İnsanlığın yerleşik hayata geçişinin başlangıcına ve tek tanrılı dinlerin doğuşuna tanıklık eden bölgemiz, bugün; iç çatışmalar, insan hakları ihlaleri, yolsuzluk, gelir dağılımı adaletsizliği ve her türlü vahşetin boy gösterdiği görüntüsü ile, yaşanmaz bir alan haline gelmiş bulunuyor?

Dünyanda uygarlığın beşiği sayılabilecek site devletlerinin doğuşuna sahne olmakla kalmayıp,  Pers, Roma-Bizans ve Mısır uygarlıklarıyla yoğrulan, site devletlerinden, dünyanın en gelişmiş merkezi devlet yapılarına tanıklık etmiş  bu coğrafya, böylesine zengin tarih ve kültür birikimine karşın nasıl oluyorda bugün bunca hoşgörüsüzlüğe ve adaletsizliğe sahne olabiliyor?

Tarihte yaşanan vahşete ve adletsizliğe karşılık insanlığın barış içerisinde birlikte yaşamalarını öğütleyen birçok dinin ortaya çıktığı bu coğrafya, nasıl oluyor da bu gün; sadece insanların inançları yüzünden, birbirlerinin kanını içebilecek bir vahşetin içersine sürüklenebiliyor? Yada bir başka şekilde soracak olursak, bizi çevreleyen Ortadoğu- İslam coğrafyasında neler oluyor?

Bence yaşadığımız bu durumun belirleyicisi olan etmenleri iki başlık altında ele alıp inceleyebiliriz.

Birinci gurup etkenler: Bölgenin dünyanın ilk yerleşik düzene geçişe kent devletlerine tanıklık emesi hızlı şekilde bilgi ve sermaye birikiminin ortaya çıkmasına neden oldu. Bunu takiben kent devletleri arasında yaşanan savaşlarda alınan esirlerin köleleştirilip üretimde kullanılması ciddi bir zenginleşmeye neden oldu. Kölecilik esasına dayanan bu üretim şeklinden kaynaklanan göz kamaştırıcı büyük bir zenginleşmenin yağmacı toplumların ilgi odağı olması kaçınılmaz bir durumdu. Neticede bu zenginleşmeye el koymak isteyen yağmacı barbar toplulukların sürekli saldırılarıyla, yaratılan bütün değerlere el kondu yok edildi. Bu yapılırken yerel halklar kılıçtan geçirilip köleleştirildi. Tekrarlanan bu saldırılar sonucunda kent devletinin koruyucu duvarları, bu halkları güven içinde yaşamlarını devam etirmelerine olanak sağlamakta yetersiz kaldı. Bunun sonucu, bölgenin merkezi Meopotamyanın yerleşik halkları, yaşamlarını sürdürebilmek için, kentlerini terkedip, hayvancılıkla geçinen göçebe topluluklar haline dönüştü. Köle emeği üzerine inşa edilen yeni devletler, bu ucuz emek sayesinde kısa zamanda görkemli saraylar inşa etmekte gecikmedi. Böylece, yağma, talan sayesinde varlığını sürdüren küçük toplulukların üstünde, eğemenliği altındaki herkesi haraca bağlayan yeni tipte merkezi devletler ortaya çıktı. Pers, Mısır, Roma-Bizans, bunları başlıcasıdır. Kölecilik özeliği dışarda bıkılırsa, Bizans’ın devamı olan Osmanlı da, bu geleneği devam ettirmiştir. Bölgede ki devletlerin temel yapısı ahaliyi düzenli vergilerle vergilendirip, zenginleşerek iktidarını sürdürmek şeklinde olduğundan, insanların yaşadığı topraklar devletlerarasında el değiştirse de, bu durum değişmemiştir.

Bu politikalar sonucu bölge halklarının sermaye birikimi yaratmaları nerdeyse olanaksız hale geldi. Halkların yarattığı artı değer, devlete ve devlet içinde rol alan asker, sivil bürokratlara akmaya başladı. Bu koşullarda halkların ciddi bir üretim faaliyeti içine girmesinin anlamı da ortadan kalktı. Sermaye, devleti elinde tutan iktidar çevrelerinde yoğunlaşmaya başladı. Onlarda bu sermayeyi pervasızca harcamaktan çekinmedi.  Durum herkesçe malum olduğundan, zenginleşmek istiyen guruplar açısından ortada bir tek alternatif vardı. O da iktidarlaşmaktı. İktidarlaşan guruplar halkın ürettiğinden aldığı vergiler ve kervanlardan elde ettiği haraçlar ile büyük bir zenginlik içinde yaşadı. Bölgeyi en son kontrolleri altında bulunduran Pers ve Osmanlı İmparatorlukları açısından da değişen birşey yoktu. Bir fark aranması gerekirse, o da bu imparatorlukların bu sistemin sonuna yaklaşıldığından, tam bir çürüme hali yaşıyor olmalarıydı.

Duruma neden olan ikinci bir etken ise şöylece açıklanabilir:  Avrupa da yaşanan manfaktür üretim yeni gelişmelere vesile oldu. Coğrafi keşifler klasik ipek yoluna karşı, farklı alternatifler ortaya çıkardı. Bunun neticesinde doğu ile batı arasında yaşanan ticaretten büyük kazançlar elde eden bölge devletleri ve iktidar çevreleri bu gelirlerden mahrum kaldı. Yaşam alışkanlıklarını sürdürmekte kararlı olan iktidar çevreleri, dış fetihlerde başarısız olmaya başlayınca içeriye, yani kendi tebaasına yöneldi. Zaten zor koşullarda yaşayan halk, bu insafsız yönelim neticesinde daha da yoksullaştı. Duruma başkaldırmaktan başka çaresi kalmayan halklar var güçleriyle direnmeye başladılar.Bunu fırsat bilen soyguncu, talancı güçler savunmasız halkın neyi var neyi yok el koymaya başladı. Neticede dirlik ve düzen bozuldu. Bu da durumun daha da kötüleşmesine neden oldu.

Buna karşın Batı Avrupa yarattığı sermaye birikimi, icatlar ve keşifler ile ciddi bir emtia üretir duruma geldi. Bu gelişme neticesinde batı toplumları üretip, ürettikleri malları dünyanın geri kalanına satarak hızlı biçimde zenginleşti.  Farklı etnik aidiyete ait topluluklar örgütlenip devletleşerek kendi iç güvenliğini sağlarken, yaratığı askeri güçlerce rakiplerini pazarlrdan dıştalayıp kendi hegmonik egemenliğini tesis etti. Yani Kapitalizimin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu sömürgecilik ardından emperyalizm. Bu politika dünyanın geri kalanında ancak militarist, despotik anti demokratik işbirlikçi iktidarla sürdürülebilirdi. Bölgemizin özel koşullarıyla birleşen bu durum, bölge halkları açısından deyim yerinde is,  yaşamı zindana çevirdi.

İşte tablo böyle seyir ederken, kapitalizmin yarattığı bilgi birikimi yeni bir gelişmeye yol açtı. Bu değişim teknolojide ve iletişimde devrim diyebileceğimiz dönüşüme neden oldu. Bunun neticesinde üretmeyi hedefleyen devletler, kendi toplumlarında muazzam gelişmelere kapı araladı. Kore, Çin, Endonezya, Hindistan gibi devletler oldukça hızlı bir şekilde üretip zenginleşmeye başladılar. Dünün gelişmiş batılı devletleri pazarlarda; Koreyle, Çin’le rekabet edemez duruma geldiler. Ancak bu durum yaşadığımız coğrafyada hali hazırda kavranabilmiş değildir. Ortadoğu – İslam coğrafyasında müthiş doğal zenginlikler dikkate alındığında iktidar sahipleri ve yandaşları hiçbir şey üretmeden ve hiç bir rekabet ihtimali olmadan, oldukça büyük zenginliklere sahip olabilmektedirler. Ciddi bir üretim gücü olmayan halkın devlete karşı talepkar bir tutum içinde bulunması, hak talep etmesi olanaksızdır. Sıradan insanın zenginliğini sürdürmenin yolu devlete-iktidara biat etmekten geçmektedir. Buna ayak uydurmayan sermaye guruplarının başına neler geleceğini veya geldiğini Türkiye de son iktidar değişimini hiçe sayan sermaye guruplarının başına gelenlere bakarak anlamak zor olmasa gerek. Kaldı ki Türkiye bu coğrafyada batı tipi demokrasiye en yakın olma özellikleri dikkate alındığında durumun vahameti çok daha kolay anlaşılır nitelikte olsa gerek. Açıkladığımız nedenlerle Ortadoğu islam coğrafyasının her köşesi, yaklaşan büyük bir depremin öncüleriyle sarsılıp durmaktadır.

Özetlersek; bunun nedeni bu bölge halkının iletişim devrimiyle farkına vardığı dünya zenginliklerine kendiside sahip olmak istiyor olmasıdır. Bu talebin baskısıyla sarsılıp yıkılan veya ayakta durmaya çalışan iktidarlar, bu talepleri karşılama olanağına sahip değillerdir. Kayda değer üretici konumu olmayan bu iktidarlar ancak halkı soymaya devam ederek zenginliklerini koruyabileceklerdir. Bu yapısıyla mevcut çelişkinin çatışmadan başka çözüm olanağı görülmemektedir. İşte bu durum, yaşanan depremlerin nedeni ve asıl yıkıcı olacak olanın da temel açıklayanıdır. Ortadoğu baharının yaşandığı bölgelerde birçok iktidar ayakta duramayıp yıkılmış, ancak yeni oluşan iktidarların eskisinden farkı olmamıştır. Çünkü yeni gelen iktidar sahiplerinin de temel politikası, kendileri ve yakın çevreleri açısından kazan, kazandır politikasıdır. Kısa zamanda kendileri gibi olmayanları ötekileştiren, yanlızca kandisine Müslüman olan bu yapılar, yeni zorbalar olarak karşımıza çıkmaktadırlar.  Muhalefette iken talep edip haykırdıkları özgürlük, eşitlik, kardeşlik söylemini kısa zamanda unutmakta, hızla yozlaşıp despotlaşmaya başlamaktadırlar. Üstüne otrdukları büyük maddi olanaklar pervasızca kontrol etme istemleri kendileriyle muhalifleri arasında yeni çatışmanın sebebi olmaktadır. Esasen bölgemizde iktidar değişimlerinin bunca kanlı geçmesinin nedeni de bu durumdur. Böylesine kanlı geçen iktidar mücadelesinin din üzerinden kendini tanımlayıp örgütlemesi süpriz olmasa gerek. Çünkü kitleleri ölümüne iktidar mücadelesine çekmenin en kolay yolu onun kutsallarına seslenmektir. Ancak bölgede yaşanan pratik; vadedilen ilahı adalet ve eşitliğin kısa sürede unutulduğunu, gelir dağılımındaki adaletsizliğin ve yolsuzluğun alabildiğine devam ettiğini göstermektedir. Olan bu iktidar değişimi sırasında büyük bedeller ödeğen halka olmaktadır.

Kısaca zengin batı ile zenginleşme yönünde hızla mesafe kateden diğer toplumlarında zenginliğin kaynağı, üretmek ve ürettiğini pazarlamak olurken, yaşadığımız coğrafyada zenginleşmenin kaynağı; iktidarlaşmak ve iktidardan nemalanmak olarak şekilleniyor. Bu dudrum bu günde geçerliliğini korumaktadır. Bu koşullarda durumdan memnun olmayan büyük halk kitlelerinin dünya nimetlerinden hakkına düşeni almak yönündeki büyük baskısı karşısında, mevcut iktidarların sonsuza kadar dayanması olanaksızdır. Eninde sonunda mevcut iktidarlar alaşağı edilerek, halkın sırtından atılacaktır. Hangi ideolojiyle donanırsa donansın bu asalak iktidarlar yıkılmaya mahkımdur. Çünkü bölgemizdeki İktidarların genel karekteri halkın ürettiklerini bolca tüketmektir. Bu durum, “sınıf”a dayanan iktidarlar için ne kadar doğruysa, ulusal kahramanlar-önderler etrafında şekillenen militarist iktidarlar içinde o denli doğrudur. Kendini tanrının yeryüzündeki “hizmetkarı” olarak gören “dindar” sınıfı ve yöneticiler içinde bu durum değişik değildir. İktidar mensupları ister sınıfın öncüsü partiye, ister ulusun seçkin evlatları olan orduya, isterse imamlara, din ehline dayansın durum değişmemektedir. Bu gurupların ortak özelliği üretici değil tüketici olmalarıdır. Bu nedenle bize gerekli olan, bu sınıf ve katmanların yönetici-iktidar olma konumlarına bir an önce son vererek, onların yerine halkın üretici gücünü açığa çıkarıp, bilgi ve meta üretinin önünü açacak, insanın kendisiyle ve doğayla barışık olarak yaşamasına hizmet edecek insanların görev yaptığı organizasyonlardır.

Böyle bir organizasyonda görev yapan ve yapacak kişilerin dininin, mezhebinin, cinsiyetinin, milliyetinin hiç bir öneminin olmayacağı açıktır. Çünkü bu organizasyonda görev alacak kişilerin zenginleşme, çevresini zenginleştirme gibi bir olanakları olmayacaktır. Esasen bugün birçok Avrupa ülkesinde görüldüğü gibi, sizde bulunuş sebebini yasalara uygun biçimde açıklayamadığınız menkul, gayrimenkul mal varlığı başınıza bela olacaktır. Oysa bugün bölgemizdeki iktidar sahiplerinin kendi yurttaşlarına, dindaşlarına, ırkdaşlarına uyguladığı züllümü dikkate aldığımızda, esasen bu değerlerin bizleri aldatıp çıkarları için kullandıkları değerlerimiz olmaktan öteye bir anlam ifade etmediği açıktır.

Bu koşullarda bölgemizi ve bölge insanı istenen yaşam koşullarına ulaştırmanın yolu, bölgesel iktidarlarca kendi halklarına karşı uygulanan zulme, sömürüye, talana son verip, insan merkezli, yeni tip bir iktidar yapılanmanın önünü açmaktır. Bu taleplerle ayağa kalkmış İslam coğrafyasını dünya ile buluşturacak olan büyük iktidar depremi pek uzak olmasa gerek.