de sistem içinde az çok bir yer edinmiş olmaları, bu yoldaki ilerlemenin en somut kanıtlarını teşkil etmektedir.

Askeri vesayet: Askeri vesayetin ortadan kalkması, bu ülkede hükümet olup aynı zamanda iktidar olabilmek anlamına geliyordu.  Çok yakın zamana kadar Türkiye’de hükümet olmak ile iktidar olmanın iki farklı durum olduğunu hepimiz görüyor ve yaşıyorduk. Ancak özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, bu ülkede askeri vesayetin çok ciddi bir şekilde gerilediğini ve artık ülkenin tüm temel meselelerinde siyasi iradenin ağırlıklı olarak etkin olduğunu kabul etmek durumundayız.  Kuşkusuz Türkiye demokrasinin en büyük kazanımlarından biri askeri vesayetin gerilemesidir.

Kürt sorunu: Kürt sorunu devam ettiği sürece, ben bu ülkede gerçek anlamda, Batı standartlarında bir demokrasinin inşa edilebileceğine inanmıyorum. Demokrasi kültürü ve askeri vesayet alanındaki kazanımları güvence altına almanın yegâne yolu Kürt meselesinin çözümünden geçmektedir.  Şahsen ben, “demokrasi gelecek, Kürt sorunu çözülecek” düşüncesine inanmıyorum.  Bir kere Kürt sorunu çözüldükten sonra, demokrasiyi pencereden de kovsak o yine bacadan girmeye çalışacaktır.

Türkiye’deki hükümet sistemi

İster başkanlık ister parlamenter sistem olsun, Kürt meselesinin çözümünde daha elverişli olan hükümet sistemi, bu ülkeye daha çabuk demokrasi getirir. Şimdi parlamenter sistemi biliyoruz. Bu soruna bir çözüm getiremedi. Ben getireceğine de inanmıyorum. Bu ülkede Kürtlerin etnik ve dilsel haklarını evrensel anlamda kabullenecek ve çözüme kavuşturacak bir meclis aritmetiği elde etmek mümkün değildir. 550 kişilik bir meclisten 367 vekilin, 600 kişilik bir meclisten de 401 vekilin ele ele verip Kürt meselesini çözüme kavuşturması imkân dahilinde görünmüyor.  Bakın, sosyal demokrat bir parti olarak bilinen CHP’nin genel başkanı sayın Kemal Kılıçdaroğlu, sosyal medya hesabından AK Parti’yi “çözüm süreci” konusunda nasıl eleştiriyor: “Oslo’da terör örgütüyle masaya kimler oturdu? Masaya oturulması talimatını kim verdi? Türkiye’yi seviyorsan önce bu sorulara cevap ver?” Ya da “İmralı’daki masaya kimler oturdu? Terör örgütü lideriyle başkanlık pazarlığını kimler yaptı? Adaya MİT müsteşarını kim gönderdi?”

Parlamenter sistemde, iktidardaki hangi parti, muhalefetin bu saldırıları karşısında memleketin en önemli meselesine çözüm üretebilir? Bu dil, bu yaklaşım tarzı Kürt meselesinin çözümüne bir katkı sunar mı? Bana göre sunamaz ve parlamenter sistem içinde, meclisteki farklı partilere mensup gruplar, Kürt meselesi gibi zor bir sorunda uzlaşmaya varamaz.  Barış sürecinde, AK Parti’nin bütün çabalarına rağmen, meclis meselenin çözümünde ortak bir paydada buluşamadı.  Turgut Özal’ın, hattâ Demirel’in bile başkanlık sistemini savunması, parlamenter sistemin, Türkiye’nin radikal meselelerinin çözümünde kifayetsiz kalması nedeninde aranmalıdır.

Hükümet sistemini tabulaştırmamalı

Bir ülkedeki hükümet sisteminin, hattâ rejimin bile değişmesini asla tabulaştırmamak gerekir. Eğer sistemde bir tıkanma varsa ve yürürlükteki sistem bazı meselelerin radikal çözümünde kifayetsiz kalıyorsa, değişim kaçınılmazdır.   Örneğin Fransa’da rejim ve hükümet sistemin değişimi hiç de öyle tabulaştırılmamıştır.  1789 Devrimi ile Fransa’da krallık rejimi sonlandırdı. Birkaç yönetim tarzı denemesinden sonra 1792’da cumhuriyet ilan edildi. Bu Birinci Cumhuriyet, 1804’te Napoleon Bonaparte’nin imparatorluk ilanıyla sona erdi. 1815’te Napoleon’un iktidardan düşmesinden sonra tekrar monarşiye dönüldü. 1848 devrimiyle ülkede İkinci Cumhuriyet ilan edildi. 1852’de III. Napoleon ile tekrar ikinci imparatorluk dönemi başladı. 1870’de Fransa’nın Prusya’ya yenilmesi ve III. Napoleon’nun Sedan’da esir alınmasıyla Üçüncü Cumhuriyet ilan edildi. İkinci Dünya Savaşından sonra ise Dördüncü Cumhuriyet ilan edildi, ancak oldukça kısa ömürlü oldu.

Fransa’da De Gaulle’nin mimarı olduğu Beşinci Cumhuriyetin anayasası 28 Eylül 1958’de yüzde 79 oyla kabul edildi. Beşinci Cumhuriyet özellikle cumhurbaşkanına olağanüstü yetkiler sağlıyordu. 1962’de Beşinci Cumhuriyetin anayasasında yapılan bir değişiklikle cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından genel oyla seçilmesi kabul edildi ve Fransa yarı-başkanlık sistemine geçti. Peki, tüm yetkilerin kral, monark ve başkanda toplanması illâ da despotizmi mi getirir? Tam bu nokta Montesquieu şöyle diyor: “Yeryüzünde her bakımdan despotik bir insani iktidarın olabileceğine inanmak en büyük yanılgıdır. Hiçbir zaman olmamıştır, hiçbir zaman da olmayacaktır. En büyük iktidar bile her zaman bir köşesinden sınırlanmıştır.”

İşte Fransa, olağanüstü yetkilerle donatılmış olan Cumhurbaşkanı De Gaulle döneminde Cezayir meselesini çözebildi. Rusya’daki Çeçenistan meselesi bile, ülkedeki başkanlık sistemi sayesinde bir çözüme kavuşturulabildi. Türkiye’nin parlamenter sistem ile çözülemeyen Kürt meselesi, güçlü bir başkanlık sistemiyle birkaç yılda çözüme kavuşturulduktan sonra,  işte o zaman Türkiye de demokrasi müsabakasında birinci lige çıkar.

Referandumda Kürtlerin oyu önemli

“Hayır” cephesinin destekçileri olarak ön planda yer alan ulusalcı, İttihatçı-Kemalist blok, başkanlık sisteminin Kürtler açısından daha baskıcı olacağını ileri sürmekte. Şimdi Kürtler, HDP’li vekillere mecliste bile sahip çıkmayan ve cezaevlerine gönderen CHP’ye güvenebilir mi? Kürtler çok iyi biliyor ki, Kürt meselesini inkâr, asimilasyon, zor ve şiddetle ile “çözmek” isteyen her iktidar CHP’nin tereddütsüz desteğini alacaktır. Barış sürecine bile tahammül edemeyen CHP, hangi gerekçelerle Kürtlerin de “hayır” cephesinde yer almasını isteyebilir?

Referandum meselesinde “hayır” cephesinde yer alan kimi MHP’liler de şöyle konuşmaktadır: “Başkanlık sisteminin kaçınılmaz sonucu federasyonlaşmadır. Böyle bir süreç sonuçta Kürtlerin federe bir devlet kurmasına yol açar. Bu yüzden başkanlığı getirecek olan bu anayasa değişikliğine ‘hayır’ diyeceğiz.”

Belli ki “hayır” cephesinin ana dayanağı Kürt fobisi olacaktır. Buna karşılık HDP’li vekillerin ve belediye başkanlarının içerde olması, “hayır” cephesine önemli bir gerekçe sunacaktır.  Kim bilir, belki de CHP, HDP’lilerin meclisten atılmasına evet derken, biraz da bunu hesapladı. Ancak Anayasa Mahkemesinin Mustafa Balbay’ın serbest bırakılmasına ilişkin kararı emsal alındığında, HDP’li vekiller de içeride olmamalıydı. Çünkü mahkeme Mustafa Balbay’ın serbest bırakılmasını şu hususa dayandırmıştı: “Tutukluluk tedbiri için yalnızca suç işleme konusundaki makul şüphe yeterli olmayıp, sanığın kaçması, saklanması, delilleri karartması, yargılamayı etkilemesi, kamu düzenini bozması veya yeni bir suç işlemesi yönünde şüphe oluşturması da gerekmektedir.”

Abdullah Öcalan 23 Şubat 2013’te HDP’li milletvekilleriyle yaptığı görüşmede başkanlık sistemine ilişkin olarak şöyle diyor: “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Yalnız burada başkanlık ABD’deki gibi olmalı. Devlet Meclisi gibi bir senato. İkincisi, bir de Halklar Meclisi. Bunun adı Demokratik Meclis de olabilir. Bu da ABD’deki Temsilciler Meclisi gibi olabilir, Rusya’daki Alt Duma gibi olabilir. İngiltere’de Avam Kamarası’nın Türkiye versiyonu gibi.” Eğer bugün bile avukatları aracılığıyla, görüşlerini kamuoyuyla paylaşma durumu olursa,  kanımca yine başkanlık sistemini savunacaktır.

Sonuç olarak Kürt meselesinin çözümünde başkanlık sisteminin çok daha avantajlı olduğunu kabul etmek durumundayız. Çünkü bu sistemde meselenin gerçek muhatabı meclis değil, doğrudan doğruya halkoyuyla seçilmiş olan başkan olacaktır. Kürtler bu gerçeği göz önünde bulundurarak ulusalcı, İttihatçı-Kemalist blokun peşine takılmadan Anayasa referandumunda başkanlık sistemine “evet” demelidir.

Başkanlık ve Kürtler (II)

13.02.2017

Parlamenter sistemin Kürt meselesinin çözümünde kifayetsiz kaldığını çeşitli tecrübelerle gördük ve yaşadık. Çünkü sistem içerisindeki hiçbir parti, sorunu partilerüstü bir yaklaşımla, ülke menfaatleri bağlamında değerlendiremedi. İktidardaki partiler “ben bu meseleyi çözersem iktidarım elden gider mi” hesabını yaparken, muhalefetteki partiler “ben iktidarı Kürt meselesi üzerinden daha ne kadar zayıflatabilirim” politikasını izledi. Hükümetin Meclisin içinden çıktığı parlamenter sistem bu kısır döngüden kurtulamaz.

Bu “evet” veya “hayır” meselesini birileri o kadar abarttı ki, sanki memlekette mükemmel bir şekilde işleyen bir demokrasi varmış da, “evet” dediğimizde tamamen elden gidecekmiş. Sanki demokrasimizde milletvekili adaylarını, hattâ parti politikalarını bile parti başkanları belirlemiyormuş da, “evet” dediğimizde o hak elden gidecekmiş. Sanki yasama, yürütme ve yargı erkleri gerçek anlamda bağımsız imişler de, “evet” dediğimizde tek kişide toplanacakmış. Sanki OHAL ve KHK’ler parlamenter sistemde yokmuş da, “evet” dediğimizde hep devam edeceklermiş. Sanki eksiksiz bir şekilde işleyen bir denetleme sistemine sahipmişiz de, “evet” dediğimizde yokolacakmış. Sanki parlamenter sistemde devlet memurlarının işten çıkarılması hiç yokmuş da, “evet” dediğimizde başlayacakmış. Sanki sendika, parti ve vakıfların kapatılmasına hiç tanıklık etmemişiz de,  “evet” dediğimizde bunlar da gündeme gelecekmiş.  Sanki seçilmiş bir belediye başkanının görevden alınması ve yerine kayyum atanması, parlamenter sistemde yokmuş da ancak başkanlıkla olabiliyormuş.

Sözün kısası, sanki özgürce örgütlenmenin, toplantı ve gösteri yapmanın, topluca hak aramanın  yegâne yolu parlamenter sistemmiş. Sanki devletin hiçbir neden göstermeden istediği gazeteye el koyması ve gazetecileri tutuklaması başkanlık sistemine özgü bir durummuş. Sanki ülkede şoven milliyetçiliğin ve ırkçılığın yükselerek yaygınlaşması ve iç barışın ebediyen son bulmasının tek nedeni de başkanlıkmış… Sanki CHP parlamenter sistemde HDP’li vekilleri cezaevine göndermemiş ve yurt dışına asker göndermeye de karşı çıkmış!

Bazılarımız “evet” işini o kadar abarttı ki,  TİP eski milletvekillerinden Tarık Ziya Ekinci ağabeyimiz evet demek “tarihin gidişatını tersine çevirmektir” bile dedi. Bir Türk aydının meseleyi ideolojik eksende ele almasını anlarım; ancak resmi anlamda kimliği bile tanınmamış bir Kürdün Kemalist argümanlarla “hayır”cı kesilmesini anlayabilmiş değilim.

Hükümet sistemi ve demokrasi

Meseleyi bu eksende tartışmak, işin iç yüzünü bilmemek, özünden haberdar olmamak anlamına gelir. Bu toptancı anlayış, demokrasiyi ülkenin hükümet sisteminde arıyor.  Oysa bir ülkenin demokrasiye sahip olması, demokrasi ile yönetilmesi parlamenter veya başkanlık sistemiyle alâkalı değildir. Şimdi Fransa’da başkanlık var diye, Fransa’da demokrasi yok mu diyeceğiz. Aristo mantığı bile bu yaklaşım tarzından çok daha ileri ve açıklayıcıdır.

İnatla, körü körüne parlamenter sistemi savunacağımıza, neden bu ülkenin en canalıcı sorunlarına parlamenter sistem içinde çözüm üretmediğimizi; neden 94 yılda demokrasiyi kuramadığımızı konuşalım. Neden Kürt sorunu her gün can alıyor, neden Alevi meselesi var? Hani biz laik bir ülkeydik! Haydi diyelim Kürt meselesi etnik bir sorun ve kökleri Osmanlı dönemine kadar uzanıyor;  peki o kadar güvendiğimiz laik sistem neden Alevi meselesini çözemedi? Neden AK Parti iktidarından önce, bu ülkede Hıristiyanların kiliselerini tamir etmelerine bile müsaade edilmedi? Yoksa Türkiye laik bir ülke değil mi? Bana kalırsa “laik”liğimiz kâğıt üstünde idi.  Çünkü laiklik ve demokrasi birbirlerini tamamlayan olgulardır. Demokrasi olmadan laiklik olmaz.

O zaman bir demokrasi sorunumuz mu var diyeceğiz? Evet, bir demokrasi sorunumuz var. Peki, bu demokrasi sorununu nasıl çözebiliriz? Bana göre Kürt sorununu çözmeden demokrasi sorunu çözülemez. Parlamenter sistem sorunu çözmede yetersiz kaldı. Şimdi cumhuriyet, demokrasi ve laiklik elden gidiyor diyenlere şu soruyu sormak istiyorum: M. Kemal Atatürk cumhuriyetin ilanını, laikliğin inşasını, şapka devrimini, harf inkılâbını Meclisin inisiyatifine bırakmış olsaydı, bunların hiç biri olur muydu? Bence olmazdı. Mustafa Kemal Kürtlere özerklik sözü vermişti. Eğer yerine getirmek isteseydi, kimse engelleyebilir miydi? Bütün bu işleri Mustafa Kemal’in tek başına yaptığını kabul ettiğimiz için, adlandırırken bile Kemalist devrimler veya Atatürk devrimleri diyoruz.

“Evet” veya “hayır” Kürt meselesini nasıl etkiler?

Kürtler açısından “evet” veya  “hayır” nasıl sonuçlar doğurur?  Meseleye  “hayır” penceresinden bakanların öne sürdüğü şöyle bir argüman var: “Eğer Kürtler  ‘evet’ derse, o zaman iktidarın barış süreci sonrasında izlemiş olduğu Kürt politikasını onaylamış olurlar. Bu da artık Kürt meselesi bitmiş demektir. Anadilde eğitim, Kürtçenin resmi dil [iki resmi dilden biri] olarak kabul edilmesi, Kürt illerini seçimle iş başına gelmiş Kürt valilerin yönetmesi ve Kürt kimliğinin yasal güvence altına alınması gibi talepler bundan böyle söz konusu olamaz. Zaten Kürtler referanduma ‘evet’ demekle iktidarın şu anda izlemiş olduğu politikayı da teyit etmiş oldular.”

Kürtlerin dil ve kimlik haklarından, hattâ yerelde kendilerini yönetme hakkından vazgeçmiş olduğu varsayımı, tarihin ve siyasetin doğasına aykırı bir durumdur. Kürtler henüz 1970’lerde bile Diyarbakır, Batman, Ağrı ve Bingöl belediye başkanlıklarını kazanıp yönetiyordu.  Birileri hendek ve barikat siyasetiyle sivil ve demokratik mücadelenin canına okuyup Kürtleri legal siyaset alanın dışına itmeseydi, o zaman Kürtler referandum konusunu, reel politikanın da gereklerini göz önünde bulundurarak çok daha olgun bir şekilde tartışabilirdi.

Bugün “evet” veya  “hayır”  konusunu tartışırken, Kürt meselesi açısından şu perspektifi göz önünde bulundurmalıyız:  Acaba parlamenter sistem mi, yoksa başkanlık sistemi mi Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırır? Yapmamız gereken, konuyu şahıslara ve/ya bir partiye indirgemeden, bu eksende değerlendirmektir.  Parlamenter sistemin Kürt meselesinin çözümünde kifayetsiz kaldığını çeşitli tecrübelerle gördük ve yaşadık.  Çünkü sistem içerisindeki hiçbir parti, sorunu partilerüstü bir yaklaşımla, ülke menfaatleri bağlamında değerlendiremedi. Neredeyse her parti, Kürt meselesinin çözümünü kendi iktidarı (veya iktidarının geleceği) çerçevesinde ele aldı.  İktidardaki partiler “ben bu meseleyi çözersem iktidarım elden gider mi” hesabını yapmak durumunda kalırken, muhalefetteki partiler “ben iktidarı Kürt meselesi üzerinden daha ne kadar zayıflatabilirim” politikasını izledi. İktidarın, hükümetin Meclisin içinden çıktığı parlamenter sistem bu kısır döngüden kurtulamaz. Bu kısır çark, iktidarıyla ve muhalefetiyle dönüp dolaşıp milliyetçilik ipine, daha çok Türk milliyetçiliği ipine sarılır.

Oysa başkanlık sisteminde, bir partinin Kürt meselesini milliyetçilik kartı üzerinden diğerine karşı kullanma kozu öyle eskisi gibi  “para” etmeyecek.  Yürütme Meclisten çıkmadığı için, Meclisin elinde “güvenoyu” denilen bir kart da olmayacak. Asıl o zaman Meclis gerçek anlamda yasama görevini yerine getirebilecek ve yürütme de, Meclisin baskısından bağımsız bir şekilde sorunlarla yüzleşebilecek.

“Hayır” cephesinin öne sürdüğü diğer bir konu da, “yürütmenin aşırı bir şekilde güçlenmesi, giderek tek kişinin yönetiminin ortaya çıkması ve demokrasiden uzaklaşma tehlikesi”dir. Bu anayasa değişikliğinin çok güçlü bir yürütme ortaya çıkardığını kabul ediyorum. Bana kalırsa tüm başkanlık sistemleri, özü itibarıyla iktidarın kalıtsal olarak (miras yoluyla) el değiştirmediği, ancak yürütmenin seçim yoluyla ortaya çıktığı anayasal krallıklara benzerler.  Yani tüm başkanlıklarda güçlü bir yürütme esastır.  Ne var ki Kürt meselesi de ancak güçlü ve kararlı bir iktidar ile çözülebilir. Çünkü ben Kürt meselesi çözülmeden Türkiye’ye gerçek anlamda demokrasinin gelebileceğine inanmıyorum.  Güçlü bir yürütme ortaya çıkmadan, Kürt meselesi gibi şiddet üretebilen kronik sorunlar çözüme kavuşturulamaz.  Ancak tam yetkili ve iktidardan düşürülme kaygısı olmayan bir başkan, meselenin çözümüne odaklanır ve çözüm üretir.  Meclisin “Demokles’in kılıcı” gibi başında sallandığı zayıf bir yürütme, Kürt meselesini çözemez.

Yine “hayır” cephesinin Kürt meselesi bağlamında ısrarla öne sürdüğü diğer bir iddia da,  “tüm yetkileri elinde toplayacak bir başkanın, Kürt meselesinin çözümünde tamamen şiddet alternatifine yönelmesi” olasılığıdır. Bir kere Türkiye’de her güçsüz iktidar, gücünü tahkim etmek amacıyla önce milliyetçiliğe oynar ve bu noktada, özellikle de Kürt meselesinin şiddet yoluyla çözülmesi bağlamında, parlamenter sistem içinde Meclisteki tüm partilerin desteğini alır. Bunun en somut örneği, CHP’nin HDP’li vekilleri cezaevine göndermesi ve yurt dışına asker gönderme tezkeresini onaylamasıdır. Diyelim ki referandumda başkanlık sistemi onaylanmadı ve halk “hayır” dedi; işte asıl o zaman AK Parti, kendi iktidarını pekiştirme bağlamında, daha çok milliyetçiğe sarılabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle “buzdolabındaki” barış süreci, dolaptan çıkarılmaz ve Kürt meselesinde “askeri çözüm”  seçeneği tam gaz devam eder. Böyle bir durumda CHP de, her zaman yaptığı gibi, iktidarı tereddütsüz destekler.  Yani matematiksel ihtimal olarak Kürt sorununu şiddet yoluyla çözme alternatifi parlamenter sistemde yüzde yüz iken, başkanlıkta yüzde elliye iner.

Kürtlerin “evet” veya  “hayır”  konusunda Türkiye demokrasisine en büyük katkıları, Kürt meselesinin çözümüne en yatkın olan hükümet sistemini tercih etmelerinde düğümlenir.  Bu da hiç kuşku yok ki başkanlık sistemidir. Kürtler, Kürt meselesinin çözümü ve Türkiye demokrasisinin geleceği için referandumda “evet” demelidir.

Abdullah Kıran/ Başkanlık ve Kürtler (III)

20.02.2017

Bütün HDP’lilere şu soruyu sormak istiyorum: Sizler, referandum kampanyasında “Demokratik Cumhuriyet, ortak vatan” sloganı eşliğinde “ölürüm Türkiye” şarkısını bile söyleseniz, CHP, HDP’li vekilleri icabında cezaevine göndermekten vazgeçer mi?

HDP’nin referandum çalışması için belirlediği slogan açıklandı: Demokratik Cumhuriyet, ortak vatan için HAYIR! Şimdi şu “Demokratik Cumhuriyet, ortak vatan” sloganına bir göz atalım. Önce “Demokratik Cumhuriyet” sözünden başlayalım. Bilindiği bu kavram ilk defa, 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kullanıldı. Mustafa Kemal Cumhuriyeti ilan ederken, o sırada İstanbul’da olan Hüseyin Rauf, Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar,  Refet Bele ve Trabzon’da bulunan Kâzım Karabekir gibi Meclis’teki arkadaşlarına danışmamıştı.  Rauf Bey,  1 Kasım’da çıkan bazı gazetelerde “Cumhuriyetin ilânı aceleye getirildi, Cumhuriyetin ilânından önce doğru dürüst bir anayasa yapılmalı idi” derken, Kâzım Karabekir de her türlü otoriterliğin karşında olduğunu belirttikten sonra Cumhuriyet’ten yana olduğunu söyleyecekti. İşte Mustafa Kemal biraz da bu eleştirilere cevap vermek bâbında, 24 Kasım 1923’te Anadolu’da Yeni Gün gazetesine verdiği bir demeçte şöyle dedi: “Türkiye bugün olduğu gibi, gelecekte de daha fazla demokratik bir cumhuriyet olacaktır.”

İlk defa M. Kemal “Demokratik Cumhuriyet” dedi ve unutuldu

Akademik çalışma alanım siyasi tarih değil, ancak bildiğim kadarıyla Mustafa Kemal daha sonra “demokratik cumhuriyet” sözünü hiç kullanmadı. Ancak Abdullah Öcalan, tutuklandıktan sonra İmralı’da, mahkeme sürecinde  “Demokratik Cumhuriyet” sözünü kullandı ve o gün bugündür bu sözü sıkça işitmekteyiz. Şimdi de HDP “demokratik cumhuriyet” ifadesini referandum sloganının bir parçası olarak benimsemiş bulunuyor.

Gelelim “ortak vatan” kavramına. Bu da bana Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıkça kullandığı “tek vatan” sözünü hatırlatmakta. Yani “Demokratik Cumhuriyet, ortak vatan” sloganına dışarıdan bakıldığında, CHP ile AK Parti arasında kalacak; ne “evet” ne de “hayır” diyecek siyasi bir hattın takip edileceği izlenimi veriyor.  Eğer HDP, “bu anayasa değişikliğinde de Kürt halkı hukuken tanınmıyor, Kürt kimliği anayasal güvence altına alınmıyor”  deyip, ne “evet” ne de “hayır” cephesinde yer almamış olsaydı, bunun da bir yere kadar izahı mümkündü.

HDP’nin sloganı Kürt meselesini çağrıştırmıyor

Oysa HDP’nin sloganında Kürt meselesinin çözümünü çağrıştıran hiçbir emare yok.  Hattâ slogan her yönüyle Kemalist bir söylemi ifade ediyor. Bu slogan, Kürt meselesinin çözümünü odak noktasına almış olarak gözüken bir partinin kullanacağı bir slogan olamaz.  Öte yandan HDP bunun altını tamamen AK Parti karşıtlığı üzerine inşa etmiş bulunmakta. HDP Eş Sözcüsü Gülistan Kılıç Koçyiğit  referandumda ‘hayır’ deme sebeplerini şöyle sıralamış: “Hayır iktidarlara karşı halk var demektir. Hayır emeğin hakkını kazanmaktır. Hayır kadın özgürlüğü mücadelesini büyütmektir. Hayır demokrasiyi geliştirmektir. Hayır kalıcı OHAL düzenine son demektir. Hayır eşit yurttaşlık demektir. Hayır inançlara özgürlük demektir. Hayır yaşam ve doğa alanlarının tahrip edilmesine dur demektir. Hayır ben, sen değil; biz demektir. Hayır hayattır. Bizler, herkes için hayır diyoruz. Türkiye’de demokrasiye, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne inanan tüm kesimlere çağrımız, kendi gelecekleri için ülkeyi demokrasi dışı yollara sürükleyenlerden çok daha güçlüyüz. Ülkemiz için, halklarımız için, özgür, demokratik ve eşit bir yaşam için ‘hayır’ diyoruz. Hayır demokratik Türkiye’nin yolunu açar.”

Anayasa referandumu meselesinde “evet” ve “hayır” cephesinin iki öncü gücü var: AK Parti ve CHP. “Hayır” cephesinin ana ideolojisi ulusalcılık, İttihatçılık ve Kemalizm.  Bu cephenin literatüründe “Kürt sorunu” diye bir mesele yok ve haliyle, olmayan bir meselenin çözümünden de söz edilemez. Ancak mesele bir sorun olarak belirlendiğinde, akıllarındaki çözüm formülü bellidir: Koçgıri, Şeyh Sait, Dêrsim ve Zîlan. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bile, zaman zaman orduya serzenişte bulunurken, “benden yeni bir Dêrsim kanunu istemeyin” diyordu. Yani Türkiye siyasetinde her zaman sağcı yelpazede yer almış rahmetli Demirel bile, Kürt meselesinin zulüm ve şiddet ile çözülemeyeceğini ifade ederken, Başbakan Erdoğan Dêrsim hadisesi nedeniyle “devlet adına özür dile”mek erdemini gösterirken, sözde solcu Kemalistlerin kafası bir tek “Dêrsim kanunu”na çalışır. Buna rağmen HDP Kürtleri yine de bu İttihatçı zihniyetin peşine takmak adına her türlü yol ve yöntemi mübah görüyor.

CHP bütün dünya dillerinde “hayır” kampanyası başlatırken, Kürtçe diye bir dil aklına gelmez; buna karşılık Kürtçe bilmeyen bazı AK Partili gazeteci ve yazarlar sosyal medya üzerinde Kürtçe “erê/evet” kampanyası düzenler.  Sizce CHP, bütün dünya dillerini hatırlarken Kürtçeyi mi unuttu?   Dünyanın bütün dillerini hatırlayacak, ancak bin yıldır kader birliği ettiğin Kürt halkının dilini unutacaksın. Kürtler Çanakkale’de ve bütün diğer savaş cephelerinde Türk kardeşleriyle birlikte ölüme gidecek, hattâ son Kıbrıs çıkartmasında bile “bizi de gönüllü olarak askere alın” diye askerlik şubeleri önünde kuyruklar oluşturacak, ama sen Kürtçedeki tek hecelik “na/hayır” kelimesine bile tahammül etmeyeceksin.

Feminist hareketin öncülerinde Mary Wollstonecraft (1759- 1797), “eğer bir kadın suç işlediğinde erkek gibi ölüm cezasına çarptırılıyorsa, a zaman kadınlar da erkeklerin sahip oldukları tüm haklara sahip olmalıdır” diyordu. Ben de kendisinden etkilenerek diyorum ki, eğer Kürtler bin yıllık Türk- Kürt tarihinde  bu ülke uğruna Türk kardeşleriyle birlikte ölüyorsa, o zaman Türklerin sahip oldukları tüm haklara sahip olabilmelidirler. O zaman Kürtçe de bu ülkede Türkçe ile birlikte ikinci resmi dil olabilmelidir. Sözün özü, Kürtler, CHP’nin tek hecelik Kürtçe kelimesine (na/hayır) muhtaç olmamalıdır.

CHP’nin Kürde hayrı yok

Anladık, CHP takiyye yapma ihtiyacı bile duymadan, Kürt olan her şeye karşı.  Peki, neo- Kemalist  HDP’lilere ne oluyor?  HDP hangi gerekçelerle Kürtlerin “hayır” cephesinde yer almasını isteyebilir?  Şimdi bütün HDP’lilere şu soruyu sormak istiyorum: Sizler, referandum kampanyasında “Demokratik Cumhuriyet, ortak vatan” sloganı eşliğinde  “ölürüm Türkiye” şarkısını bile söyleseniz, CHP, HDP’li vekilleri icabında cezaevine göndermekten vazgeçer mi?   Bence vazgeçmez.  Kürt meselesinde, Türkiye siyasetinin en sağında yer almış olan Süleyman Demirel kadar bile vicdanlı bir bakış açısına sahip olmayanların, demokrasi diye bir derdi olabilir mi?

HDP’yi ulusalcı-İttihatçı-Kemalist blokun peşine takmakta ısrarcı olan kimi politikacılar (daha çok Kemalist gergedanlar), AK Parti ve MHP’nin başkanlık sistemi ittifakının “faşizmi” getireceğini ileri sürmekte. Şimdi 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasını hatırlayalım. Sayın Selahattin Demirtaş “ne içerde ne de dışarda AK Parti ile ittifak yapmayacaklarını” dile getirdikten sonra, bir CHP+HDP koalisyonundan söz etti. CHP’nin 132, HDP’nin 80 milletvekili çıkardığı seçimde, hükümet kurmak için 276 milletvekili gerekiyordu. CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, “MHP ve HDP ile bir koalisyon kurmalıyız” derken, CHP lideri Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye “başbakanlık” bile teklif etti (ama Bahçeli bu teklifi reddetti). Şimdi eğer HDP, CHP ve MHP ile bir koalisyon hükümetini kurmuş olsaydı bu “demokrasi”  sayılacaktı; oysa AK Parti’nin başkanlık sistemi için MHP ile ittifak etmesi “faşizm” mi olacak?

10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP ve MHP, Ekmeleddin İnsanoğlu ismi üzerinde anlaşmışlardı. Bu tür ittifaklar Türkiye siyasetine yabancı değil. Bugün de AK Parti, başkanlık sistemi için MHP ile anlaşmış bulunmakta.

Kürtler şunu görebilmelidir: Kürt meselesinin çözümü açısından, parlamenter sisteme kıyasla başkanlık sistemi her açıdan daha iyidir, çünkü muhatap yaratmaktadır. Değil başkanlık sistemi; iddia ediyorum ki padişahlık sistemi bile, Kürt meselesinin çözümü açısından Türkiye’deki var olan parlamenter sistemden daha iyidir. AK Parti’nin barış sürecini buzdolabına koymasının kabaca üç nedeni var: (1) Parlamenter sistem ve meclis engeli; (2) PKK ve HDP’nin, doğrudan doğruya muhatabın iktidarını hedef alması; (3) taraflara güven veren bir arabuluculuk mekanizmasının yokluğu.

DBP Eş Genel Başkanı Kâmuran Yüksek, “Anayasa referandumunda ‘hayır’ çıkması, Kürt sorununda demokratik çözüm sürecine yeniden dönebilme imkânı demektir”diyor.  Merak ediyorum, acaba “hayır” çıkması durumunda,  CHP ve Kılıçdaroğlu mu demokratik çözüm sürecini başlatacak?  Kürtler Kürt meselesinin çözümünü kolaylaştıran başkanlık sistemine geçişi kendi oylarıyla engellediklerinde,  AK Parti yeniden çözüm sürecine dönecek ve CHP de destekleyecek mi? Sahi, buna inanan Kürt var mı?

Başkanlık ve Kürtler (IV)

28.02.2017 14:10

AK Parti’yi anayasa değişikliği konusunda MHP ile ittifak yapmaya zorlayan, hattâ mecbur bırakan, HDP’nin politikaları oldu. Henüz 7 Haziran 2015 seçim gecesinde, HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş kameraların önüne çıkarak “Biz AK Parti ile içeriden ya da dışarıdan koalisyon yapmayacağız” dedi. O sırada iktidar partisiyle, yani AK Parti ile yürütülen bir barış süreci devam etmekteydi ve henüz buzdolabına kaldırılmamıştı.

Kürtlerin “hayır” cephesinde yer almasını isteyenlerin ileri sürdükleri bir argüman da, “AK Parti’nin Anayasa değişikliğini neden MHP ile gerçekleştirdiği” hususudur.  Bu bakış açısı, orijinali Kürtçe anllatılan şu hikâyeyi aklıma getirdi: Bir ağanın oğlu ile yoksul bir köylünün oğlu çocukluktan beri arkadaştır.  Ancak gel zaman, gör zaman derken, yoksul köylünün çocuğu da bir dönem sonra zenginleşir ve hattâ ağanın oğlundan çok para sahibi olur. Varlığın ve paranın da verdiği özgüvenle, artık eskisi gibi ağanın oğlunu takmaz ve sözünü de esirgemez. Bir gün yine tartıştıklarında, ağanın oğlu kızarak şöyle der: “Ulan senin babanın nefesi açlıktan kokardı. Şimdi sen adam oldun da dilediğin gibi para yiyorsun, bir de üstelik bana karşı mı geliyorsun?” Bunun üzerine köylünün oğlu istifini bozmadan şöyle der: “Ulan tamam da, sanki vardı da babam mı yemedi?Eğer bulsaydı, babam da benim gibi canının istediği şekilde yerdi.

AK Parti – MHP ittifakını zorlayan unsur

AK Parti’yi anayasa değişikliği konusunda MHP ile ittifak yapmaya zorlayan, hattâ mecbur bırakan, HDP’nin politikaları oldu. Henüz 7 Haziran 2015 seçim gecesinde,  HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş kameraların önüne çıkarak “Biz AK Parti ile içeriden ya da dışarıdan koalisyon yapmayacağız” dedi. 7 Haziran seçimlerinde AK Parti 258, CHP 132, MHP 80, HDP 80 sandalye kazanmıştı. AK Parti tek başına iktidar olamadığı için, ya CHP ve/ya MHP ile koalisyon kuracak, ya da seçimlerin yenilenmesi politikasını gündeme alacaktı. Nitekim AK Parti ikinci seçeneğe yöneldi ve 1 Kasım seçimlerinde 317 milletvekili çıkartarak tekrar tek başına iktidar oldu.

Selahattin Demirtaş’ın “Biz AK Parti ile içeriden ya da dışarıdan koalisyon yapmayacağız” dediği 7 Haziran gecesi, Türkiye’de halen iktidar partisiyle, yani AK Parti ile yürütülen bir barış süreci devam etmekteydi ve henüz buzdolabına kaldırılmamıştı. Eğer HDP, barış sürecini binbir zorlukla devam ettiren ve sırf Kürt meselesini çözmeye kalkıyor diye CHP ile MHP tarafından iktidardan düşürülmek istenen AK Parti ile koalisyon kurmak istemiyorduysa, kiminle koalisyon kurabilirdi? Şüphesiz hiç kimseyle. Peki, CHP veya MHP, hiçbir zaman “biz iktidar olsak barış sürecini devam ettireceğiz” dedi mi? Hayır, demedi. HDP  “Biz AK Parti ile içeriden ya da dışarıdan koalisyon yapmayacağız “ dediğinde, iktidarını daha yeni kaybetmiş olan AK Parti, bundan böyle tek başına barış sürecine devam edebilir miydi? Bence çok zordu.  Peki, AK Parti buna rağmen barış sürecini hiç olmazsa legal boyutta HDP ile sürdürmedi mi?  Sürdürdü.  O halde “barış süreci” gibi ağır bir sorumluluk gerektiren bir konuda AK Parti HDP ile “işbirliği” yapacak; buna rağmen HDP barajı aşıp Meclise 80 vekil gönderdiğinde, AK Parti ile koalisyon kurmayı bile konuşmayacak — bu, ne demekti?

HDP’deki eksen kayması

Kurulduğu ilk günden itibaren Kürt meselesinin çözümünü siyasi faaliyetinin odak noktası olarak alan HDP, maalesef kısa bir süre sonra tam anlamıyla bir eksen kayması yaşadı. Bu eksen kaymasının ilk belirtileri 10 Haziran 2014 cumhurbaşkanı seçiminde ortaya çıktı. Fakat asıl daha sonra, Türkiye 7 Haziran 2015 seçimlerine koşar adım giderken, artık HDP için Kürt meselesinin çözümü temel öncelik olmaktan çıkmıştı. HDP barış sürecini, Kürt halkının dil ve kimlik haklarını ön plana çıkartıp bu eksende siyaset üreteceğine, parti içindeki Kemalist gergedanların denetimine girerek AK Parti iktidarına, özellikle de cumhurbaşkanının şahsına karşı muhalefet eden bir yapıya dönüştü. “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü, bu eksen kaymasının ayyuka çıktığı noktaydı. Bununla dahi hıncını alamayan Kemalist gergedanlar, işi cumhurbaşkanını yargılama, hattâ cumhurbaşkanının diplomasını sorgulamaya kadar götürdüler.  Sanki Kemalist rejimin “sözde vatandaşı” zavallı Kürdün tek derdi, cumhurbaşkanının “başkan” olamamasıymış. Ancak HDP’li Kemalist gergedanları “takdir” etmek gerekir, çünkü çok basit bir politikayla Kürtlerin dil ve kimlik taleplerini bir tarafa bırakıp, onları kendi iktidarlarını yeniden kazanma mücadelesinin yedek gücüne dönüştürmüşlerdi.

7 Haziran seçimlerinden sonra, Kürtlerin büyük emekle ve ağır bedeller ödeyerek kazandıkları belediyelerin önüne çukur ve hendek kazan “akıl”,  Kürtlerin sivil ve demokratik siyasetle kırk yılda kazandıklarını kırk günde sıfıra indirdi. Az çok siyaset ilminden anlayıp yüreği yananlar defalarca şu sağduyu çağrısını yaptılar: Yapmayın, 6 milyon seçmeni, 80 milletvekili ve 102 belediyesi olan bir hareket, dünyanın hiçbir yerinde asla şiddete tenezzül etmez. Aklınızı başınıza alın, sadece ‘barış sürecini devam ettirmesi’ hatırına AK Partiye her türlü desteği sunun. Sizi koalisyon ortağı olarak almasa da dışarıdan destek verin.  AK Parti yüzde 35 ile bu ülkede büyük işler yaptı, yüzde 40 ile de yapabilir. Üstelik Kürt meselesi artık nitel bir değişime uğradı. Son yüz yılda ilk defa Kürtler, kendi sorunlarını sivil ve demokratik siyaset ile çözüme kavuşturma imkânı elde etti. Bu şansı heba etmeyin.”

Maalesef bu çağrı, HDP’de bir karşılık bulamadı. Mesut Barzani bile Ankara’da kendilerine “yarın Kürt çocuklarının cenazelerini sokaklarda görmek istemiyorum” dediğinde, dönüp kendisine “bu Türkiye’nin iç meselesidir” dediler.  Sonrasını hepimiz biliyoruz; yıkılan kentler, ölen Türk- Kürt çocukları, işsizlik, bölgede dibe vuran ekonomi, evini barkını kaybetmiş yüz binlerce insan. Ne oldu? Neymiş efendim; “biz AK Parti ile içeriden ya da dışarıdan koalisyon yapmayacağız.” AK Partinin artık koalisyon kurmasına da ihtiyaç kalmadı. Ancak anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi için, Meclisteki bir parti ile işbirliği yapması gerekiyordu. Ve AK Parti’nin, falan veya filan ile işbirliği yapmam diye bir tabusu olmadı hiç. Dün HDP il “bu ülkede kan akmasın, analar ağlamasın” diye işbirliği yapan AK Parti, bugün de MHP ile anayasa değişikliği konusunda işbirliği yapıyor. Çünkü siyaset bir sonuç alma sanatıdır. Bugün MHP ile ittifak yapan AK Parti, yarın Kürt meselesinin çözümü için farklı arayışlar içine de girebilir. Eğer HDP 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra tamamen bir eksen kayması yaşamamış olsaydı,  belki bugün AK Parti çok daha demokratik bir anayasa paketi için HDP ile işbirliği yapıyor olacaktı.  Fakat bunun yolunu kapatan HDP oldu.

Kürtler bir daha Kemalistlerin trenine binmez

Yanlış politika ve hatalı stratejilerle Kürtlerin tüm kazanımlarını heder edip gücünü tüketenler, son olarak anayasa referandumunda da ısrarla Kürtlerin tekrar Kemalist trene binmelerini istiyor. Peki sebep?  Efendim, “parlamenter sistem demokratik imiş, Türkiye’ye otoriter başkanlık geliyormuş.”  Değil otoriter başkanlık; krallık, padişahlık, halifelik, sultanlık da gelse, 94 yıldır Kürt meselesine çözüm getirmeyen parlamenter sistemden daha iyi olacaktır.  Osmanlı halifelik sisteminde, Kürtlerin dili ve kimliği reddedilmedi; en azından II. Mahmut dönemine kadar kendilerine özgü beylikleri ve yönetimleri mevcuttu.  Ancak Cumhuriyet rejimi ve parlamenter sistem Kürdün varlığını inkâr etti. Kemalist trenin Kürtler açısından gideceği yol tedip ve tenkil, inkâr ve imhadır.  Kimse Kürdü hayalî bir demokrasi uğruna bu trene bindirmemelidir. Albert Einstein, “Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek deliliktir” diyordu. Kemalistlerden Kürdün hayrına bir şeyler beklemek aptallıktır.

Kürtler meseleye şu açıdan bakmalıdır: Parlamenter sistem mi yoksa başkanlık sistemi mi Kürt sorunu çözmeye daha çok elverişlidir? Denediğimiz parlamenter sistemin çözüm üretemeyeceğini gördük.  Başkanlık sistemi, Kürt sorununda gerçek anlamda muhatap yaratması açısından da her zaman daha çok elverişlidir.

Roma’nın ve bütün İlkçağın gelmiş geçmiş en büyük hatibi Marcus Tullius Cicero, “ben kralın uyruklarına karşı duyduğu sevgiden ötürü krallığı, akıl vermedeki bilgeliğinden ötürü aristokrasiyi, özgürlüğünden ötürü de demokrasiyi yeğliyorum” diyordu. Ben de başkanlık sistemini, yerinde yönetime olanak tanıdığı, etnik ve mezhep sorunlarının çözümünde çok daha işlevsel olduğu için yeğliyorum. Sırf iki kelime Kürtçe etti diye Leyla Zana’yı linç etmeye kalkan ve ardından on yıl cezaevinde tutan Meclisten demokrasi de çıkmaz, Kürt meselesi de çözülmez.Kürtlerin Türkiye’deki demokrasi mücadelesine en büyük katkıları, kendi sorunlarına çözüm getirecek politikalar geliştirmeleridir.  Kürt önce kendi varlığını, dil ve kimlik haklarını elde edecek ki Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sunabilsin.

Şimdi Kürtler, tek hecelik bir Kürtçe kelimeye bile tahammül etmeyen CHP’ye mi, yoksa Mesut Barzani’yi karşılama töreninde Ankara ve İstanbul’da Kürdistan bayrağını göndere çeken AK Parti’ye mi güvensin?  26 Şubat 2017’de Başkan Barzani’yi karşılama töreninde Kürdistan bayrağını göndere çeken Türkiye’deki iktidar partisi, bir kez daha tüm dünyadaki 50 milyon Kürdün kalbine dokundu. Bu jestiyle Türkiye, bin yıllık Türk- Kürt kardeşliğini teyit ederken, asla bir İran, Irak veya Suriye olmayacağını da gösterdi.

Kürtler 16 Nisan’da Başkanlık için “evet/erê” dediklerinde,  Kürt sorunun çözümü yolunda önemli bir eşiği geride bırakacaklar.

 

Kaynak: Serbestiyet